Haber Hâkimiyeti, İstişareler ve Münferit Bir Teşebbüs

499

Ebû Süfyân’ın Medine’den ayrılışından bir süre sonra Efendiler Efendisi Hz. Âişe Validemize dönmüş ve:

– Yol hazırlığımızı yap ve bu işi de gizli tut, diyerek tembihte bulunmuştu.1 Çok kritik bir dönüm noktasıydı ve bu süreç, bir yanlışlığa mahal vermemek için titizlikle takip edilmeliydi. Allah’ın vadettiği Mekke’ye gidecekti ama bunu yaparken kan dökülmesini istemiyor, karşı koyamayacakları bir sürprizle karşılarına dikilivermeyi planlıyordu. Onun için bütün yolları tutacak ve Medine’de olup biten hiçbir şeyin Mekkelilere ulaşmasını istemeyecekti. Çünkü muharebede muhabere en önemli meseleydi; en önü alınmaz savaşlarda küçük bir haber, işin seyrini tamamen değiştirir ve olmaz denilenleri de olur hâle getiriverirdi. Öyleyse Mekke’ye girinceye kadar habere hâkim olunmalıydı! Bu sebeple önemli geçitlerin tamamına adamlar yerleştirmiş ve bunların kontrol işini de Hz. Ömer’e vermişti. Hz. Ömer, nöbetçilerin arasında dolaşır, yol güzergâhında karşılarına çıkan herkesi sorgulamalarını isteyip maksadını anlamadan kimseye geçit vermemelerini tembih eder ve elde ettiği haberleri de getirip Resûlullah’a rapor ederdi.

Sebepler açısından bu kadar hassas tedbirler alan Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), bu gizliliği temin etmesi için Müsebbibü’l-Esbâb’a da yöneliyor ve şöyle dua ediyordu:

– Allah’ım! Kureyşlilerin kulaklarıyla gözlerini bağla ki onlar bizi, hiç beklemedikleri bir anda ve sürpriz bir şekilde ansızın görüversin! Yanı başlarına kadar geldiğimizi de ancak karşılarına çıktığımızda fark edebilsinler!

Nihâyet bir gün, hücre-i saadetlerinden çıkmış kapısının önünde oturmuştu. Böyle yaptığı zamanlarda, kendileri çağırıncaya kadar kimse yanına yaklaşıp sokulmaz ve saygısından olduğu yerde beklerdi. Düşünceliydi ve:

– Bana Ebû Bekir’i çağırın, buyurdu. Belli ki, onunla istişare edeceği şeyler vardı. Çok geçmeden gelen Hz. Ebû Bekir’le uzun uzadıya ve sessizlik içinde baş başa görüştüler. Daha sonra da sadık yârinin sağ tarafına oturmasını emir buyurdu. Bu sefer:

– Bana Ömer’i çağırın, diye sesleniyordu. O da bir çırpıda gelmişti ve Hz. Ebû Bekir’in yanına oturan Hz. Ömer’le de uzun uzadıya konuştular. Ancak Hz. Ömer, yüreğinde taşıdığı heyecanı çoğunlukla ses tonuna da yansıtan bir kişiydi ve:

– Yâ Resûlallah! Onlar küfrün elebaşlarıdır! Aynı zamanda onlar, Seni sihirbaz, kâhin, yalancı ve iftiracı diye yaftalamak isteyen adamlar değil mi, diyerek Mekkelilerin o güne kadar yaptıklarını bir bir sayışı etraftan da duyuluyordu. Nihâyet Allah Resûlü, onun da sol yanına oturmasını emir buyurdu; şimdi sağında Hz. Ebû Bekir, solunda da Hz. Ömer olduğu hâlde kapının önünde oturuyorlardı! Sonra ashâbına seslendi; onlar da bu meclise yaklaşmışlardı ve:

– Size şu iki arkadaşınızın durumunu anlatayım mı, diyordu.

– Evet, yâ Resûlallah! Anlat, diye mukabelede bulundular. Bunun üzerine önce Hz. Ebû Bekir’e dönerek:

– Şüphe yok ki Hz. İbrâhîm, Allah’a karşı en yumuşak yağdan daha yumuşaktı, buyurdu. Ardından da Hz. Ömer’e nazar etmeye başlayıp şunları söyledi:

– Şüphesiz ki Hz. Nûh da, Allah hukuku konusunda taştan daha sertti; ancak iş, Ömer’in dediği gibidir! Bu sebeple birbirinize destek olarak hazırlanın!

Evet, önlerinde yeni bir cihad zemininin olduğu belliydi ama ashâb-ı kirâm hazretleri, bu cihadın kimlerle ve nereye karşı yapılacağını merak ediyor, Efendimiz’in Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’le neler konuştuklarını öğrenmek istiyorlardı. Onun için Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) oradan ayrılır ayrılmaz hemen Hz. Ebû Be­kir’in yanına koştular:

– Yâ Ebâ Bekir, diyorlardı. “Biz, Resûlullah’ın sizinle neler konuştuğunu Ömer’e sormaktan çekiniyoruz; O’nun sizinle neler konuştuğunu bize de söyler misin!”

Hz. Ebû Bekir (radıyallahu anh) anlatmaya başladı:

– Bana, “Mekke’ye karşı savaşmak konusunda ne düşünüyorsun.” diye sordu. Ben de, “Yâ Resûlallah! Onlar Senin kavmin.” dedim ve öyle ki, benim görüşümü benimseyeceğini düşündüm. Ancak O (sallallahu aleyhi ve sellem), Ömer’i çağırdı ve ona da aynı şeyi sorunca Ömer, ‘Onlar küfrün elebaşları” diye başlayıp Mekke müşriklerinin bugüne kadar Allah Resûlü’ne karşı söyledikleri her şeyi sıralamaya başladı. Sonra da, “Allah’a yemin eder ve O’na kasemle teminat veririm ki Mekkelilerin burnu kırılmadıkça Araplar boyun eğmezler!” dedi ve bunun üzerine Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) da size, Mekkelilerle savaşmayı emretti.
O âna kadar olup bitenlerden bir savaş hazırlığı içinde olduklarını anlayan, ancak bu savaşın kimlerle yapılacağı konusunda farklı fikirler ileri süren ve fazla bir bilgileri olmayan ashâb da, işin rengini anlamış bulunuyorlardı. Demek ki artık, Hudeybiye dönüşünde Cibril’in getirdiği müjde tahakkuk edecekti! Bu haber, bilhassa Muhâcirîn arasında tarifi imkânsız sevinç hâsıl etmişti. Evlerine, çocukluklarına, akrabalarına, memleketlerine, hatıralarına, daha önemlisi de, bir daha ayrılmamak üzere Beytullah’a geri döneceklerdi!

Münferit Bir Teşebbüs

Efendimiz’in Mekke’ye yürüyeceğinin bilinmesinin ardından Hâtıb İbn Ebî Beltea, bir kadına on dinar karşılığında mektup verecek ve onu Mekke’deki yakınlarına götürmesini isteyecekti. İşin ilginç tarafı, bunu Efendimiz’den ve diğer ashâbdan da gizliyordu:

– Mümkün mertebe bunu gizli tut, diye tembihliyor ve onu, “Ana yollardan gitme; çünkü oralarda gözcüler var!” diye de uyarıyordu.

Bunun üzerine mektubu Hz. Hâtıb’dan alan Sârre, önce onu saçlarının arasına yerleştirecek ve üzerine de saçlarını örecekti. Daha sonra da yola çıkacak ve Hz. Hâtıb’ın uyarılarını da dikkate alıp tâli yolları kullanarak Mekke istikametinde yol almaya başlayacaktı. Mahacca’nın solundan Füluk’a, oradan da Akîk’a doğru ilerliyordu.

Zahiren her şey yolundaydı; kimse görmemişti. Ancak kimsenin Hz. Allâmü’l-Guyûb’dan gizlenme imkânı yoktu. Yine Medine Cibril-i Emîn’le şereflenmişti; mektubun haberini getiriyordu.

Hadiseyi bütün detaylarıyla Hz. Cibril’den alan Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), hemen yanına Hz. Ali ve Hz. Zübeyr’i çağırdı:

– Hemen yola çıkın, diyordu. “Kendilerine karşı yürüme niyetiyle bir araya gelmeye başladığımızın haberini Kureyş’e götürmek üzere yola çıkıp da Hâtıb’ın eline verdiği mektubu götüren o kadına yetişin!”

Allah Resûlü, sadece bununla kalmıyor ve söz konusu kadını Hâh bahçeleri yakınında bulacaklarını da onlara söylüyordu.

Nebevî emri alan Hz. Ali ve Hz. Zübeyr, en seri şekilde yola çıkacak ve Hz. Hâtıb’ın mektubunu taşıyan o kadına, aynen Allah Resûlü’nün tarif ettiği yerde yetişecekti. Endişelerini geride bıraktığını zannederek rahatlamış bulunan Sârre, bir anda arkasından yetişen atlıları görünce büyük bir panik yaşayacaktı. Yetişir yetişmez mektubu sordular. Ancak kadının ağzını bıçak açmıyordu. Bunun üzerine Hz. Ali ve Hz. Zübeyr, kadını bineğinden indirerek yüklerini aramaya başladılar; ancak sonuç olumsuzdu. Her yeri didik didik etmişlerdi ama bir türlü mektubun izine rastlayamamışlardı. Derken Hz. Ali, olanca ciddiyetiyle kadına dönerek şunları söylemeye başladı:

– Allah’a yemin ederim ki, Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) hilaf-ı vaki beyanda bulunmaz; bizler de yalan söylemiyoruz! Öyleyse sen, ya kendi rızanla bu mektubu çıkarıp bize verirsin, ya da biz, seni soymak pahasına didik didik eder ve bu mektubu buluruz!

Kadının yüreği ağzına gelmişti. Etrafta kendisine yardım edebilecek kimsecikler de yoktu; iş, sanıldığından da ciddiydi. Kendi rızasıyla çıkarmasa da mektup mutlaka ortaya çıkacaktı! Önce:

– Benden uzak durun, dedi onlara ve ardından da, saçları arasındaki mektubu çıkarıp Hz. Ali’ye verdi.

Mektubu aldığı gibi Medine’nin yolunu tutan Hz. Ali ve arkadaşları, doğruca Resûlullah’ın yanına gidip söz konusu mektubu O’na uzattılar! Önce aldı onu ve okudu Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem). Mektup, Mekkelilere Resûlullah’ın kendi üzerlerine geleceğinin haberini veriyordu! Sonra da hemen Hz. Hâtıb’ı yanına çağırdı ve ona:

– Yâ Hâtıb, diye seslendi. “Seni böyle bir şey yapmaya sevk eden şey ne idi?”

Zaten yaptığı hatanın altında ezilip iki büklüm hâle gelen Hz. Hâtıb, Efendiler Efendisi’nin huzurunda mum gibi eriyordu:

– Yâ Resûlallah, diye başladı cümlesine. “Allah’a yemin olsun ki ben, Allah ve Resûlü’ne imanla doluyum! Ne inancımı değiştirdim ne de başka bir şey peşindeyim; benim çoluk çocuklarımla yakınlarım Mekkelilerin arasında ve ben de, onlardan başka buralarda yakını olmayan birisi olarak onları uyarmak istedim!”

Hz. Hâtıb’ı dinleyen Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem):

– Bu, size doğruyu söylüyor, buyuracaktı. Yanlış olan ise istişaresiz bir teşebbüs ve münferit atılan bu adımdı. Umumu ilgilendiren bir meselede yalnız başına karar vermiş ve sonucu itibariyle herkesi ilgilendirecek kritik bir noktada fevrî davranmıştı!

Zemin, Hz. Ömer’in celaliyle tecelli edeceği bir zemindi. Ona dönerek:

– Allah senin canını alsın, diye çıkıştı. Şöyle devam ediyordu:

– Resûlullah’ın bütün yolları tutup gözcüler yerleştirdiğini görüp dururken sen, nasıl olup da Kureyş’e mektup yazıp onları uyarmayı düşünebiliyorsun! Üzerine üzerine gidiyordu. Nihayet Efendimiz’e dönerek:

– Bana müsaade et yâ Resûlallah da, şu adamın boynunu vurayım; çünkü o, münafık olmuştur, dedi. Ancak Resûlullah öyle düşünmüyordu. Şefkatle Hz. Ömer’e döndü ve:

– Nereden biliyorsun ey Ömer, diye başladı sözlerine. Belki de Allah’ın (celle celâluhû), Bedir günü ashâb-ı Bedir’e bakarak, “Bundan sonra siz, dilediğinizi yapın; Ben sizi affettim!” demediğini nereden biliyorsun!

İşin gerçek boyutu ortaya çıkıp da mesele ayân olunca hemen geri adım atmasıyla tanınan Hz. Ömer’in, Resûlullah’ın bu sözlerini duyar duymaz iki gözü iki çeşme oluvermişti! Zira Hz. Hâtıb da Bedir ashâbındandı. Belli ki işin başka boyutları vardı ve bunların hepsine Hz. Ömer muttali değildi. Zaten çok geçmeden Allah Resûlü’ne Cibril-i Emîn gelecek ve benzeri bir durumda nasıl hareket edilmesi gerektiğini tebliğ edecekti.2

Bedir’in aslanlarından biri olan Hz. Hâtıb, böylelikle semalar ötesinden yeni bir hükmün daha inmesine vesile olmuş ve onun vesilesiyle bundan sonrakiler adına, herkesi ilgilendiren böylesine umumî meselelerde münferit adım atılmaması gerektiğinin en çarpıcı örneği ortaya konmuş oluyordu.

Efendimiz’in bu noktada bir tedbiri daha vardı: Ashâbından Ebû Katâde İbn Reb’î’yi, emrine verdiği bir birlikle Şam yolu üzerindeki Batn-ı İzâm denilen yöne gönderecek, hazırlanan ordunun o istikamette yürüyeceği şeklinde bir zan uyandıracak ve böylelikle Mekke yönüne gideceği yönündeki haber ve söylentilerin doğru olmadığı izlenimi verecekti. Bu arada, her tarafa elçiler gönderip haber salıyordu:

– Allah ve Resûlü’ne iman eden herkes, Ramazan ayıyla birlikte Medine’de hazır olsun!

Artık ashâb, cemaatler hâlinde ve akın akın Medine’ye geliyordu; karargâh, Ebû Inebe kuyusunun başına kurulmuş ve her gelen buraya yerleşerek hareket emrini beklemeye durmuştu. Bu arada Hassân İbn Sâbit gibi insanlar, şiirleriyle ashâbı coşturuyor ve Allah düşmanlarına karşı verilmesi muhtemel mücadelelerde moral ve motivasyonun yüksek olması için insanlara şiirler okuyorlardı.


Yazar: Dr. Reşit Haylamaz/EFENDİMİZ kitabından alınmıştır.

Dipnot:

  1. Hatta bu emrin akabinde Âişe Validemizin yanına babası Hz. Ebû Bekir (radıyallahu anh) girecek ve bu hazırlığın sebebini soracaktı; Resûlullah’ın nereye gitmek istediğini öğrenmek istiyordu! Ancak Âişe Validemiz, Resûlullah’ın sır olarak tutmasını söylediği konuyu babası ve Efendimiz’in en sadık yâri Hz. Ebû Bekir’e bile söylemeyecek, soru üstüne soru sormasına karşılık sükûtu tercih ederek Efendimiz’in sırrını ifşâ etmemek için azamî gayret gösterecekti. Gerçi daha sonra huzuruna giren Hz. Ebû Bekir’le de konuşacak ve uzun konuşmalar sonrasında, gizli tutması şartıyla sefer sebebini ona da söyleyip hazırlık yapmasını isteyecekti. Bkz. Vâkıdî, Meğâzî, 1/796
  2. Mümtehıne, 60/1-3
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.