Nebevî Eğitimin İlkeleri: “HİKMETLE UYAR!” (2)

411

Nebevî Eğitim

Allah Resûlü kendisine vahyedilen kitabı ve verilen hikmeti öğretiyor bunu da hikmetle yani en isabetli yöntemle yapıyor; muhataplarını yanlışlardan ve her türlü kötülüklerden arındırırken onların kalplerini kırmıyor, uzaklaştırmıyor bilakis kendine daha da yaklaştırıyordu. Yaptığı özlü uyarılar ve verdiği hikmetli cezalarla Allah’a ve Resûlüne olan iman, irfan ve sevgilerini katlıyor; onları kalp ve ruhun derece-i hayatına çıkarıyordu. Onlara kazandırdığı şuurla/vicdanla bazen kendisinin uyarmasına ya da maddi-manevi cezalandırmasına ihtiyaç bırakmıyor, cezalarını kendileri veriyordu. Cezayı hak edince yalan söylemiyor, aleyhlerine olsa bile doğruluktan ayrılmıyor; tövbeleri kabul olacağı ana kadar gözyaşlarıyla cezalarını çekiyor, hasretle affedilecekleri anı bekliyorlardı.

Nebevî Eğitim 1 :Seferden Geri Kalanlarla Konuşmama Cezası

Allah Resûlü geçerli bir mazeretleri olmadığı halde Tebük seferine katılmayan Mürâre İbn-i Rebî` el-Amrî, Hilâl İbn-i Ümeyye el-Vâkıfî ve Ka’b İbn-i Mâlik’i dinlemiş ve onlara haklarında Allah hüküm vereceği ana kadar beklemelerini söylemiş ve bu arada kendileriyle görüşülüp-konuşulmasını da yasaklamıştı. O dönemde yaşadığı ağır imtihanı Hz. Ka’b şöyle anlatır:

“İnsanlar bizimle konuşmaktan kaçındılar veya bize karşı tavırlarını tamamen değiştirdiler. Yer yüzü bize dar gelmeye başladı. Sanki burası benim memleketim değildi. Elli gün böyle geçti. İki arkadaşım boyunlarını büktüler; ağlayarak evlerinde oturdular. Ben ise onlardan daha genç ve dayanıklı idim. Dışarı çıkarak cemaatle namaz kılar, çarşılarda dolaşırdım. Fakat kimse benimle konuşmazdı. Bazen Mescid-i Nebevî’de namaz bittikten sonra Resûlüllah’ın yanına gelir, kendisine selâm verirdim. Kendi kendime ‘Acaba selâmımı alırken dudaklarını kıpırdattı mı kıpırdatmadı mı’ diye sorardım. Bazen ona yakın bir yerde namaz kılar ve sezdirmeden kendisine bakardım. Ben namaza durunca bana doğru döner, kendisine baktığım zaman da ise yüzünü çeviriverirdi.

En yakın arkadaşlarının da kendisine karşı bu sert tutumları uzun süre devam edince, bir gün amcasının oğlu ve en çok sevdiği insan olan Ebû Katâde’nin bahçesine gider ve duvardan içeri atlar ve selâm verir. Ancak o selamını dahi almaz. Buna çok içerlenen Hz. Ka’b kendisine “Ey Ebû Katâde! Allah adına yemin ederek soruyorum. Benim Allah’ı ve Resûlünü ne kadar sevdiğimi bilmiyor musun?” diye sorar. O ise hiç oralı olmaz ve kendisine cevap bile vermez. Ona tekrar yemin ederek sorduğunda ise yine ses vermez. Bir kez daha yeminle sorunca “Allah ve Resûlü daha iyi bilir.” der. Bunun üzerine gözlerinden yaşlar boşanan Hz. Ka’b oradan büyük bir inkisarla ayrılır.

Bu olayın üzerinden tam kırk gün geçer. Haklarında bir vahiy gelmediği gibi şartlar daha da ağırlaştırılır. Allah Resûlü onlara hanımlarından da ayrı yaşaması gerektiği haberini gönderir. Sadece Hilâl İbn-i Ümeyye’nin hanımı, eşinin çok yaşlı olmasını beyan ederek hizmeti için izin ister Allah Resûlü de kendisine müsaade eder.

Bu vaziyette on gün daha geçer. Gerisini Hz. Ka’b İbn Mâlik‘ten dinleyelim: “Bizimle konuşulması yasaklandığından bu yana tam elli gün geçmişti. Ellinci gecenin sabahında, evimin damında sabah namazını kıldım. Canım iyice sıkılmış, onca genişliğine rağmen yeryüzü bana dar gelmiş bir vaziyette otururken, Sel’ dağının tepesinden, birinin var gücüyle “Kâb İbn-i Mâlik! Müjde, Müjde!” diye bağırdığını duydum. Sıkıntılardan kurtulma vaktinin geldiğini anlayarak hemen secdeye kapandım. Meğer o gün Allah Resûlü sabah namazını kıldırtıktan sonra, Rabbimizin tövbelerimizi kabul ettiğini ilân etmiş. Bunun üzerine halk bize müjde vermeye koşmuş. İki arkadaşıma da başkaları gitmiş. Bunlardan biri bana doğru atıyla gelmiş.

Eslem kabilesinden bir diğer müjdeci ise koşup Sel’ dağına tırmanmış, onun sesi atlıdan önce bana ulaşmış. Diğer müjdeci yanıma gelip beni tebrik edince, sırtımdaki elbiseyi de çıkarıp bu muştusuna karşılık ona giydirdim. Vallahi o gün giyecek başka elbisem yoktu. Emanet bir elbise bulup giydim ve Peygamber Efendimizi görmek için hemen yola koyuldum. Beni grup grup karşılayan sahâbîler tövbemin kabul edilmesi sebebiyle tebrik ediyor ve ‘Allah Teâlâ’nın seni bağışlaması kutlu olsun!’ diye selamlıyorlardı. Nihayet Mescid’e vardım. Allah Resûlü, etrafında halka olan ashabın ortasında oturuyordu. Talha İbn-i Ubeydullah hemen ayağa kalktı ve koşarak yanıma geldi, elimi sıktı ve beni tebrik etti. Vallahi muhâcirlerden ondan başka kimse ayağa kalkmadı.”

Hz. Kâ’b sözüne şöyle devam eder:

“Peygamberimize selam verdiğimde yüzü sevinçten parıldayarak ‘Dünyaya geldiğinden beri yaşadığın bu en hayırlı gün kutlu olsun!’ buyurdu ve beni tebrik etti. Ben de kendisine ‘Yâ Resûlallah! Bu tebrik senin tarafından mıdır, yoksa Allah tarafından mı?’ diye sordum. O, ‘Benim tarafımdan değil, Allah tarafından.’ diye buyurdu. Ben bu müjdeyi de alınca ‘Yâ Resûlallah! Tövbemin kabul edilmesine şükran olarak bütün malımı Allah ve Resûlullah uğrunda fakirlere dağıtmak istiyorum.’ dedim. Efendimiz ise ‘Malının bir kısmını dağıtmayıp elinde tutman senin için daha hayırlı olur.’ buyurdu. Ben de ‘Hayber fethinde hisseme düşen malı elimde bırakıyorum. Ey Allah’ın Resûlü! Allah Teâlâ beni doğru söylediğimden dolayı kurtardı. Tövbemin kabul edilmesi sebebiyle, artık yaşadığım sürece sadece doğru söz söyleyeceğim.’ dedim.”1

Görüldüğü üzere büyük bir ihmalden kaynaklanan yanlışı, Allah Resûlü hikmetli uyarıları ve yaklaşımlarıyla sonunda büyük bir hayra çeviriyor. Fiziki bir ceza yok fakat ilgi ve insanlarla görüşüp konuşmaktan tecrid etme var. Bu tabiatıyla sahabilere ağır geliyor fakat onlar için elli günlük bir özel eğitim oluyor. Sonunda hem bu ağır imtihanı yaşayan sahabiler kazanıyor hem de kıyamete kadar gelecek bütün Müslümanlar bu vakada yaşananlara bakarak aynı hataya düşmeme dersini çıkarıyor.

Allah Resûlü ceza vermiş olmak için ceza vermiyor, bilakis bu muameleyle onları sadakat testine tabi tutuyor; iman, teslimiyet ve bağlılıklarını pekiştiriyor, çevresinde bulunan herkesi de böyle bir yanlışa girmemesi için uyarmış oluyor. Nitekim Ka’b İbn-i Mâlik kendisine düşen dersi alıyor ve gerekli değişim/dönüşümü yaşadığını bizatihi kendisi ifade ediyor: “Vallâhi bu yaşadıklarımdan sonra doğru sözlü olmaktan dolayı Allah Teâlâ’nın hiç kimseyi benden daha güzel mükâfatlandırdığını bilmiyorum. Yemin ederim ki, Allah Resûlü’ne o sözleri söylediğim günden bu yana bilerek hiç yalan söylemedim. Kalan ömrümde de Cenâb-ı Hakk’ın beni yalan söylemekten koruyacağını umarım.”

Yine Hz. Ka’b İbn-i Mâlik bu hikmetli cezalandırma sonucunda ulaştığı şuuru ifade ederken de yaşadıklarının bir ceza değil nasıl büyük bir nimet olduğunu şöyle seslendirir: “Allah’a yemin ederim ki, beni İslâmiyet’le şereflendirdikten sonra Cenâb-ı Hakk’ın bana verdiği en büyük nimet, Peygamber aleyhisselâm’ın huzurunda doğruyu söylemek ve yalan söyleyip de helâk olmamaktır. Çünkü Allah Teâlâ o yalan söyleyenler hakkında vahiy gönderdiği zaman, hiç kimseye söylemediği şu ağır sözleri söyledi: “O savaştan kaçanların yanına döndüğünüz zaman, kendilerini hesaba çekmeyesiniz diye Allah adına yemin ederler. Onlardan yüz çevirin. Çünkü onlar pistirler. Yaptıklarına ceza olmak üzere varacakları yer cehennemdir. Kendilerinden razı olasınız diye size yemin de ederler. Siz onlardan razı olsanız bile Allah fasıklardan asla razı olmaz”2

Nebevî Eğitim 2: Kendisine Ceza Veren Sahabi

Cezalandırmada üzerinde durulması gerekli önemli bir nokta da muhatapta, başkasının değil sorumluluklarını aksattığında ya da bir yanlış davranışta bulunduğunda “kendisini yine kendisinin cezalandırması” şuurudur. Allah Resûlü’nün yukarıda bahsettiğimiz müdahale ve yaklaşımları ashabının doğru davranışlarla bütünleşmesine vesile olduğu gibi onlara bu hususta büyük bir şuur ve hassasiyet de kazandırmıştı. Yanlışlara ve istenmeyen davranışlara karşı yeteri kadar uyarılan ashab-ı kiram yaptıkları hatanın farkına vardıklarında onu hemen telafi etmenin yoluna giriyor bazan de kendi kendilerine ceza veriyorlardı. Bunun en belirgin ve çarpıcı örneği Hz. Ebû Lübâbe’dir:

Allah Resûlü, Hendek savaşından daha henüz evine dönmüştü. Cebrâil (aleyhisselâm) gelerek “Kalk onların üzerine yürü” buyurdu. Efendimiz “Kimin üzerine yürüyeyim?” diye sordu. Hz. Cebrâil, Kureyzaoğulları tarafını göstererek “İşte oraya!” dedi. Bunun üzerine Efendimiz (aleyhissalatü vesselam) “Ashabım çok yorgun, birkaç gün dinlenmeleri nasıl olur?” buyurdu. Cebrâil (aleyhisselam) “Allah Teâlâ, vakit kaybetmeden Kureyzaoğulları üzerine yürümeni emrediyor. Ben yanımdaki meleklerle beraber kalelerine doğru gidiyorum. Allah onları helak edecektir.” buyurdu.

Allah Resûlü bu görüşmesinden sonra Hz. Bilâl’e “İşitip itaat eden hiçbir kimse, ikindi namazını Beni Kureyza yurdundan başka yerde kılmasın” diye dolaşıp ashaba duyurmasını emretti. Kısa zamanda hazırlığını tamamlayan İslam ordusu hemen yola çıktılar. Yaşadıkları kaleleri kuşatma altına alındı. Yirmi beş gün kadar devam eden muhasara sonucu düşmanlar zor durumda kaldı ve anlaşma yapmak istediler ancak Efendimiz onların bu teklifine karşı yeni bir seçenek sundu ve kendilerinin belirleyeceği bir hakemin vereceği hükme razı olacağını bildirdi. Onlar da hakem olarak Sa’d İbn Muaz’ı seçtiler. Sonra Sa’d’ın vereceği hüküm hakkında fikir edinmek üzere Ebû Lübâbe ile de konuşmak istediler. Efendimiz müsaade etti ve Ebû Lübâbe onların yanına gitti. Kadın ve çocuklar onu görünce ağlaşmaya başlayıp kendilerine acındırmaya çalıştılar. İleri gelenleri de “Ey Ebû Lübâbe! Kuşatma bizi mahvetti. Muhammed bize müsade etse de buradan çıkıp, Şam’a veya Hayber’e gitsek…” dediler. Ardından da Ebû Lübâbe’nin fikrini almak için “Ey Ebû Lübâbe! Biz teslim olursak Sa’d bize ne yapar?” diye sordular. O da bir anlık refleksle elini boğazına götürerek, kesileceklerini ifade eden bir işaret yaptı. Onun iyice düşünmeden yaptığı bu davranış ise büyük bir soğukluğa ve gerilime sebep oldu.

Ebû Lübâbe’nin bundan sonra yaşadıklarını kendisinden dinleyelim: “Vallahi bu hareketimle Allah’a ve Resûlüne karşı iyi bir iş yapmadığımı hemen anladım. Derhal karar verip oradan ayrıldım ve Medine’nin yolunu tuttum. Yaptığım yanlıştan dolayı Allah Resûlü’nün huzuruna çıkmaya yüzüm olmadığı için O’na görünmeden dosdoğru mescide gittim ve kendimi bir direğe bağlatarak tövbe ve istiğfar etmeye başladım.”3

Görüldüğü üzere Ebû Lübâbe yetkili olmadığı konuda yanlış bir davranışta bulunur. Fakat vakit geçirmeden derhal yaptığı hareketin yanlışlığını anlar ve çok pişman olur. Ardından da hemen bunu nasıl telafi edebileceğini düşünür ve Efendimizin yanına uğramadan doğru Mescid-i Nebevi’ye gider. Orada kendisini bir direğe bağlatır ve “Cenâb-ı Hak beni affetmedikçe buradan ayrılmam.” der. Bağlı kaldığı süreçte, tövbe istiğfar ederek günlerini geçirir. Rahmet Peygamberi onu bu halde görünce “Madem ki o bu yolu tercih etti, Allah (celle celalahu) tövbesini kabul edinceye kadar öylece kalsın.” buyurur. Sadece namaz vakitlerinde bağları çözülür, namazını kıldıktan sonra tekrar direğe bağlanır. Affedildiğine dâir âyet-i kerime nâzil oluncaya kadar yedi gün kadar yemek yemez. Nihayet tövbesinin kabul edildiğine dair âyet-i kerime nâzil olunca4 sahabilerden bazıları müjdeyi vermek ve iplerini çözmek için yanına giderler. Ancak o affedildiğine dair müjdeyi almasına rağmen “Allah Resûlü gelip bizatihi beni bırakmadıkça buradan ayrılmayacağım.” der. O esnada namaz için Mescid’e giren Allah Resûlü durumu öğrenince isteğini yerine getirir ve bağlarını çözüp serbest bırakır.

Ebû Lübâbe, Allah Resûlü’nden aldığı şuurla kendisini cezalandırır ve affın kapısının vahiyle kendisine aralanmasına vesile olur. Hatta sahip olduğu bu şuurla, Medine’deki bir gayr-ı menkulünün hepsini bağışlamak ister, Allah Resûlü ise sadece üçte birini hibe etmesine müsaade eder.

Dikkat edilirse burada cezayı veren Allah Resûlü değil şahsın kendisidir. Allah Resûlü de buna karşı çıkmaz. Çünkü onun kalbi, duyguları ve ruhu bu bedelle huzur bulacak ve Hakk ve hakikatle, doğrularla irtibatı daha da güçlenecektir. Talim ve terbiyede önemli olan muhatapları bu şuura kavuşturmaktır. Bu şuur, cezalandırma adına akla gelebilecek her çeşit ceza yöntemlerinden daha etkili olacak hatta çoğu zaman cezaya ihtiyaç da bırakmayacaktır.

Nebevî Eğitim 3 : İçinizde Nefret Ettirenler Var!

İslam dini anlaşılması ve yaşanması kolay bir dindir. Allah Resûlü İslam’ın bu tabiatını dile getirirken “Şüphesiz ki din kolaydır/kolaylıktır.” buyurur ve dini kolaylıkla tanımlar. Ardından da “Dini yaşamayı kendisine zorlaştıranlar ona yenik düşerler. Siz orta yolu takip ediniz ve en iyiyi yapmaya çalışınız. Bunu başarırsanız size müjdeler olsun…”5 diye sözlerini tamamlar. Bu beyanlarıyla Allah Resûlü dini hayatı kendisine zorlaştırmaya kalkanları ikaz eder; onları ifrat ve tefritten korur. Dinin dengeli yaşanması, anlatılması ve yaşatılması gerektiği ilkesini verir.

Bir gün sahabilerden birisi gelir ve mahallesinde bulunan mescidin imamının sabah namazında kıraati çok uzatmasından dolayı cemaate katılmak istemediğini söyler. Buna çok celallenen Allah Resûlü, ayağa kalkar ve şöyle buyurur: “Ey insanlar! İçinizden bazıları insanları nefret ettiriyorlar! Sizden kim imam olursa namazı hafif kıldırsın. Zira saflar arasında yaşlı, zayıf ve farklı ihtiyaç sahipleri bulunabilir.”6 Yine bu konuda Hz. Muaz’ın namazı uzattığı haberi kendisine getirilince ona da “Sen fitneci misin?” diyerek bu uygulamasının insanları fitneye düşürebileceğine dair ikazda bulunur; böyle giderse insanları cemaatten uzaklaştıracağını çok etkili bir ifadeyle hatırlatır ve orta ya da kısa surelerden okumasını tavsiye eder.

Görüldüğü üzere Allah Resûlü vazifelendirdiği öndeki insanların uygulamalarıyla ilgili kendisine gelen şikâyeti dinliyor ve ona kalıcı bir çözüm getiriyor. Bunu da en etkili unutulmayacak bir söylemle ve ruhlarda tesir icra edecek bir cümleyle yapıyor. Onun bir defa böyle söylemesi muhatabın kendini derleyip toparlaması ve eksiğini gidermesine ya da yanlışını tashih etmesine yetiyor. Hatta o çağı aşıp kıyamete kadar gelecek müminlerin ruhlarında tesirini hissettirmeye de devam ediyor.

Sonuç

Talim ve terbiyede cezalandırma yöntemine başvurulacaksa -had ve kısaslar konumuzun dışında- burada en isabetli yöntem hikmetle uyarmaktır. Hikmet, en isabetli söz ve davranış demektir. Hikmet, istenilen sonucun alınabileceği en isabetli yöntem/metot demektir. Dolayısıyla görülen büyük ya da küçük hatalar/yanlışlar karşısında öfkeyle hareket edilmemeli, gadabın yerine, akıl, mantık, muhakeme ve hikmet konulmalıdır. Zira çocuk, genç ya da yetişkin bütün muhatapları kalp ve ruhun derece-i hayatına yükseltecek şey ceza değil hikmetli davet/uyarı ve en güzel en etkili söz ve davranışlardır. Konumuzun pek çok örneklerini daha göstermek mümkündür. Ancak biz makalenin daha da uzamaması için bu kadarla iktifa edeceğiz.

Yazar: Dr. Selim Koç

Dipnot:

  1. Bkz. Buharî, Meğâzî 79 (4418); Müslim, Tevbe 9/53 (2769)
  2. Tevbe sûresi 9/95-96
  3. Üsdü’l-Ğâbe, İbnu’l-Esîr, s. 1388 (6208)
  4. Bkz. Enfâl, 27
  5. Buhârî, İman 29 (39); Nesâî, İman 28 (5034)
  6. Buhârî, Ezan 63 (704); Müslim, Salât 37/182 (466)
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.