Efendimiz’in (sas) Son Kurban Bayramı ve Mina’da Yaşananlar (10 Zilhicce 10 Hicrî)

349

Bilindiği üzere bugün bayram; günün yolculuğu, Minâ istikametinde ve cemerât, kurban, tıraş derken ihramdan çıkılacak ve yeniden Kâbe ile buluşulacak. 

Müzdelife’de bir müddet istirahat eden Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), ibadet güzergâhını mutâd ibadetleri yanında yenileriyle de süsleyebilmek için bugün de erken kalktı. İbadet dolu hayatını, farzları yanında nafileleriyle de süslüyordu. Aynı hassasiyet, âdeta Müzdelife’yi arı kovanı haline getiren ashâbda da vardı. Zira Peygamber olduğu halde O’ndaki bu iştiyak, azim ve kararlılığı görenler, şâhidi oldukları güzellikleri hayatlarına taşımayı vazgeçilmez bir vazife görüyor ve bunları yaşayabilmek için âdeta birbirleriyle yarışıyorlardı! 

Henüz sabah vakti girmemişti. Hazreti Sevde Validemiz, Efendimiz’in yanına gelmiş bir maruzatını arz ediyordu. Yürürken arkada kalacağından veya kalabalıklar arasında izdiham yaşamaktan endişe duymuş, insanlardan önce Minâ’ya doğru hareket edebilmek için Resûlullah’tan izin istiyordu. Bunu yaparken yalnız da değildi; onunla birlikte yanında, yürümekte zorlanan başka kadınlar da vardı ve Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), onlara izin verdi.

Onlara, Ümmü Seleme ve Esmâ Bint-i Ebî Bekir gibi başkaları da katılmıştı. Yürümekte zorlanan kadın ve zayıfların bulunduğu bu hey’etin, gecenin karanlığında güvenle gidebilmeleri için de başlarına, Hazreti Abdullah İbn-i Abbâs’ı rehber olarak tavzif etmişti.

Bir diğer annemiz Hazreti Âişe (radıyallahü anhâ), Müzdelife’den Mina’ya giderken yaşadığı sıkıntılardan dolayı, ince düşünen ve düşüncelerini böyle bir izinle taçlandıran bu insanları hatırlayacak ve izin alıp onlara katılmadığı için üzülüp hayıflanacaktı!

Beri tarafta hâlâ Müzdelife’de bulunan ve vaktin girişiyle birlikte ashâbına sabah namazını kıldıran Resûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem), yeniden Kasvâ’ya bindi ve Kuzah denilen dağa geldi. Câhiliyye dönemlerinde üzerinde bir ateşin yanıp durduğu bu dağı göstererek, “İşte burası Kuzah’tır!” buyurdu ve ilave etti:      

“Burası, vakfe yeri olduğu gibi Müzdelife’nin her tarafı da vakfe yeridir!”            

Bu beyanının arkasından kıbleye döndü ve Müzdelife vakfesine durdu. Bir miktar tekbir ve telbiye getirdikten sonra Allah’a hamd ü sena ederek yine dua edip yalvarmaya başladı.    

Hareket öncesinde son bir hatırlatma daha yaptı ve “Cemrede atılacak taşları toplayınız!” buyurdu. Bu arada, topladıkları taşları gösterip makbul olan büyüklüğün hangisi olduğunu anlamak isteyenler vardı. Onları görünce “Evet!” buyurdu. “İşte bunlar gibi! Siz, dinde aşırı gitmekten sakının; zira sizden öncekileri helâk eden şey dinde aşırıya gitmeleriydi!”            

Aynı zamanda bu, Müzdelife vakfesinin de bittiği anlamına geliyordu. Câhiliyye’deki uygulamadan farklı olarak Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), güneşin doğuşunu beklemeden ve telbiyeler eşliğinde Minâ’ya hareket etti. Güneşin Sebir dağı üzerinde doğacağı âna kadar Müzdelife’den hareket etmeyen eski uygulamalara kimsenin takılıp kalmaması ve İslâm’ın getirdiği yeniliği perçinleyebilmek için de şu uyarıyı yapıyordu:     

“Kureyşliler, İbrâhîm’in (aleyhi’s-selam) ahdine aykırı davrandılar. Câhiliyye halkı, güneş, dağların başında insanların başındaki sarık gibi göründüğü zaman Müzdelife’den dağılır, öyle dönerlerdi. Biz ise güneş doğmadan Müzdelife’den ayrılacak ve döneceğiz! Zaten bizim yolumuz onların yolundan farklıdır!”

Derken, arkasına bindirdiği Fadl İbn-i Abbâs ile birlikte Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ve Müzdelife’deki mahşerî kalabalık da Minâ istikametine doğru akmaya başladı. Telbiyelerle yer-gök inliyordu! Arafat’tan inişte olduğu gibi acele edenler, bir an önce Minâ’ya ulaşabilmek için şartları zorlayanlar vardı; bunları gören Nebiler Serveri’nden bir uyarı daha geldi:

“Ey insanlar! Sakin olunuz! Sukûnetle hareket ediniz!”

Bir aralık arkasındaki amca oğlu Fadl’a hitâb eden Allah Resûlü’nün, “Ey kardeşimin oğlu!” dediği duyuldu. “Bugün öyle bir gündür ki kim kulağına, gözüne ve diline sahip olursa affedilir.” diyor ve amca oğlunu ikaz ediyordu.           

Yolculuk esnasında Allah Resûlü’nün yanına yaklaşan Has’am Kabilesi’nden bir kadın, “Yâ Resûlallah! Babam devenin üzerinde duramayacak kadar yaşlı. Onun namına ben haccedebilir miyim?” diye bir soru sordu. Habîb-i Ekrem “Elbette!” buyurdu ve ilave etti: “Onun borcu olsaydı, sen onu ödemeyecek miydin?”    

Derken Muhassir adı verilen Müzdelife ile Mina arasında bulunan vadiye gelmişlerdi. Burası, Kâbe’yi yıkmak için tâ Yemen’den kalkıp gelen Ebrehe ve ordusunun, hiç beklemedikleri bir sırada bölük bölük kuşlarla hedef alındığı ve helâk edildiği yerdi. Allah Resûlü (sallalahu aleyhi ve sellem), buraya gelince devesini hızlandırdı ve daha seri sürmeye başladı. 

Habîb-i Kibriyâ, emr-i ilâhî neticesinde Hazreti İbrâhîm’in, oğlu Hazreti İsmâîl’i kurban etmek için yere yatırdığı “cemerât” denilen mekâna gelince durdu. Zira burada şeytan taşlanacaktı! Müzdelife’den toplanan taşların nasıl ve her bir cemreye kaçar tane atılacağı konusunda ashâbını bilgilendiriyor, o taşlardan birisini baş ve şehadet parmakları arasına yerleştirip herkese gösteriyor ve “İşte böyle tutarak atın!” buyuruyordu. Ardından “Ey insanlar!” dedi ve sözü bir kez daha ayrılığa getirdi: 

“Hac amellerinizi nasıl yapacağınızı benden öğreniniz! Bilmiyorum, belki de bu yılımdan sonra bir daha haccedemem!”      

Yüreğine düşen koru bir kez daha canlandırdığı ashâbına daha başka söyleyecekleri de vardı. Burada atacakları adımların sırılamasını ifade sadedinde, “Bugün ilk ibadetimiz, cemreleri taşlamaktır. Sonra kurban kesmek ve ardından da tıraş olmaktır.” buyurdu ve Minâ’da edâ edilecek menâsikin sıralamasını beyan etti.          

Fahr-i Âlem, Minâ vadisinin ortasında, Mekke solunda, Arafat ve Müzdelife de sağında kalacak şekilde durdu. Herkesin görebilmesi için de devesinin üzerinden inmemişti. Atası Hazreti İbrâhîm’in ta’lîm buyurduğu hac ibadetini, Cebrâil’in rehberliğinde insanlığa yeniden ders veriyordu! 

Abdullah İbn-i Abbâs’ın (radıyallahü anhümâ) anlattığına göre hac ibadeti farz kılındığında bundan hoşnut olmayan Şeytan, değişik yerlerde karşısına çıkarak Hazreti İbrâhîm’e vesevese vermiş ve onu, bu ibadetten alıkoymaya çalışmıştı. Sa’y esnasında şeytan karşısına çıkınca koşmaya başlayan Hazreti İbrâhîm onu geçmişti. Cibrîl-i Emin kendisini cemarâta getirmişti. Burada da karşısına çıkan Şeytan’a yedi taş atan Hazreti İbrâhîm, oğlu Hazreti İsmâîl’i kurban etmek için orta cemrenin yanına geldiğinde karşısında yine Şeytan’ı görünce yedi taş daha attı. Bu arada, üzerinde beyaz bir gömlek olan oğlu İsmâîl’i yere yatırmış kurban etmek üzereyken o, “Babacığım! Benim, bundan başka kefenleneceğim elbisem yok; onu çıkar da öldükten sonra onunla kefenleneyim!” demişti.

Oğlu İsmâîl’in bu teklifi karşısında Hazreti İbrâhîm, tam da gömleği çıkarmaya yönelmişti ki “Ey İbrâhîm! Rüyana sadık kaldın!” diye bir ses duymuştu. Sesin geldiği yöne döndüğünde, bambaşka bir manzara vardı. Arkasında beyaz renkli, boynuzlu ve güzel gözlü bir koç duruyordu!

Daha sonra Cebrâîl, Hazreti İbrâhîm’i uzaktaki cemreye götürmüştü ki Şeytan burada da musallat olmuştu; burada da ona yedi taş atan Hazreti İbrâhîm, Hazreti Cibrîl’in rehberliğinde Minâ’ya gelmişti. Ona, “Burası Minâ! İnsanların, hayvanlarını ıhtırıp istirahat ettikleri yerdir!” diye tarif etmişti.       

Şimdi ise O’nun zürriyyeti arasından seçilip gönderilen, Kâbe’yi inşâ ettikten sonra ellerini açıp da “Allah’ın âyetlerini ta’lîm, kitap ve hikmeti de öğretmek için gelişine” dua ettiği Âhir Zaman Peygamberi (sallallahu aleyhi ve sellem), arkasındaki cemaatin şahsında Kıyâmet’e kadar yaşayacak herkese yeni bir ta’lîmde bulunuyordu.

Atası İbrâhîm gibi O da (sallallahu aleyhi ve sellem), Büyük Akabe cemresi önünde durmuştu. Abdullah İbn-i Mes’ûd’a toplattığı yedi tane taşı aldı ve bunları, akla musallat olup kalbe dokunmak isteyen Şeytan’ı ve şeytânî dürtüleri hedef almışçasına atmaya başladı! Her bir taş için tekbir getiriyor ve bu esnada, “Allah’ım! diyordu. “Bu haccımı, makbul ve mebrûr bir hac olarak kabul et ve günahların affına vesile kıl!”

Bu arada cemrelere atılan taşların Efendimiz’e gelmemesi için Fadl İbn-i Abbâs’ın (radıyallahü anhümâ), bedenini sütre yaptığını görmekteyiz. Bu izdihama şahit olan Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), mübarek parmakları arasına aldığı taşları göstererek “Ey insanlar!” dedi ve şu ikazda bulundu: 

“Sakin olunuz! Burada birbirinizi öldürmeyiniz! Sizler, taşları atacağınız zaman küçük olanları seçin ve parmaklarınızla şöyle tutarak atın!”           

Attığı her adımı takip etmeyi ve her bir beyanını hayata geçirmeyi hedef haline getirmiş olan ashâbında bu Nebevî ikaz, hemen karşılık buldu. O dakikadan itibaren, “Çekil, çekil!” diyerek birbirini itip kakmadan taş atmaya özen göterir oldular. 

Minâ’da bulunan Akabe cemresine taş atma işi gerçekleşmiş ve böylelikle, bu ilk günkü “şeytan taşlama” işi de sona ermişti. Sona eren başka bir konu daha vardı; ihram giydiği andan itibaren her fırsatta telbiye getiren Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), bu andan itibaren telbiye getirmeyi de bırakmıştı.

Şimdi sırada, kurban kesmek vardı. Taşlama biter bitmez Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), Akabe cemresinden ayrıldı ve kurban kesim yerindeki mescide geldi. Gelir gelmez bir tembihi oldu: “Şüphesiz ki bu günler yeme, içme ve Allah’ı (Azze ve Celle) zikretme günleridir.” Ardından ilave etti:     

“Hacta kurban kesemeyenlerin tutacağı oruç hariç bu günlerde oruç tutmak yoktur!”

Ardından bir hutbe irade eden Efendimiz, Minâ’daki bu hutbeden hemen sonra kurban kesim yerine gitti ve bölgeyi kastederek, “Burası, kurban kesme yeridir!” buyurdu ve ilave etti:

“Minâ’nın her tarafı kurban kesme yeridir! Bütün teşrik günlerinde de kurban kesilebilir! Mekke’nin bütün vadileri de kurban kesme yeridir!”     

Ardından Akabe cemresinin yanında bulunan mescide yakın bir yere geldi ve “Yâ Eba’l-Hasen!” diyerek yanına damadı Hazreti Ali’yi çağırdı. Huzura gelen Hazreti Ali, niçin çağırıldığını anlamış ve hazırlığını da çoktan yapmıştı. Gelir gelmez, kurbanlıklarını kesmesi için elinde tuttuğu bıçağı Allah Resûlü’ne uzattı.

Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), kurbanlık olarak işaretlenen develerin yanına geldi ve açıktan besmele çektikten sonra kurban kesmeye başladı. Kurbanlık develerini, ayakta kesiyordu. İncinmemeleri için ihtimam gösterdiği, daha az acıduymaları için kesme işini bir hamlede yaptığı görülüyordu! Kaçıp serkeşlik yapmamaları ve başkalarına da zarar vermemeleri için develerin sol ayağı bağlıydı.

Herkesin imrenerek seyrettiği Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), kurban olarak o gün, Allah’ın kendisine ihsan ettiği ömür kadar (63) deveyi kurban etti. Geri kalanlarını kesmesi için elindeki bıçağı Hazreti Ali’ye verdi ve kalan 37 deveyi de o kesti. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), annelerimiz için de ortak bir sığır kurban etmişti.      

Kurban edilen hayvanların etlerinden birer parça alınmasını emreden Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), bunları bir çömlekte pişirtti ve hem kendisi yedi hem de ailesine gönderip onlara ikram etti. Kurban edilen develerden geriye kalan etleri ise fakirlere dağıttırdı. Bu arada bir de ikazı vardı; kurban edilen hayvanların kelle ve ayakları, ücret olarak kasaplara verilmeyecekti. Zira Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), “O ücreti biz veririz!”  buyuruyordu.   

Resûlullah’ın kurbanlarını kesmeye başladığını gören ashâb-ı kirâm da kurban kesme işlemine başlamış ve O’ndan gördükleri şekilde ibadetlerinin sonuna gelmişlerdi. Kurban etlerini, üç gün boyunca kalacakları Minâ’da yiyecek, kalanı da azık yapacaklardı. Zira Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) onlara, “Kurban etlerini yiyin ve kalanı da azık yapın!” buyurmuştu.       

Kurbanların kesilmesiyle birlikte sıra traş olmaya gelmişti. Resûlullah da bir kenarda saçlarını traş ettirecekti ki orada, elinde bıçak bekleyen Süheyl İbn-i Amr ile göz göze geldi. Mekke fethine kadar küfrün başını çeken ancak fetih sonrasında gözü yaşlı ve hassas bir mü’nine dönüşen Hazreti Süheyl, hâl diliyle kendi kurbanını da Resûlullah’a kestirmek istemekteydi. Onun bu talebini geri çevirmeyen Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), Süheyl İbn-i Amr’ın kurbanını da kesiverdi. 

Saçlarını traş ettirmek için ashâb arasından Ma’mer İbn-i Abdullah’ı çağırmıştı Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem). Niçin çağrıldığını çok iyi bilen Hazreti Ma’mer, usturası ve diğer malzemeleriyle birlikte hemen huzura geldi; mübarek yüzlerine bakıyor ve başlamak için emir bekliyordu. Bu esnada Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), “Ey Ma’mer!’ diye seslendi ve mütebessim bir çehreyle “Allah’ın Resûlü, kulağının yumuşağından itibaren başını, elinde usturan olduğu halde sana teslim etti!” buyurdu. Resûlullah’ın latifesiyle işe başlayan Hazreti Ma’mer de şöyle diyordu:          

“Vallahi yâ Resûlallah! Muhakkak ki bu vazife bana, Allah tarafından ihsan buyurulan bir nimettir!” 

Allah Resûlü’nün mukabelesi de “Evet; öyledir!” şeklindeydi.     

Hazreti Ma’mer (radıyallahü anh), Resûlullah’ı (sallallahu aleyhi ve sellem) sağ tarafından başlayarak traş ede dursun, O’nun mübarek saçlarının bir telini bile  yere düşürmemek için koşuşturanlar vardı. Başının ön tarafı traş edilirken Allah Resûlü’nün yanına yaklaşan Hâlid İbn-i Velîd, “Anam-babam sana feda olsun Yâ Resûlallah! Alnının saçını bana ver ve hiç kimseyi bu hususta bana tercih etme!” demiş ve bunun için âdeta Allah Resûlü’ne yalvarmıştı. Onun bu talebini geri çevirmeyen Efendimiz de (sallallahu aleyhi ve sellem), ön perçemine denk gelen saçlarını Hazreti Hâlid’e verdi. Cephelerin aranan kumandanı Hazreti Hâlid, çocuklar gibi sevinmişti. Onun bu sevincini takip edenler, aldığı saç tellerini yüzüne gözüne sürdüğünü görüyor, ardından da sarığının ön tarafına özenle yerleştirdiğine şahit oluyorlardı!  

O gün, Efendimiz’in saç tellerinin yere düşmemesi için tehâlük gösterenlerden birisi de Hâlid İbn-i Velîd’in en yakın arkadaşlarından birisi olan Süheyl İbn-i Amr idi. Hudeybiye’de işi zorlaştıran, anlaşma metnindeki besmeleden‘Rahmân’ ve ‘Rahîm’ isimlerini sildiren, imzadaki ‘Resûlullah’ kelimesine bile tahammül edemeyip ‘Abdullah’ın Oğlu Muhammed’ diye değiştirten Süheyl! Ne kadar da değişmişti! Aynı Süheyl şimdi avucunu açmış ve Resûlullah’ın mübarek başından düşen saç tellerini topluyordu! Bu arada yere dökülenler de vardı; onları da teker teker alıyor, toz ve toprağını silkeledikten sonra yüzüne gözüne sürüyor ve hıçkıra hıçkıra ağlıyordu! Onun bu hâlini uzaktan seyreden Hazreti Ebû Bekir (radıyallahü anh), Süheyl İbn-i Amr’ın Hudeybiye’deki hâlini hatırlamış, herşeye rağmen ona da İslâm’ı bahşeden Allah’a hamd ediyordu!

Bu manzaralara şâhid olan Habîb-i Kibriyâ Hazretleri, yanına Ebû Talhâ’yı çağırarak sağ ve sol tarafından kesilen saç tellerini, “Halk arasında bölüştür!” diyerek ona teslim etti.

Hazreti Ma’mer (radıyallahü anh), saç traşını bitirmişti ki Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) kendisine, hayranlıkla mübarek yüzlerine bakan Süheyl İbn-i Amr’ın saçlarını da traş etmesini söyledi.     

Ashâb-ı kirâmın bir kısmı, Efendimiz’in yaptığı gibi saçlarını ustura ile kökünden kazıtmış, diğer kısmı ise makasla kısaltmayı tercih etmişti.

Bu sıralarda Allah Resûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem), “Allah’ım! Kökünden kazıtmak suretiyle saçlarını tıraş edenlere mağfiret buyur!” diye dua ettiği duyuldu. Pür-dikkat kesilmişlerdi; Hudeybiye’de olduğu gibi yine kısaltanlardan hiç bahsetmemiş ve doğrudan ustura ile kökünden kesenlere dua ediyordu! Bu durumu fark edenler, diğerlerinin de duadan mahrum kalmaması için, “Yâ Resûlallah!” dediler. “Kısaltanlara da desen!”            

Ellerini kaldırıp dua eden Fahr-i Âlem’in duruşu hiç değişmedi ve yine, “Allah’ım!” dedi. “Saçlarını kazıtanlara mağfiret buyur!”      

Şimdi daha çok dikkat kesilmişlerdi; Resûlullah’ın bu tercihi iradî gibi gözüküyordu. Emin olmak için aynı niyetle bir kez daha “Ey Allah’ın Resûlü!” dediler. “Kısaltanlara da!”  

Bu talebe rağmen Nebevî duruşta bir değişiklik yoktu az önceki duasını bir kez daha tekrarladı. Bunun üzerine saçını makasla kısaltanlarda büyük endişe ve telaş başgöstermişti. Bir kısmı itibariyle ihramdan çıkarken kökünden kazıtma dışında traşta başka bir alternatifin olmadığı şeklinde bir algı oluşmaktaydı ki Fahr-i Âlem Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), dördüncüsünde “Ey Allah’ım!” buyurdu. “Saçlarını kısaltanlara da mağfiret buyur!”

Derin bir nefes almışlardı; bu Nebevî duruştan çıkardıkları sonuç, saçları kökünden kesip kazıtmanın, makasla kısaltmaktan daha faziletli olduğu şeklindeydi. Meseleyi Kur’ân’ın çizgisinde değerlendirenler, onun da önce ustura ile kökten kesip kazıtmaktan bahsettiğini, ardından kısaltmayı zikrettiğini hatırlamışlardı! Aralarından birisi ileri atılıp, “Yâ Resûlallah! Saçlarını kazıtanlara niçin üç kere dua ettin de kısaltanlara bir kere dua ettin?” diye sordu.Bu kadar açık soruya karşılık Nebevî cevap da “Onlar, verilen emri yerine getirmede hiç tereddüt etmediler!” şeklinde oldu.    

Kadınların durumu daha farklı idi. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), “Kadınlara tıraş değil, saçlarından kırpmak vardır!” buyurarak onların fıtratına uygun bir kesme şeklini tarif etmişti.

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.