Günümüzde Hicret İbadeti

502

Hicret ile ilgili en çok sorulan sorulardan bir tanesi, “Günümüzde hicret söz konusu mudur? Hicret, Mekke’nin fethiyle son bulduysa bugün yapılan iradî ya da cebrî göçleri hicret kategorisinde değerlendirmek doğru olur mu?” sorusudur. Bu soru, yurt dışına çalışmak için ya da ilim tahsili için giden kimselerin yanında dünden bugüne cebren çıkmak zorunda kalan herkesin merak ettiği bir konudur. 

“Fetihten sonra hicret yoktur!” Hadisi

Hicretin sekizinci yılı Ramazan ayında Mekke fethedilip bütün halk da İslam’a teslim olunca oradan Medine’ye göç etmenin sebebi de ortadan kalkmıştı. Artık Müslümanların hakimiyetine ve idaresine geçen bir şehirden hicret etmenin bir manası yoktu. Aksi taktirde bu, Allah’a en sevimli beldenin bütünüyle boşaltılması yani şehrin tamamen terk edilmesi ve bir nevi cezalandırılması anlamına gelirdi ki Allah Resûlü’nün hedefi bu değildi. Hedef, Beytullah’ın putlardan temizlenmesi, tevhidin merkezi Mekke’nin tevhitle buluşturulması ve İslam’ın nuruyla yeniden aydınlatılmasıydı. Gaye de gerçekleşmişti. Şimdi vakit, şehirden hicret değil tevhide teslim olan halk ve şehri, maddi-manevi imara başlama vaktiydi.

Ancak yeni Müslüman olan bazı kimseler de Medine’ye hicret edip “muhacirlik” sevabını almak istiyorlardı.

Bu durumdan haberdar edilen Efendimiz, “Fetihten sonra artık Mekke’den Medine’ye hicret yoktur. Ancak bundan sonra cihat ve niyet vardır. Sizler Allah yolunda sefere/hizmete davet edildiğinizde hemen katılın.”1 buyurur.

Böylece Mekke’nin bir İslam diyarı olduğunu ve Medine’ye hicretin farziyetinin kaldırıldığını; artık Medine’ye taşınmanın isabetli olmayacağını net olarak ifade eder. Bunun yanında hem onlara hem de kıyamete kadar gelecek bütün mü’minlere düşen vazifenin, Allah yolunda maddi-manevî imkanlarla ve halis bir niyetle hizmet etmek olduğunu belirtir. Bu hususta muvaffak olan kimselerin de ilk muhacirlerin hicretle kazandığı fazilet ve dereceleri kazanabileceğine işaret eder. 

Dolayısıyla Nebi (sallallahu aleyhi ve sellem) bu beyanlarıyla hususi manasıyla Mekke’den Medine’ye hicretin bittiğini haber verirken aynı zamanda onun yerini, sırf Allah rızasını gözeterek samimi bir niyetle İslam’a hizmetin aldığını ifade buyurur. İbn-i Hacer’in de dediği gibi, “Artık Medine’ye hicret manasında vatandan ayrılmak kalkmıştır ama cihad/hizmet maksadıyla yurdundan ayrılmak bakidir. Zalimin tasallutundan kaçmak, ilim talebi için memleketini terk etmek, fitne ve fesadın hakim olduğu bir ülkeden dinî/ahlakî hayatını korumak gibi maksatlarla hicret etmek kıyamete kadar geçerlidir.”

Sözün özü bu nurlu beyan, Mekke’nin fethinden sonra artık hicrete hiç ihtiyaç duyulmayacağını değil, bilakis cihad/hizmet endeksli göç ve faaliyetlerin samimi niyetle kıyamete kadar devam edeceğini ifade eder. Kaldı ki göç hedef değil; hedef, İslam’ı daha hür bir ortamda yaşamak ve yaşatmaktır. Onun için burada vurgu hicrete değil halis bir niyetle hizmet etmeye yapılmış, bununla muhacirlerin hicretine terettüp eden sorumluluklarını aksatmamaları gerektiği dile getirilmiştir. İşte bu vazifelerin şuurunda ve onları yerine getirme gayretinde olan bir kimse, değerlerinin bütün insanlığa ulaştırılması noktasında da her zaman hazır halde olacak; böyle bir göreve davet edildiğinde de asla geri kalmayacaktır.

Hicret Sona Erer mi?

Hicretin sona erip-ermeyeceğini ashab-ı kiram da merak eder ve bunu aralarında konuşurlar. Allah Resûlü’ne gelen heyetlerin arasında yer alan Abdullah İbn-i Vâkıd es-Sa’dî merak edilen bu konuyu Efendimiz’e sorar: “Ya Resûlallah! Ben hicretin artık bittiğini söyleyen bir topluluğun yanından geliyorum. Hicret ne zaman sona erer?” Allah Resûlü, kendisine “Hicret, hak ve batıl mücadelesi devam ettiği sürece sona ermez!”2 buyurur ve kıyamete kadar gelecek bütün mü’minlere İslam’a hizmet etmekten geri kalmamaya teşvik eder. Buna göre mü’minler iman, ibadet ve aksiyonlarından dolayı baskıya maruz kaldığı sürece hizmete bağlı hicret de alternatifsiz bir çözüm olarak daima gündeme gelecektir.  

Allah Resûlü, hicretin kıyamet kopacağı ana kadar devam edeceğini ifade ettiği bir başka hadislerinde de meseleyi tövbe ile irtibatlı ele alır ve şöyle buyurur: “Tövbe etme zamanı sona ermeden hicret etmek de sona ermez. Tövbe ise güneş battığı yerden doğuncaya kadar devam eder.”3 “Güneş batıdan doğduğunda ise her kalp bulunduğu hal üzere mühürlenir ve insanlar, o ana kadar ki amelleri ile değerlendirilir.”4

Allah Resûlü’nün bu beyanlarından da anlaşıldığı üzere dünyada hayat devam ettiği müddetçe ihlas ve samimiyetle, kullarını alemlerin Rabbi Allah’a yönlendirme ve O’nunla buluşturma gayreti de devam edecek; bunun için yurtlar terk edilecek ve yeni beldelere gidilip oralarda İslam’ı tebliğ ve temsil vazifesi hakkıyla eda edilmeye çalışılacaktır. Dolayısıyla hususî manasıyla yani Mekke’den Medine’ye hicret sona ermiş olsa bile umumî manasıyla hicret kıyamete kadar sürecektir. Zira hicret olmadan İslam’ı bütün insanlığa doğru bir şekilde ulaştırabilmek mümkün değildir. 

Nitekim Hz. Aişe validemize bu soru sorulduğunda verdiği cevap da konuya ışık tutar mahiyettedir: Ata İbn-i Rebah der ki Ubeyd İbn-i Umeyr ile birlikte Hz. Aişe’yi ziyaret ettik. O kendisine hicretten sorunca şöyle dedi: “Bugün bizim için hicret yoktur. Çünkü kişi o gün fitneye düşmemek ve dinini korumak ve yaşamak için zalimlerden kaçıyor, Allah ve Resûlü’ne sığınıyordu.  Bugün ise Allah dinini galip kıldı. Mü’minler Rab’lerine dilediği gibi ibadet edebiliyor. Ancak bundan sonra, her amel için samimi niyet ve cihad/hizmet vardır.”5

Hz. Aişe validemizin bu tespiti o gün için hicretin farziyetinin kaldırıldığını açıkça ifade eder. Fakat bunu gerekçelendirirken öne sürdüğü illetler-sebepler, bir toplumda yeniden oluşursa oradan hicret etmek gerektiğini de gösterir. Zira mü’min, her an fitneye düşürülmekten korktuğu bir ortamda, canından, malından, iman ve dinî/ahlakî hayatından emin olamaz. Bu durumda da öyle bir mekandan hicret etmesi o kimseye vacip olur. 

Hicret ve Cihad İlişkisi

Allah Resûlü bu hadislerinde Mekke’den Medine’ye hicretin sona erdiğini, ifade ettikten sonra sözü cihada getirir ve “… Ancak cihad ve niyet vardır. Sizler Allah yolunda sefere/hizmete davet edildiğinizde hemen katılın.” buyurur. Burada geçen ” niyet ve cihad” kavramları, Müslümanların hicretten sonraki en önemli misyonlarını ifade eder: İslam’ı en güzel şekilde yaşamak; onu en güzel şekilde temsil etmek, çeşitli vesileler bulup muhtaç gönüllere ulaştırmak. 

Kur’an-Kerim, hicreti nazara verdiği üç ayette onu imanla birleştirir ve “iman, hicret ve cihad” üçlüsü olarak peşi peşine bir arada zikreder; bunların birbirinden ayrılmaz bir bütün olduğuna vurguda bulunur: (إِنَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَهَاجَرُوا وَجَاهَدُوا بِأَمْوَالِهِمْ وَأَنْفُسِهِمْ فِي سَبِيلِ اللهِ) “İman edip davası uğrunda hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihat edenler ve onlara yardım eden Ensar var ya, işte bunlar birbirlerinin velileridirler…”6 Bu ayetten bir ayet sonra yine iman, hicret ve cihad üçlüsü ardı ardına iki ayette tekrar getirilir ve hem bu üç vazifenin hakkını verenlerin hem de onlara sahip çıkanların gerçek müminler olduğu belirtilir.7

Buna göre hicretten sonra gelen en mühim vazife cihad yani kullarını Allah ile, Hak ve hakikatle buluşturma gayretidir. Yoksa cihat denildiğinde -maalesef- bir yanlış kullanım olarak insanın aklına savaş gelmemelidir. Zira düşmanla savaşmayı ifade eden kavram “kıtal” terimidir. Arapçada cihad, c-h-d fiil kökünden türetilmiş bir kelimedir. Mastar olarak cehd (جهد) “güç ve caba sarf etmek, bir işi başarmak için bütün imkanları kullanmak” gibi manalara gelir. Istılahî anlamda ise cihad, bir Müslümanın Allah’a kulluk yapabilmesi ve daima O’nun rızası çizgisinde hareket edebilmesi için İslam’ı öğrenmesi, en yakınlarından başlayarak onu başkalarına öğretmesi, ferdî, ailevî ve içtimaî hayatta onu yaşaması ve yaşatmaya çalışması, evrensel bir dinin mensubu olarak onun itikadî, ahlakî, irfanî ve insanî bütün değerlerinin insanlığa ulaştırılmasına gayret etmesi ve bu hususta karşılaştığı engelleri aşmak için sürekli caba sarf etmesidir. 

Dolayısıyla Allah’a iman eden ve sadece O’na ibadet eden bir mü’minin bütün faaliyetleri, Rabbinin rızası istikametindedir ve bu, onun cihadıdır. O bir taraftan iman ettiği gibi yaşama mücadelesi verirken diğer taraftan her türlü kötülüklerden de uzak durmaya çalışır. Bununla yetinmez iyiliği yaşar ve yaşatır, kötülüklere karşı da gücü yettiği kadar mücadele eder. Bir taraftan nefsiyle mücahede ederken diğer yandan insanlığı tehdit eden kötülüklere karşı cihadını da sürdürür. Zira içte ve dışta İslam’ı yaşama ve yaşatma cehd ve gayreti gösterme Kur’ân’ın apaçık bir emridir: “Allah yolunda gereği gibi hakkını vererek/ yürekten ve özveriyle cihad edin.”8 Dolayısıyla Müslüman Allah’ın kendisine bahşettiği maddi-manevi güç, bilgi ve donanımını sonuna kadar kullanarak hem kendisini yoldan çıkarabilecek nefis ve şeytanına karşı hem de yeryüzünde fesat çıkaran zalimlere karşı yılmadan  mücadele etmelidir.  

İslam, bütün insanlığa gönderilmiş son din, Allah Resûlü de alemlere rahmet olarak gönderilmiş Son Peygamber’dir yani O’nun risaleti bütün insanlığı ve bütün zamanları içine alır. Dolayısıyla asıl olan göç etmek değil İslamî hak ve hakikatleri insanlığa ulaştırmaktır; Kur’ân ve Sünnet’in mesajını, bütün insanlığa hem sözlü hem de fiili olarak götürmektir. Bu ihtiyaçtır ki hizmet endeksli hicreti kıyamete kadar zaruri kılar. İşte Rehber-i Ekmel Efendimiz (aleyhissalatü vesselam) tebliğ ve temsil (cihad) vazifesinin aksamaması adına “Sizler Allah yolunda hizmete davet edildiğinizde hemen katılın!” buyurur.

Nitekim Allah Resûlü, “Allah’ın Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi vesellem)’i gönderdiği andan itibaren (cihad) yani İslam’ı insanlığa duyurma gayreti kıyamete kadar devam edecektir. Kıyametin kopacağı ana kadar var olan Müslüman topluluklar tebliğ ve temsil vazifesine devam edecek hiçbir zalimin engellemesi ya da adil bir kimsenin adaleti bunu değiştiremeyecektir.”9 buyurur, böylece tebliğ ve temsil vazifesinin asla terk edilmemesi gerektiğine dikkat çeker. Yoksa mesele kıyamete kadar göçün ve savaşın sürdürülmesi meselesi değildir. Bu İslam’ın sulh, uhuvvet ve tebliğ anlayışına zıt bir durumdur.

Yazar: Dr. Selim Koç

Dipnot:

  1. Buharî, Cihad 1, 27, 194; Müslim, Hac 82/445 (1353); İmâret 20/85 (1353); Nesâî, Bey’at 15
  2. Nesâî, Bey’at 15 (4172, 4173); Ahmet İbn Hanbel, Müsned, I/192
  3. Ebû Dâvud, Cihad 2 (2479); Ahmed İbn Hanbel, Müsned, IV/99 (16906)
  4. Ahmed İbn Hanbel, Müsned, I/192 (1671); Heysemî, Zevâid, V/253; el-Beğâvî, Şerhu’s-Sünne, X/372
  5. Buharî, (3900); Müslim, (1864)
  6. Enfâl Sûresi, 8/72
  7. Enfâl Sûresi, 8/74, 75
  8. Hac Sûresi, 22/78
  9. Heysemî, Zevâid, I/111; Ebû Nuaym, Hilyetu’l-Evliya, III/87
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.