UYARILAR KİMLERE FAYDA VERMEZ?
Allah hem peygamberlerini hem de onlara indirdiği kitapları, insanlara Hakkı tanıtmak, hikmet ve hakikati öğretmek, bu sayede onları bütün kötülüklerden arındırmak ve iman edip salih amel işlemezlerse kendilerini bekleyen tehlikelerden/cezalardan haberdar etmek için göndermiştir. Ancak resûllerin ve kitapların uyarılarının etkili ve faydalı olmasında insanoğlunun tavır ve davranışlarının; zihni ve psikolojik yaklaşımlarının önemli bir tesiri vardır.
Allah’tan gelen sözlü mesajları ve O’nun elçilerini kabul etmeyenlerin, üstelik körü körüne/düşüncesizce onları yalanlayanların adeta hakikati bile bile/göre göre inkâr edenlerin uyarılmasında bir fayda olmayacağı içindir ki Kur’ân “Onları uyarsan da bir uyarmasan da” buyurur.1 Zira kibir, gurur, kendini beğenmişlik, şartlanmışlık, inat ve ilhad gibi psikolojik saplantılar, onlarla gerçekler arasında aşılmaz bir set oluşturur. Bunların yanında şu hususlar da uyarıları boşa çıkarır ya da Kur’ân ve peygamberlerin uyarılarından istifadeyi engeller.
Peşin Hükümlü İnatçılar Uyarılamaz!
Bu anlamda Kur’ân, “O hâlde, ey Peygamber! Senden mucize isteyenlere de ki: “Göklerde ve yerde ne muhteşem mucizeler var, bakın da ibret alın!” Fakat sabit fikirli ve inanmaya gönlü olmayan bir topluma, bunca deliller ve uyarılar bile fayda vermez!”2 buyurur. Dolayısıyla uyarının/inzarın fayda verebilmesi için batıla dalıp gitmemek, önyargılardan sıyrılmak, aklı sonuna kadar kullanmak ve varlık üzerinde derinlemesine tefekkür edebilmek önemli dinamiklerdir.
Dünyalık Baskısı
Uyarıların fayda vermesi için, ‘dünya hayatının insan aklını baskılamaması, cazibedar fitnelerinin insanı duygularıyla aldatmaması’ gerekir. Bir diğer ifadeyle dünya hayatının zevk ve lezzetleriyle yetinenlere ne peygamberlerin ne de Kur’ân’ın öğütleri fayda vermez: “Ey cin ve insanlar topluluğu! İçinizden size ayetlerimi anlatan ve bugünle/hesap günüyle karşılaşacağınızı bildirerek sizi uyaran peygamberler gelmedi mi? ‘Ey Yüce Rabbimiz, kendi aleyhimize şahidiz.’ diyecekler. Dünya hayatı onları aldatmıştı. Böylece kendilerinin kâfir olduklarına, yine kendileri şahitlik ettiler.”3
Bundan dolayıdır ki Kur’ân, farklı ayetlerde de bu hususu gündeme getirir ve dünyaya kapılmama adına insanları uyarır: “Dünya hayatı sizi aldatmasın. O aldatıcı (şeytan), sizi Allah hakkında (O’nun) yumuşak davranmasına, mühlet vermesine ve affına güvendirerek) aldatmasın.”4
İnsanı bazen dünya nimetleri bazen de duyguları aldatır. Uyarılara karşı kulaklarını, aklını ve muhakemesini kapatacak bu tür tehlikelere karşı da müminler özellikle uyarılır: “Münafıklar şöyle seslenirler: ‘Biz de sizinle beraber değil miydik?’ Müminler onlara şöyle cevap verirler: ‘Evet, beraberdiniz, fakat siz nifakla/zulümle kendi canınızı yaktınız, müminlere hep felaket gelmesini gözleyip durdunuz, çeşit çeşit şüphelere düştünüz, sizi birtakım tutku ve kuruntularınız oyaladı; boş hayaller sizi aldattı. Bir de baktınız ki emr-i Hak gelmiş. Böylece o dessas/çok aldatıcı şeytan sizi Allah’ın affı ve keremi ile aldattı.”5
Dünya hayatının bu cazibesi ve tehlikesinden dolayı Kur’ân, dünya hayatını tam bir “meta-ı ğurûr” yani aldatıcı meta’ olarak tanımlar: “… Bu dünya hayatına düşkünlük, aldatıcı bir zevkten başka bir şey değildir.”6
Allah Resûlü de farklı zaman dilimlerinde farklı vesilelerle dünyanın aldatıcılığına karşı ashabını ve onların şahsında bütün müminleri uyarır: “Benden sonra dünya nimetlerinin ve zinetlerinin size çokça açılmasından ve sizin de gönlünüzü/duygularınızı onlara kaptırmanızdan endişe ediyorum.”7 “Dünya yeşil/cazip ve tatlıdır. Allah sizi dünyada hâkim kılacak ve orada nasıl davranacağınıza bakacaktır. Dünyanın cazibedar güzelliklerinden/fitnelerinden ve kadınla imtihandan sakının.”8 “Ahiretin yanında dünyanın değeri ancak sizden birinizin parmağını denize daldırmasına benzer. Parmağı ile denizden alabildiği suya bir baksın.”9
“Bir gün bir adam Peygamber Efendimizin yanına gelip ‘Ey Allah’ın Resûlü! Bana öyle bir amel söyle ki onu yaptığımda Allah da insanlar da beni sevsin.’ diye sordu. Rehber-i Ekmel ona ‘Dünyaya rağbet etme ki Allah seni sevsin. İnsanların elindekine göz dikme ki insanlar da seni sevsin.’ buyurdu.”10 “Eğer dünya, Allah katında sivrisineğin kanadına denk olsaydı hiçbir kafire dünyada bir içim su vermezdi.”11 “Bir koyun sürüsüne salıverilen iki aç kurdun verdiği zarar, servet ve mevki düşkünü bir adamın inancına verdiği zarardan daha büyük değildir.”12
Allah Resûlü tavsiyeleri istikametinde yaşıyor zerre kadar dünyaya meyletmiyordu: Hz. Âişe validemiz O’nun hayatını anlatırken şöyle der: “O vefat ettiğinde evimde bir miktar arpadan başka bir şey yoktu. Uzun bir müddet onu kullandım. Sonra ‘acaba geriye ne kadar kaldı?’ diye onu tarttım. Ancak kısa süre sonra tükendi.”13 “O, bir gün hasır üzerinde istirahat buyurmuştu. Kalktığında hasır vücudunda izler yapmıştı. Bunun üzerine ‘Ey Allah’ın Resûlü! Senin için bir yatak temin etsek’ dediler. Bu teklif karşısında o şu unutulmaz dersi verdi: ‘Benim dünya ile ne işim var. Ben dünyada, bir ağaç altında gölgelenip de sonra onu bırakıp giden bir yolcu gibiyim.’ buyurdu.”14
Haşyeti Olmayana İnzar Fayda Vermez!
Kur’an ve peygamberlerin inzarından istifade için şart olan bir husus da gaybe iman ve Allah’a karşı duyulan sonsuz sevgi, itaat ve saygıdır. Bir diğer ifadeyle gaybe imanı olmayanı, Zikre/Kur’an’a ittiba etmeyeni ve Sonsuz kudrete karşı saygısı bulunmayanı uyarmak mümkün değildir. Bu hakikat ayette şöyle dile getirilir: “Sen ancak, bu Zikre/öğüde yani Kur’ân’a içtenlikle kulak veren ve Rahmân’a gayben saygı duyan kimseleri uyarabilirsin.”15 Bir başka ayette ise haşyete/gönülden saygı ve itaate, namazların hakkıyla edası ve arınma gayreti de eklenir: “Sen ancak Rab’lerini görmedikleri halde O’nu tazim eden ve namazlarını hakkıyla ifa edenleri uyarırsın. Kim günahlarından temizlenir, arınırsa kendi lehine olarak arınır. Hepinizin dönüşü Allah’adır.”16
Yine bir başka ayette Allah’ın huzuruna çıkarılma ve hesap verme korkusu olanların uyarılması istenir ki bu kaygı inzarın etkili olması için önemli bir altyapıdır: “Kendileri için rablerinden başka bir koruyucu ve bir aracı bulunmaksızın O’nun huzurunda toplanmanın kaygısını/haşyetini duyan insanları onunla/Kur’an ile uyar ki Allah’ın emirlerini hakkıyla yerine getirip yasakladıklarından tam olarak sakınsınlar; kendilerini koruma altına alsınlar.”17 Dolayısıyla hayatı sorumsuzca yaşamak isteyen ve hesap gününe imanı olmayan ve o günün dehşetinden korkup çekinme gibi bir düşüncesi bulunmayan kimseler üzerinde uyarılar çoğu zaman fayda vermeyecektir. Onun içindir ki vahiy Peygamber Efendimiz’e temel bir ilke olarak (اِنَّمَٓا اَنْتَ مُنْذِرُ مَنْ يَخْشٰيهَاۜ) “Sen ancak haşyet sahiplerini uyandırabilirsin.”18 buyurur. Bu yönüyle havf ve haşyetin olmadığı gönüller üzerinde uyarılar beklenen sonucu tam olarak vermeyecektir.
Allah Resûlü’nün kalbinde ilahi muhabbetle birlikte büyük bir haşyet de vardı. O, sahip olduğu haşyeti/Rabbine karşı hususi saygısını şöyle seslendirirdi: “Sizin Allah’ı en iyi bileniniz ve ona karşı en çok haşyet duyanınız benim.”19 Bu noktada onun haşyeti/saygısı dua ve ibadet hayatına da yansır; yaptıklarını yeterli görmezdi: “Allah’ım! Seni layık olduğu şekilde hamd u senadan acizim. Sen kendini nasıl medh u sena etmişsen öylesin.”20
İman, irfan ve amel ufkuyla ulaştığı seviyede haşyette daha da derinleşiyor ve vardığı noktada ashabının/ümmetinin ufkunu açmak için şöyle buyuruyordu: “Eğer sizler benim bildiklerimizi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız. Sahralara dökülüp büyük bir heyecan ve iştiyakla Allah’a yakarışta bulunurdunuz.”21 Haşyetiyle duydukları ve hissettikleri günde en az yüz defa istiğfara dönüşüyor, evbe ve inabesi de O’na ayrı derinlikler kazandırıyordu: “Ey insanlar! Allâh’a tevbe edip O’ndan af dileyiniz. Zira ben O’na günde yüz defa tevbe/istiğfarda bulunurum.”22
Haşyeti O’nu istiğfara yönlendiriyor, istiğfarı da haşyette kendisini katlamasına vesile oluyordu. Diğer taraftan haşyeti/saygısı ibadet hayatında da gayretini arttırıyor O’nu yaptıklarıyla yetinmeme ufkuna taşıyordu. İbadetteki hassasiyet ve daha çok kulluk yapma arzusu karşısında Hz. Âişe validemiz “Ey Allah’ın Resûlü! Allah sizin geçmiş ve gelecek hatalarınızı bağışlamış olduğu halde niçin bu kadar tehalük gösteriyor kendinizi bu kadar zorluyorsunuz?” sorusuna “Allah’a hakkıyla şükreden bir kul olmaya çalışmalı değil miyim?” buyurur.23 İbadet ve tefekkürü esnasında içinden gelen inlemeler haşyetinin dışa yansımasıydı.
Allah Resûlü ümmetini de haşyet sahibi olmaya teşvik ederken şöyle buyurur: “Allah katında iki damla ve iki izden daha sevimli bir şey yoktur. İki damladan biri, ilahi haşyetten dolayı dökülen gözyaşı diğeri ise Allah yolunda, zulmün sona ermesi ve adaletin gerçekleşmesi için dökülen kan damlasıdır. İki ize gelince onlar da Allah yolunda cihad ederken edinilen iz ile Allah’ın farz kıldığı amelleri eda ederken meydana gelen izlerdir.”24
Ümmetini helak edilmekten koruyacak üç özelliği sayarken haşyeti yine ilk sıraya koyar: “Üç şey vardır ki insanı kurtarır: İlki, gizli ve açıkta Allah’a karşı haşyet duymak, ondan korkmak ve kötülüklerden çekinmek/günahlardan kaçınmak. İkincisi, rıza ve öfke halinde adaleti sağlamak. Üçüncüsü ise fakirlik ve zenginlik halinde iktisatlı yaşamak.” O, bunların karşılığında insanı helâke sürükleyecek amelleri sayarken haşyetin zıddına hevaya/hevese ittibayı koyarak yine üç madde sayar: “Kendisine tabi olunan hevâ, cimrilik ve ucub yani kişinin kendisini beğenmesi.”25 Haşyetin bu önemi ve değerindendir ki bulunduğu her meclisten ayrılmadan önce Cenab-ı Hak’tan haşyet istemeden kalkmazdı.26
Ancak Diriler Uyarılabilir/Ölüler Uyandırılamaz
Allah (celle celâluhu), Resûlüne şiir değil, aklını kullanan ve tefekkürle gönül dünyasını aydınlatmaya çalışan dirileri inzar için hikmetlerle dolu Kur’ân indirmiştir: “Biz Resûl’e şiir öğretmedik, o zaten ona yaraşmaz. O sırf bir irşâd ve parlak bir Kur’ân’dır. Diri olanı uyarsın ve gerçeği örten nankörler/inkârcılar aleyhine azap sözümüz hak olsun/hiçbir bahaneleri kalmasın diye indirilmiştir.27
Dolayısıyla hem Allah Resûlü hem de Kur’ân aklı tefekkürle kalbi haşyet ve şükürle diri olanlar için etkili bir uyarıdır. Yoksa aklının yanında kalbini de bedenî/şehevî lezzet ve zevklerle çürütmüş olanların latifeleri söner; inzârdan istifadeye kabiliyetleri de kalmaz. Kur’ân, bu anlamda ölülere hakikatlerin duyurulamayacağını da çok veciz ifade buyurur: “Görenle görmeyen (âma) bir olmaz. Karanlıklarla aydınlık, gölge ile sıcak, dirilerle ölüler de bir olmaz! (Yani müminlerle kâfirler bir olmaz). Allah, dilediğine hakkı işittirir; sen, kabirde olanlara sesini elbette işittiremezsin.”28
Körü Körüne Ataları Taklit
İnzârın etkili olması ve fayda vermesi için bir şart da körü körüne ataları taklit etmemek; akıl, mantık ve muhakemeyi kullanarak hakikati aramaya gayret etmektir. Bu anlamda insanın içinde neşet ettiği aile veya toplumdan gelen inançlarını sorgulaması; bir çeşit hakikat ya da tahkik arayışı, kitabî/nebevî inzardan istifade etmesinin önemli bir vesilesidir: “İşte böylece senden önce, uyarıcı (نذير) bir Resûl gönderdiğimiz hiçbir şehir yoktur ki oraların (mütrefîni) yani varlıklı kişileri: ‘Biz babalarımızı bir dine bağlanmış gördük. Biz de onların izlerine uyduk!’ demiş olmasınlar.”29
Ayette de geçen ve üzerinde durulması gerekli bir kavram da (مترفين) mütrefîn terimidir. Maddi varlık ve rahatlık içerisinde şımarıp azan önde gelen kişileri/aristokrat takımı ifade eden bu tavır, insanın inzardan ve hidayet kaynağı Kur’ân ve peygamberlerden istifadesini engelleyen tehlikeli bir tutumdur. Bu açıdan hiçbir mütrefîn, uyarıya ihtiyaç hissetmeyeceği gibi herhangi bir kimsenin uyarısına da tahammül edemez.
Kur’ân bu yaklaşımla inançlarını sorgulamayan ve kayıtsız-şartsız atalarını takibi din haline getiren toplulukları uyandırmak için net bir soru sorar: “Onlara: ‘Gelin Allah’ın indirdiği buyruklara tâbi olun!’ denildiğinde: ‘Hayır, biz babalarımızı hangi inanç üzerinde bulduysak ona uyarız.’ derler. Babaları bir şeye akıl erdirememiş ve doğruyu bulamamış olsalar da mı onlara uyacaklar?”30
Kur’ân’ın burada verdiği önemli bir ilke, gelen vahiy üzerinde düşünmek; inançlarını akıl ve mantık süzgecinden geçirmek, bunu yaparken de doğruyu/hakikati bulmayı hedeflemektir. Zira mutlak doğru ataların dini değil Allah’ın dinidir. Mutlak hakikati atalar değil Allah belirler ve peygamberleri vasıtasıyla insanlığa duyurur. Mutlak doğrular akıl, mantık ve vicdanla/fıtratla çelişmez.
Risaletin ilk günlerinde Hz. Ali ile Peygamber Efendimiz arasında yaşanan şu diyalog çok önemli bir rehberlik içerir. Peygamberimizi bir gün namaz kılarken gören Hz. Ali, O’na “Bu yaptıklarınız nedir?” diye sorar. Rehber-i Ekmel, “Ey Ali, bu Allah’ın seçtiği/bildirdiği bir dindir. Ben seni bir olan Allah’a iman etmeye davet eder, insana ne faydası ne de zararı dokunmayan Lât ve Uzza putlarına tapmaktan da sakındırırım” der. Bunun üzerine Hz. Ali “Bu anlattıkların benim şimdiye kadar hiç işitmediğim bir şey. Babam Ebû Talib’e danışmadan bir şey diyemem.” diye cevap verir.
Fakat, Peygamber Efendimiz henüz davasını hem açıkça ilan etme emrini almadığı hem de Mekkeli müşriklerin tepkisine sebebiyet vermemek için “Ey Ali! Eğer teklifimi kabul edersen et. Yok eğer kabul etmeyecek olursan, gördüğünü ve işittiğini gizli tut; kimseye bir şey söyleme!” buyurur. Hz. Ali de bu ikaz üzerine sırrını muhafaza edeceğine dair söz verir. Ancak o geceyi düşünerek ve teklifi değerlendirerek geçiren Hz. Ali, şafak aydınlığı ile Efendimizin huzuruna gider ve “Allah, beni yaratırken Ebû Talib’e sormadı ki, ben de Allah’a iman ve ibadet etmek için gidip kendisine danışayım.” der ve Müslüman olur.31
Görüldüğü üzere o gün için on yaşındaki bir çocuk bile önce aklını kullanmanın gerekliliğini idrak eder, babaya/ataya danışma yerine önce teklifi kendi akıl, mantık ve muhakemesiyle değerlendirmesi gerektiği kanaatini ortaya koyar ve her zaman ata/baba değil, akıl, mantık ve kalbin sesinin esas alınması gerektiği ölçüsünü ders verir.
Kutsalla Alay Etmek
Yine insanoğlunun Kur’ân’ın ve peygamberlerin inzarından alıkoyan tehlikeli bir tavır da İslâmî ve imanî hakikatlerle alay etmesidir: “Halbuki Biz resulleri azap getirmeleri için değil, sadece iman edenleri Allah’ın rahmetiyle müjdelemeleri, inkâr edenleri ise bekleyen tehlikeleri haber verip uyarmaları için göndeririz. Kâfirler ise hakkı batılla ortadan kaldırmak için mücadele verirler. Onlar bütün âyetlerimizi, bütün uyarmalarımızı hep alay konusu yaparlar.”32
Batıla dalan ve hakikatlerle istihza eden bir insan, gerçeklere uyanma kabiliyet ve donanımını çürütür. Onun akıl, mantık ve muhakemesini alay ve komedi ipotek altına alır. En ciddi meseleler de bile düşünmek ve kendini sorgulamak istemez. Onun için adeta tek gerçek vardır o da ‘oyun, eğlence ve keyif almak.’ Artık onun için dünya bir oyun ve eğlenceden ibarettir. Hakikat ya da ebediyet arayışı sadece bir edebiyattır. Özgürce yaşantısının önündeki her engel, onun için hayatından çıkarılması gerekli tek hedeftir.
İnkâra Saplananlara da Uyarılar Fayda Vermez
İnkara dalmak ve sebep ne olursa olsun inançlarını sorgulamamak; bir yönüyle körü körüne bir yola girmek ve ilerlemek, ibret alıp imana ulaşabilmenin önünde tehlikeli bir engeldir. Onun içindir ki Kur’ân, “İnkâra saplananları ise ister uyar ister uyarma onlar için birdir, imana gelmezler.”33 buyurur. Zira onlar bilerek ve isteyerek inkârı tercih ettikleri için doğuştan sahip kılındıkları ‘hakikati keşfetme’ istidatlarını köreltir ve kalp gözlerini yok ederler.
Sonunda onların bu davranışı adl-i ilahînin, onların kalplerini ve işitme/anlama kabiliyetlerini mühürlemesine de bir davetiye olur: “Allah da onların kalplerini ve kulaklarını mühürler. Gözleri üzerinde de hakkı/hakikati görmeye/anlamaya. İşte onlar için büyük bir azap vardır.” İnkâr, dünyada da ahirette de insana büyük bir azap verir. İmanın aydınlığından, Kur’ân’ın rehberliğinden kendilerini mahrum bırakan kimseler, dünya hayatında maddi-manevi buhranlar yaşar, toplumsal ve ahlaki çalkantılarla sarsılır ve sonunda ahirette de ebedi bir cezaya maruz kalırlar.
Akıl, mantık ve hür iradeye sahipken, kâinat kitabının ayetlerine, Kur’ân’a ve Allah Resûlü’nün getirdiği hakikatlere itibar etmeyenler ve üzerinde düşünüp tefekkür yapmayanlar iman edemezler. Yani kalp, akıl, kulak ve gözlerini kullanmayanlar nasıl imana/hakikate ulaşsın ki? Bundan dolayıdır ki Kur’ân “-İşledikleri kötü ameller yüzünden- haklarında Rabbinin azap sözü kesinleşmiş olanlar iman etmezler. Hatta onlar kendilerine her türlü delil ve mu’cize gelse de can yakıcı azap gelinceye kadar inkârda diretirler.”34 buyurur. Kaldı ki kibir, bencillik, kendini beğenmişlik, önyargı, ihtiras ve inatçılık gibi psikolojik saplantılar, özleriyle hakikat arasında aşılmaz bir engel oluşturur. Ancak her durum ve şartta peygamberlere düşen görev tebliğdir. Muhatapları inanmasa hatta tepki de gösterse temsil ve tebliğden yılmamak ve vazgeçmemektir.35
Yazar: Dr. Selim Koç
Sitemizin yazarlarından Selim Koç, 1987 yılında Uludağ Ünv. İlahiyat Fakültesinde lisans eğitimini tamamladı. 1992. yılında aynı fakültede hadis ilimlerinde yüksek lisansını bitiren yazarımız, 2002 yılında Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde Tefsir alanında doktorasını tamamladı. Yazar, aynı yıllarda Tefsir, hadis, fıkıh, kelam ve tasavvuf alanlarında özel dersler almaya da devam etti. Yıllardır siyer alanında da okumalar yapan ve makaleler kaleme alan yazarımız sekiz yıldır sitemizde düzenli olarak yazmaktadır. Yazarımız, 1,5 yıl kadar Mekke ve Medine’de ikamet etmiş ve Allah Resûlünün hayatıyla ilgili pek çok mekanlara gitmiş ve özel araştırma ve incelemelerde de bulunmuştur.
Dipnot:
- Bkz. Bakara, 2/6; Yâsîn, 36/10
- Yunus, 10/101
- En’âm, 6/130; Zümer, 39/71
- Lokman, 31/33; Fâtır, 35/5
- Hadîd, 57/14
- Âl-i İmrân, 1/185; Hadîd, 57/20
- Buhârî, Zekât 47; Müslim, Zekât 123
- Müslim, Zikir 99
- Müslim, Cennet 55
- İbn Mâce, Zühd 1
- Tirmizî, Zühd 13
- Tirmizî, Zühd 43
- Buhârî, Humus 3; Müslim, Zühd 27
- Tirmizî, Zühd 44
- Yâsîn, 36/11
- Fâtır, 35/18
- En’âm, 6/51
- Naziat, 79/45
- Buhârî, İ’tisâm 5; Müslim, Fedâil 127
- Müslim, Salât 222
- Buhârî, Tefsîru’s-sûre, 5, 12; Müslim, Fezâil, 134
- Buhârî, Daavât 3; Müslim, Zikir 42
- Buhârî, Tefsîr 48/2; Müslim, Münâfikûn 81
- Tirmizî, Fedâilu’l-cihad 26 (1669)
- Münâvî, Feyzu’l-kadîr, 3/404 (3471)
- Bkz. Tirmizî, Daavât 84 (3502)
- Yâsîn, 36/69, 70
- Fâtır, 35/19-22
- Zuhruf, 43/23; Ayrıca bkz. Bakara, 2/180; A’râf, 7/28, 70; Yûnus, 10/78; Hûd, 11/62, 87; İbrâhim, 14/10; Enbiya, 21/53; Şuarâ, 26/74; Lokman, 31/21
- Bakara, 2/170; Maide, 5/104
- İbn Hişam, Sîre, 1/262
- Ahkâf, 46/3
- Bakara, 2/6
- Yunus, 10/96, 97
- Bkz. Ra’d, 13/40; Nahl, 16/82; Şûra, 42/48