Hz. Âişe Validemizle Evlilik (Şevval 1 Hicrî)

406

       Allah Resûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) hicretinin üzerinden yedi ay geçmiş, Mescid‑i Nebevî inşa edilmiş ve etrafında yeni bir medeniyet şekillenmeye başlamıştı; zulmün hükümfermâ olduğu Mekke’de Kur’ân’a hasret kalan kulaklar, medeniyete maya olan Medîne semalarından yükselen beş vakit ezan sesiyle uyanıyor ve insanlar, ilâhî kelâmı terennüm etmede âdeta birbirleriyle yarışıyordu!

       Beri tarafta, Allah Resûlü’ne (sallallahu aleyhi ve sellem) Cibrîl‑i Emîn gelmiş, Hazreti Âişe’yi kastederek:

       – Onu nikâhına al; çünkü o senin ehlindir, demişti.

       Çok geçmeden huzura Hazreti Ebû Bekir de geldi:

       – Yâ Resûlallah, diyordu. “Ehlinle aynı çatı altında olmanıza mâni olan bir şey mi var?”

       – Sadâk,[1]diye cevapladı Efendiler Efendisi. Ancak Hazreti Ebû Bekir için bunun ne önemi vardı! Hemen devreye girdi ve Efendimiz’e (sallallahu aleyhi ve sellem), kızı Hazreti Âişe’in mehri için gerekli olan bedeli takdim etti.[2] Allah Resûlü de(sallallahu aleyhi ve sellem), hiç bekletmeden onu Hazreti Âişe’ye gönderdi.[3]

       Diğer tarafta, beden itibariyle zayıf bir yapıya sahip olan Hazreti Âişe (radıyallahu anhâ), hicret yolculuğunun akabinde hastalanmıştı.[4]Üstelik hastalık, nahîf bünyesini daha da zayıflatmış, hatta saçları bile dökülmeye başlamıştı. Anne Ümmü Rûmân, kızını bir an önce eski sağlığına kavuşturabilmek için çırpınırcasına koşturuyordu. Nihayet bir ay devam eden bu süreçte Ümmü Rûmân’ın gayretleri netice vermiş ve yeniden eski sağlığına kavuşan Hazreti Âişe (radıyallahu anhâ), bir miktar da kilo almıştı.[5]

            Hazreti Ebû Bekir (radıyallahu anh), şartları zorluyordu; yine kendi imkânlarını ortaya koydu ve kızı Âişe ile Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) ailecek yaşayabileceği bir mekanın yapımı için ön ayak oldu. Bu gayretler, inşaatı yeni tamamlanan Mescid‑i Nebevî’nin hemen bitişiğine iki küçük odanın yapımıyla sonuçlandı; birisinde Hazreti Sevde, diğerinde ise Hazreti Âişe kalacaktı!  

       Hicretin üzerinden sekiz ay[6] geçmiş, Şevvâl[7]ayına gelinmişti. Önceden planlandığı şekliyle anne Ümmü Rûmân,[8] kızı Âişe’yi yanına aldı ve Ensâr kadınlarının toplandığı meclise getirdi. Dünyanın en bahtiyar gelin adayını gören ve ardından gıpta ile bakan her bir Ensâr kadını:

       – Hayır ve bereketi bol, saâdeti de ziyâde olsun, diyordu. Her birisinde ayrı bir telaş nümâyândı; Hazreti Âişe’yi zifâfa hazırlayacak ve böylelikle Medîne’de, yarınlara yön verecek bahtiyar bir yuva kurulacaktı![9]

       Ve.. derken bir “duhâ” vakti Hazreti Âişe (radıyallahu anhâ), yanında Esmâ Bint‑i Yezîd gibi arkadaşları olduğu halde risâlet mektebine ilk adımını attı.  

       Her şey bambaşkaydı ve o güne kısmen de olsa korku ve endişe duyarak giren Hazreti Âişe’nin, huzur‑u risâlete girer girmez ayrı bir sükûn yaşadığı görülüyordu.[10] Yanına girdiğinde Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) ona, bir kâse süt ikram etmişti. Zaten yanında başka da bir şey yoktu. Fıtratın Peygamberi (sallallahu aleyhi ve sellem), belli ki onu da fıtrî olana davet ediyordu. Zira yıllar öncesinde Cibrîl‑i Emîn O’na da (sallallahu aleyhi ve sellem) böyle bir süt takdim etmiş, tercihini sütten yana kullanınca da fıtratı tercih ettiğini haber vermişti.[11]  

       Önce çekinmişti; utancından başını eğmiş, Resûlullah’ın kamer misal yüzüne bakmaya cesaret edemiyordu! Arkadaşları devreye girdi ve:

       – Resûlullah’ın elinden onu al ve sakın onu geri çevirme, dediler. Bunun üzerine Hazreti Âişe (radıyallahu anhâ), Allah’ın en sevgili kulunun elinden kâseyi aldı ve sütü içmeye başladı. Habîb‑i Kibriyâ Hazretleri:

       – Arkadaşlarına da ver, buyurdular. Ancak bunu duyunca onlar:

       – İştahımız yok, diyorlardı. Belli ki utanmışlardı! Bu kadarını bile doğru bulmayan ve en doğru olanı ikâme için risâletle serfiraz kılınan Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) yeniden devreye girdi ve:

       – Açlık ve yalan, aynı yerde bir araya gelmez, buyurdu. Bunu duyan Hazreti Esmâ:

       – Yâ Resûlallah, dedi. “İştahı olduğu halde bizden birisi, ‘İştahım yok!’ dediğinde, bu da yalan sayılır mı?”

       Her hâlinde hikmet nümâyân olan Habîb‑i Kibriyâ Hazretleri:

       – Evet, buyurdu. “Yalan, yalan olarak kayda geçtiği gibi yalancık da yalancık olarak kaydedilir!”[12]

       Diğer tarafta Hazrec’in lideri Sa’d İbn‑i Ubâde (radıyallahu anh), durumdan vazife çıkarmış ve Allah Resûlü’nün velîmesini hazırlamıştı;[13] böylelikle, âlâyiş ve gösterişten uzak ve olabildiğince sade bir velîmeyle nikâh tamamlanmış oluyordu. 

       Bundan böyle Hazreti Âişe’nin (radıyallahu anhâ), hicretinden bu yana Beni’l-Hâris İbni’l-Hazrec mahallesinde devam edegelen günleri[14] son bulmuş ve onun için, Mescid-i Nebevî’nin hemen bitişiğindeki bu hücrede yepyeni bir hayat başlamıştı.[15]  

       Saâdet hânesine, yarınların muallimi olacak bir fıtrat dâhil olmuştu; zira onun, ümmetin muttali olmadığı zamanlarını da görüp Habîb‑i Kibriyâ Hazretleri’ni yakından takip edecek ve insanlık adına hükümler çıkaracak müthiş bir ufku, gelişmeleri kendi haline bırakmayan müdakkik bir fıtratı, hâdiselerin peşinden koşup kavrayan üstün bir zekâsı ve görüp duyduklarını başkalarına anlatmada müthiş bir beyan gücü vardı. Böylelikle Allah (celle celâluhu), bütün insanlığa rehber olarak gönderdiği Habîb‑i Ekrem’ini, bir de böyle bir kabiliyetle yakın takibe aldıracak ve ümmet için, bilhassa aile hayatı ve kadınlık âleminin gizli kalması muhtemel yönleriyle ilgili yeni açılımlara kapı aralayacaktı. Zira O (sallallahu aleyhi ve sellem), kadın erkek herkesin peygamberi ve yine her bir ferdin, arkasından gitmesi gereken Rehber‑i Ekmel idi.

       Zaten Hazreti Âişe (radıyallahu anhâ), âdeta sırf bunun için yaratılmış ve bugüne kadar da bu istikamette yetiştirilmiş gibi duruyordu. Her şeyden önce cehâlet ve Câhiliyye’ye karşı açık tavırlı[16] ve daha İslâm’ın ilk günlerinden itibaren işin içinde olan ve merkezinde duran tertemiz bir ailenin ferdi olarak dünyaya gelmişti[17] ve bundan böyle İslâmî ilim geleneğinin temel taşı ve en kilit ismi olarak temeyyüz edecekti. İlk müslüman olanlardandı;[18] gözünü İslâm’ın aydınlık dünyasında açmış ve bugüne kadarki hayatını da hep bu çizgide devam ettirmişti.[19] Bundan böyle nâzil olan her yeni âyetin, Peygamber Efendimiz’den sâdır olan her bir beyanın, İslâm’ı tercih eden her yeni yüzün ve yaşanan her bir hâdisenin, onun dünyasında ayrı bir yeri vardı ki büyük çoğunluk itibariyle bunları sonraki nesillere aktaran da o olacaktı.   

Resûlullah’a zevce olacak bir fıtratta, Habîbullah’ın ilmini istikbale taşıyacak bir donanımda yaratılmıştı.[20] Müthiş bir zekaya sahipti; görüp duyduğu her şeyi kaydetmekte, kaydettiklerini önceki malumatıyla kıyaslayarak yeni sonuçlar üretmekte ve tenakuz gibi duran veya içinden çıkamadığı hususları da mutlaka Resûl-i Ekrem’e sorup cevabını almakta, hafızasına aldığı her bilgiyi de işleyip her zaman kullanılabilir bir kıvama getirmekteydi. 

Aşkın bir öğrenme iştiyakı vardı; âdeta o, peygamber yolunun tespit ve taşıyıcısı olma misyonuyla tavzif edilmiş gibiydi ve zaten Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) ile evliliği de bu misyonu edâ maksatlı ilâhî bir yönlendirme sonucunda gerçekleşmişi.[21]     


[1]Sadâk, evlilik esnasında gelin adayına verilen ve tamamen onun tasarrufuna bırakılan maddi imkâna verilen isimdir.  

[2]O gün Hazreti Ebû Bekir’in (radıyallahu anh)takdim ettiği miktar, on iki buçuk ukiyye idi. Âişe Validemiz’in mehri konusunda da farklı bilgiler vardır. Bazıları onun, 50 dirhem değerinde bir ev olduğunu söylerken (Bkz. İbn-i Mâce, Nikâh 17; Taberânî, Evsat 1/146; İbn-i Ca’d, Müsned 1/301; Müslim, Nikâh 78; Hâkim, Müstedrek 4/5; İbn Sa’d, Tabakât 8/59, 161) diğer bazıları da bu miktarın, dört yüz dirhem (Bkz. İbn-i Hişâm, Sîre 6/57) olduğunu ifade etmektedirler. Muhtemelen bu ihtilaf, nakit olarak takdim edilen ile ev olarak inşâ edilen iki alternatiften kaynaklanmaktadır.

[3]Belli ki bu davranışıyla Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), ümmetine ders veriyordu; zira o güne kadar kadın, mehir dâhil her türlü haktan mahrum bırakılıyor, üstelik mehir olarak damat tarafından verilen bedel kız babasının tasarrufunda tutuluyordu. Her gün yeni bir uygulamayla toplumda yerleşmiş yanlışlıklar, uygulamalı olarak ortadan kaldırılıyor ve yerine kalıcı bir yol tayin ediliyordu! Bkz. Taberânî, Kebîr 23/25 (60); İbn-i Sa’d, Tabakât 8/63; İbn-i Abdilberr, İstîâb 4/1937

[4]Hicret sonrasında hastalanan sadece Hazreti Âişe değildi; babası Hazreti Ebû Bekir (radıyallahu anh) ve Hazreti Bilâl (radıyallahu anh) gibi sahâbîler de hastalanmış, bir müddet yatakta istirahat etmek durumunda kalmışlardı. Bkz. İbn-i Hişâm, Sîre 1/347, 348

[5]Bkz. Buhârî, Fezâilu’s-Sahâbe73; İbn-i Mâce, Nikâh 13; Ebû Dâvûd, Edeb 63

[6]Bazı rivayetlerde bu nikâhın, hicretin ikinci yılında ve Bedir sonrasında gerçekleştiği de ifade edilmektedir. Bkz. Tirmizî, Nikâh 9; Aynî, Umdetü’l-Kârî 1/45

[7]Bu evlilikte Şevvâl ayının tercihi de ayrıca manidardı; zira o gün bazı insanlar, Şevvâl ayında kıyılan nikâhların sağlıklı olmayacağını düşünüyor, karı koca arasında huzursuzluğun baş göstereceğine inanıyor ve dolayısıyla da bu evliliklerin devam etmeyeceği sonucuna varıyordu. Onlara göre bu, iki bayram arasında kıyılan nikâh demekti ve başlı başına bir uğursuzluk sebebiydi! Gerekçeleri ise yıllar önce baş gösteren ve birçok insanın ölümüne sebep olan tâun idi. Onlara göre bu tâunun sebebi, Şevvâl ayında yapılan evliliklerdi ve başlarına yeniden böyle bir sıkıntı açmamak için özellikle bu ayda nikâh kıymaktan uzak duruyorlardı! Bkz. İbn-i Sa’d, Tabakât 8/60, 61. Bunun içindir ki Âişe Annemiz, hâlâ kalıntıları devam etmekte olan bu anlayışın tamamen toplumdan sökülüp atılabilmesi için gençlerin Şevvâl ayında evlendirilmelerini teşvik ediyor, Câhiliyye döneminden kalma bu yanlış telakkiye bir darbe daha indirmek için nikâhların Şevvâl ayında kıyılmasını istiyordu. Bunun için kendini ortaya koyacak ve “Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), benimle Şevvâl ayında nişanlandı ve yine Şevvâl ayında nikâh kıydı; söyler misiniz, Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)nezdinde hangi hanımı, muhabbet yönüyle benden daha öndedir!” diyerek muhataplarının zihnindeki endişeleri yok ediyordu. Bkz. Müslim, Nikâh 73; Tirmizî, Nikâh 9; Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned 6/206 (25757); İbn-i Mâce, Nikâh 53

[8]Arkadaşlarıyla birlikte iken Hazreti Âişe’yi alıp da zifâfa hazırlayanın, Ensâr’dan Ümmü Atıyye olduğu da ifade edilmektedir. Bkz. İbn-i Sa’d, Tabakât 8/59

[9]Bkz. Buhârî, Fezâilu’s-Sahâbe 73; Müslim, Nikâh 69; Ebû Dâvûd, Edeb 63; İbn-i Mâce, Nikâh 13; Dârimî, Nikâh 56; İbn-i Sa’d, Tabakât 8/58; Taberânî, Kebîr 23/25

[10]Bkz. Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ 9/227

[11]Bkz. Müslim, İman 259; Ebû Ya’lâ, Müsned 6/216

[12]Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned 6/438 (27511); 6/458 (27632); 6/459 (27639); Heysemî, Mecmau’z-Zevâid 1/142; 4/50; Taberânî, Kebîr 24/155; İbn-i Ebi’d-Dünya, Mekârimi’l-Ahlâk 1/54 (149)

[13]Bkz. Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned 6/210; Tahmâz, es-Seyyidetü Âişe 30

[14]Buhârî, Fezâilu’s-Sahâbe 73; Ebû Dâvûd, Edeb 63; Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned 6/210 

[15]O güne kadar Resûlullah da(sallallahu aleyhi ve sellem), Hâlid İbn-i Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin evinde misafir kalmıştı. 

[16]Babası Hazreti Ebû Bekir (radıyallahu anh), her şeyin günaha çağırdığı Câhiliyye döneminde içki, kumar, zina ve puta tapma gibi olumsuzluklara kapalı kalan ender insanlardan birisidir. Detay bilgi için bkz. Suyûtî, Târîhi’l-Hulefâ 56; Sallâbî, Ebû Bekr es-Sıddîk Şahsiyyetuhû ve Asruh 26 vd.

[17]Dünyaya geldiği tarih hakkında kaynaklar, birbirine tezat gibi duran farklı bilgiler nakletmektedir ve bu kaynakların bütünü nazara alındığında onun, risâlet öncesi bir tarihte dünyaya gelmiş olduğu anlaşılmaktadır. Bkz. Haylamaz, Mü’minlerin En Mümtaz Annesi Hazreti Âişe 433 vd.

[18]Konuyla ilgili rivayetlerin geneli değerlendirildiğinde o gün Hazreti Âişe’nin, 5 veya 6 yaşında olduğu anlaşılmaktadır. Habbâb İbn-i Erett, Umeyr İbn-i Ebî Vakkâs, Ayyâş İbn-i Ebî Rebîa, Abdullah İbn-i Cahş, Âmir İbn-i Füheyre gibi sahâbenin önde gelenlerinden de önce ve ablası Esmâ ile birlikte gelip müslüman olmuştur. Bkz. İbn-i Hişâm, Sîre 1/271

[19]Hazreti Ebû Bekir’in, ilk günlerden itibaren evinin bir köşesini Kur’ân okuyup namaz kılmaya tahsis ettiği bilinmektedir. Bkz. Buhârî, Salât 86, Kefâle 5, Menâkıb 45. Efendimiz sabah-akşam evlerine gelir ve daha ilk günden itibaren Ebû Bekir ailesine ayrı bir önem verirdi. Bkz. Buhârî, Menâkıb 45, Büyû’ 58, Kefâle5, Edeb 64

[20]Mekke yıllarını düşündüğümüzde, o günkü şartlara göğüs gerebilecek ve aynı zamanda maddi imkânlarıyla İslâm’a zahîr olacak konumdaki bir annemizi, Hazreti Hadîce’yi Efendimiz’e zevce olarak lutfeden Allah (celle celâlühü), ilmin merkezi tuttuğu ve Kıyâmet’e kadar herkesi ilgilendirecek böylesine önemli bir konum için de Allah Resûlü’ne Hazreti Âişe’yi eş olarak takdir etmiştir. 

[21]Resûlullah’a yıllar önce arz edilmiş ve istikbalde kendisine zevce olacağının müjdesi verilmiştir. Bkz. Buhârî, Ta’bîr 21, Nikâh 9, 36; Müslim, Fezâilu’s-Sahâbe 79; Tirmizî, Menâkıb 63; Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned 6/41 (24188), 6/128 (25015) 

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.