Zor Süreçler, Yıkıcı Söylemler ve Sahâbe
İmtihan ve çile, hicretten sonra da Allah Resûlü (aleyhissalâtu vesselâm) ve ashâbının peşini bırakmaz; katlanarak devam eder. Daveti ve hicreti hazmedemeyen Kureyş’in despot önderleri, onların güdümünde hareket eden müşrik ve bedevi Arap kabileleri, anlaşmalara ihanet edip isyana kalkışan Yahudi ileri gelenleri, kışkırtmalar sonucu İslam’a düşman kesilen Bizans İmparatorluğu ve küçümsedikleri insanların kurduğu medeniyetin sınırlarına dayanmasını kabullenemeyen ateşperest Sasaniler, O’nu ve ashâbını ortadan kaldırmak için sırasıyla harekete geçer.
Ordularla mü’minlerin üzerine yürür, suikastler tertipler, tuzaklar kurar ve bir şekilde Hz. Muhammed’in (aleyhissalâtu vesselâm) temsil ve tebliğ ettiği yeni hayat anlayışının gönüllerde makes bulmasına, yeryüzünde kök salmasına ve meyve vermesine mâni olmaya çalışırlar. Bu da beraberinde hepsi birbirinden zor süreçleri getirir.
Bu zor süreçlerin beraberinde getirdiği sıkıntılarla mücadele edilirken dışardan zarar verme imkanları zayıf olduğu için İslam toplumunun bünyesine yuvalanan münafıklar, zaman zaman sarsılan mü’minleri devirmek ve mevcut yapıyı enkaza dönüştürmek için birtakım yalan haberler, yaralayıcı ve yıkıcı söylemler üretirler.
En hassas ve zor anlarda dile getirdikleri bu söylemler ile sahâbeyi; Allah’a karşı isyana, Allah Resûlü’ne karşı güvensizliğe sevk etmeye ve birbirlerine karşı da fitneye düşürmeye çalışırlar. Yaşananları; iman, insaf, itidal, istikamet ve nebevî ufuk çizgisinde ele alan ashâb karşısında her seferinde hüsran yaşasalar da onların derlenip toparlanmasının önüne geçme adına her olumsuzlukla birlikte tekrar sahne alırlar. Zehirli söylemlerle yaşanan sarsıntıları bir iç kanamaya dönüştürmeyi ya da ufukta beliren zorlu cephelere içten yaralı bir halde gitmelerini hedeflerler:
Uhud Süreci
Bedir’de gerçekleştiremedikleri mü’minleri bitirme hayalini, yeniden denemek ve verdikleri kayıpların intikamını almak isteyen Kureyş müşrikleri, Ka’b İbn-i Eşref’in faaliyetleri ile harekete geçerler. Gelişmeyi haber alan Allah Resûlü, stratejisini belirlemeden önce durumu istişareye açar. Duygu düşünce itibarıyla müşriklerin safında yer alan, Müslümanları ortadan kaldırmanın planlarını yapan, cephede canını tehlikeye atmak istemeyen ve arkasındaki nifak kitlesinin deşifre olacağı bir zemine girmekten uzak durmaya çalışan başmünafık Abdullah İbn-i Übeyy, istişarede ısrarla Medine’nin içinde kalma ve şehri kalelerden savunma fikrini dile getirir ve savunur. Diğer görüşleri de dinleyen Allah Resûlü (aleyhissalâtu vesselâm), katliama kilitlenmiş müşriklerle cephede karşılaşmaya karar verir. Gerekli hazırlıklar yapılır ve Uhud’a doğru hareket edilir.
İbn-i Übeyy, adamlarını organize eder ve kendilerinden üç kat daha kalabalık bir orduya karşı evlerinin hemen yanı başında en temel hak ve hürriyetlerini savunmak için ilerleyen askerlerin moral ve motivasyonunu çökertme adına üç yüz kişiyle ordudan ayrılır. Ayrılırken de “Savaş olacağını bilsek ayrılmazdık!” der ve kendilerince askerlerin kalbine korku salarlar. Bu sözle kastettikleri, hepsinin kalabalık şirk ordusu tarafından kılıçtan geçirilecekleri ve savaşmaya imkân ve zaman bulamayacaklarıdır.
Nitekim onların bu söylemleri üzerine bazı kabileler tereddüte düşer ve geri dönmeye yeltenirler.1 O ve adamlarının eylem ve söylemlerine rağmen ordu, Uhud’a gelir ve konuşlanır. Allah Resûlü, askerlerini motive eder, zafer elde etmeleri adına gerekli bütün stratejileri kendilerine verir; sebepler planında atılması gereken bütün adımları atar ve alınması gereken bütün tedbirleri alır.
Toplamda beş saat süren savaşın ilk üç saatinde Allah Resûlü’nün planları, hamleleri ve önlemleri meyvelerini verir ve kalabalık Mekke ordusu bozguna uğratılır. Öyle ki askerler ellerindeki askeri teçhizatı bırakır ve kaçan müşriklerin arkada bıraktıkları ganimetleri toplamaya başlar. Tam bu sırada güvenlik adına Aynen tepesine yerleştirilen okçuların büyük çoğunluğu savaşın bittiğine kanaat getirir; savaşın başında kendilerine yapılan tembihlere rağmen emir gelmeden görev yerlerini terk eder ve ganimet toplayan askerlerin arasına karışırlar.
Üç saattir sabırla bu ânı kollayan Mekke süvari birliğinin komutanı Halid İbn-i Velid, oluşan gediği değerlendirme adına hemen harekete geçer; tepede kalan az sayıdaki okçuyu şehit ettikten sonra savaş psikolojisinden çıkan ve ganimet toplamakla meşgul olan askerlere arkadan hücum eder.
Okçulara güvenen askerler, beklemedikleri bir anda ve dağınık halde saldırıya uğrayınca şaşırırlar. Bu duruma muttali olan şirk ordusu toparlanır ve tekrar taarruza geçer. Biten savaş yeniden başlar ve iki saat içinde Müslümanlar yetmiş şehit verir. Ordu dağılır ve arkada kalan askerler, Allah Resûlü onları Uhud dağında güvenli bir konuma toplayıncaya kadar çok sayıda ve ağır yara alırlar.
Müslümanlara daha fazla zarar veremeyeceğini anlayan Mekke ordusu geri döner. Yaşanan bu süreçte de münafıkların büyük etkisi olur. Zira onların ordunun içinde bıraktığı az sayıdaki insan, en derin sarsıntı ve en güçlü saldırı anında “Muhammed öldürüldü!” şeklinde yalan bir haber yayar ve askerlerin yaşadığı şaşkınlığı sarsıntıya çevirirler.
Ayrıca askerler arasında dolaşır; “Ey Müslümanlar! Ebû Süfyan gelip sizi öldürmeden önce ailelerinizin yanına dönün!” şeklinde söylemlerle dağılmaya hız kazandırırlar. Yetmez “Muhammed öldürülmüşse hiç şüphesiz Allah, Hayy ve ölümsüzdür.” diyerek mücadeleye devam edenleri vazgeçirmek için dönenleri örnek gösterirler: “Siz de ailelerinin yanına dönenler gibi ailenizin yanına geri dönün! Şimdi onlar sağ salim evlerine girmiş bulunuyorlar.”2 Hatta reislerini kurtarıcı pozisyonunu çıkarma adına “Keşke Abdullah İbn-i Übeyy’e gidecek bir adamımız olsa da o bize Ebû Süfyan’dan bir eman alıverse!”3 derler.
Medine’ye geri dönüldüğünde elde edilen netice savaştan daha zor bir durum ortaya çıkarır. Okçuların büyük bir kısmının emrin dışına çıkıp görev yerini terk etmesi, askerlerin bir kısmının münafıkların söylemlerinin etkisinde kalıp cepheden ayrılması, bütün bunların beraberinde getirdiği sonuçlar ve bir de bunlar üzerine Yahudilerin ve münafıkların eylem ve söylemleri ortamı nefes alamaz hale getirir.
İşte böylesi zor bir zamanda alınan yarayı kullanarak bünyeyi tamamen çökertmek isteyen başmünafık ve ekibi, büyük bir iştahla devreye girerler. İçlerinde biriktirdikleri kin, kıskançlık ve düşmanlığı, âdeta söz olarak dışarıya kusar; onların görüşlerini değil de şûraya hâkim olan görüşü tercih ettiği için Allah Resûlü’ne ve liderliğine dil uzatırlar. Bir taraftan “Sözümüze kulak verselerdi böyle öldürülmezlerdi.” diyerek merhamet tellallığı altında fitne çıkarmaya çalışır diğer taraftan ifsat edici fikirleri topluma yayar ve O’nun (aleyhissalâtu vesselâm) cemaati üzerindeki etkisini kırmaya çalışırlar.
Bütün bunlar üzerine Cenâb-ı Hak, yaşanan sürecin arkasında yatan ilahi hikmetleri beyan eden, benzeri hadiselerin tekrar yaşanmaması adına mü’minlere içine düştükleri boşlukları gösteren, önlerine bakıp geleceği kazanmaları için ihtiyaç duyacakları esasları ve yol haritasını sunan, işin başından beri münafıkların iç dünyalarında gizledikleri duygu ve düşünceleri, yapıp ettikleri hainlikleri haber veren ve söylemlerinin boş, asılsız, yersiz ve haksız olduğunu ortaya döken ayetler indirir.4 Sürece ışık tutar, karanlık bütün noktaları aydınlatır ve mü’minlerin, hakikati bütün çıplaklığı ile görmelerini ve nifakın radyoaktif tesirlerinden sıyrılmış bir şekilde Allah Resûlü’nün (aleyhissalâtu vesselâm) etrafında tekrar kenetlenmelerini sağlar.
Mesela bu çerçevede
buyurur; hayatı verenin de alanın da Allah olduğunu hatırlatır.
Bu bilinçle hareket eden mü’minler, en zor zamanlarında muhatap oldukları bu yıkıcı söylem karşısında Allah’ın takdirlerinin arkasında yatan hayırlara odaklanır, O’na olan iman ve güvenlerini tazeler, tekrar etmemesi adına yaşananlardan gerekli dersleri çıkarır, sürecin beraberinde getirdiği menfi duygu ve düşüncelerden sıyrılır ve önlerine bakarlar. Allah Resûlü’nün çağrısına kulak verir ve yirmi dört saat geçmeden yeni bir cepheye; Hamrâu-l-Esed’e doğru yola koyulurlar.
Recî’ ve Maûne Süreci
Uhud’dan üç ay sonra Udal ve Kare kabilesine mensup yedi kişilik bir grup, Medine’ye gelir, Müslüman olduklarını bildirir ve “Yâ Resûlallah! İslam’a ait güzellikler kabilemiz içerisinde kendine yer bulmaya başladı. Ashâbından bazı kişileri bizimle gönder ki onlar bize, dine ait malumatı öğretsinler! Kur’ân’ı talim ve tebliğ etsinler! İslam ahkâmını bize anlatsınlar!”5 derler.
Yine Âmir İbn-i Sa’saa kabilesinin lideri Âmir İbn-i Mâlik Medine’ye gelir; İslam’ı ve Kur’ân’ı en duru kaynaktan bizzat Resûlullah’tan (aleyhissalâtu vesselâm) dinler ve “Yâ Muhammed! Ben Sen’in işini pek hoş ve şerefli görüyorum! Kavmim benim arkamdadır ve dediklerimi hayata geçirirler. Ashâbından bazılarını Necid halkına göndersen de onlara İslâm’ı anlatsalar; onların bu davete müspet cevap vereceklerini sanıyorum. Hem onların kabulüyle davan kuvvet bulur ve parlar!” der.
Risaletle görevlendirildiği ilk andan itibaren sürekli muhataplarının gönüllerine girmeye çalışan ve onları, evrensel insanî değerlerle tanıştırmak için yollar arayan ve bu uğurda bin bir ızdırap çeken Allah Resûlü (aleyhissalâtu vesselâm), bu talepleri müspet karşılar. Fakat neredeyse her karesine Mekkeliler tarafından nefret tohumları ekilen coğrafyada, ashâbının can güvenliği adına ciddi endişeleri vardır ki bunu da açıkça ifade eder. Meselâ Âmir’e, “Necid halkının onlara bir kötülük yapmalarından endişe ediyorum!” buyurur. Bütün değerler tepe taklak olsa da kabilenin şeref ve haysiyetini koruma adına verilen sözün ve emanın Araplar arasında hâlâ bir değeri vardır.
Mesela Ebû Cehil, asılsız bir haber üzerine Habeşistan’dan dönen ve emanla Mekke’ye girenlere dokunmaz. Âmir İbn-i Mâlik, bunu hesaba katar ve “Onlar benim himayem altındadır! Necidliler onlara dokunamazlar! Onları gönder de insanları İslâm’a davet etsinler!” diye teminat verir.6
Eğitim kadrosunu o günün Arapları arasında uygulamada olan hemen herkesin itibar ettiği eman sistemi ile güvence altına alan Allah Resûlü (aleyhissalâtu vesselâm), Suffe’de yetişmiş, yüksek donanımlı yetmiş sahabiyi, Hz. Münzir İbn-i Amr’ın (radıyallahu anh) başkanlığında Necid halkına; on sahabîyi de7
Hz. Mersed İbn-i Ebî Mersed’in (radıyallahu anh) liderliğinde, tedbir ve temkin içerisinde Udal ve Kâre halkına rehberlik yapmaları için gönderir. Yetmiş kişilik heyet Maûne, on kişilik heyet de Reci’ kuyusu civarında tuzağa düşürülür. Necid’e gidenlerden atmış dokuzu, Udal ve Kâre’ye gidenlerden ise sekizi o gün şehit edilir. Esir edilen iki sahabî ise para karşılığı Kureyş’in despot önderlerine teslim edilir; müşrikler tarafından işkenceye maruz bırakılır fakat davalarına sadık kalacakları anlaşılınca şehit edilirler.
Uhud sonrası yaşananları cephede bırakıp birlik ve beraberlik destanı yazan mü’minler, bu iki hadise üzerine büyük üzüntü yaşarlar. Mü’minlere darbe indirmek için fırsat kollayan başmünafık ve ekibi, bu gelişmeyi de değerlendirmek ister ve “İşkenceye uğratılarak öldürülen zavallılara yazık oldu! Onlar ne çoluk çocuklarının içinde rahatça oturabildiler ne de adamlarının elçiliğini yerine getirebildiler.” der.8 Maksatları yine aynıdır; merhamet tellallığı kılıfında Allah Resûlü ve ashâbını birbirine düşürmek ve Allah Resûlü’nü, dininin, davasının, medeniyetinin ve ümmetinin yarınları adına hamle yapamaz hale getirmek.
Hadiselere, “Allah’ın, Resûlü ve Müslümanlara takdir ettiği şeyde -dünyalarına ahiretlerine/bugünlerine geleceklerine bakan- hayırlar vardır!”9 şeklinde bakan sahâbe, münafıkların bu vb. yıkıcı söylemlerle ulaşmak istedikleri hedefi iyi bildikleri için onların tuzağına düşmez; olayı sabır ve metanetle karşılar.
Hakkı, hidayeti ve gerçek huzuru buldukları bu hakikatlerin tüm insanlığa ulaştırılması noktasında kendilerine adres gösterilen yerlere, riskleri de hesaba katarak ve bunları sıfıra indirme adına gerekli her türlü tedbiri de alarak, temkin içerisinde gönüllü bir şekilde koşa koşa giderler. Âyetin ifadesiyle korkuya kapılıp can derdine düşmez10 ve yeni görevlendirmeler karşısında Allah Resûlü’nü yalnız ve davasını sahipsiz bırakmazlar. Neticede hem İslam’ı farklı kıtalara ve milletlere ulaştırır hem de Rabbilerini razı edecekleri bir aksiyon ortaya koyarak ebedi hayatlarını kurtarırlar.11
Tebûk Süreci
Medine’ye, Bizans İmparatorluğu’nun Müslümanlara saldırmak için savaş hazırlığına giriştiği haberi gelir. Allah Resûlü, Müslümanların kendilerini savunacak güce haiz olduklarını gösterip onları savaştan vazgeçirmek; tehlikeyi fiile dökülmeden savuşturmak ama her şeye rağmen gerçekleşirse savaşı sivillerin yaşadığı bölgelerinin dışına taşımak için seferin hedefini açıklar ve seferberlik ilan eder. Çok zor bir zamanda ve çok çetin şartlar altında Tebûk’e doğru harekete geçer. Münafıkların büyük çoğunluğu, can korkusuna kapılır sanki önceden organize olmuş gibi değişik bahaneler uydurur ve sefere katılmazlar. İfk hadisesi göstermiştir ki onların mü’minleri sarsmak için yapmayacağı şey yoktur; Tebûk’ün neticesine göre arkada bırakılan Ehl-i Beyt’e ve sivillere zarar vermeleri de kuvvetle muhtemeldir.
Bu durumu hesaba katan Allah Resûlü (aleyhissalâtu vesselâm), Hz. Ali’yi her ihtimale karşı hane halkını, diğer kadınları ve çocukları koruması ve onlarla ilgilenmesi için Medine’de bırakır. Planları bozulan münafıklar, Hz. Ali’yi (radıyallahu anh) Medine’den uzaklaştırmak, olmadı sefer yolunda onunla Allah Resûlü’nü birbirine düşürmek için bu durumu da değerlendirmeye karar verirler. Hz. Ali’nin kulağına gidecek şekilde “Allah Resûlü, onun sohbetinden hoşlanmadığı için onu yanında götürmedi!” söylemini üretir ve bunu yayarlar. Bu yıkıcı ve yalan söz, Hz. Ali’ye ulaşınca rahatsız olur ve soluğu, ordusuyla birlikte yola reva olan Allah Resûlü’nün yanında alır.
Niçin geldiği sorulunca söylentileri haber verir ve “Beni cepheye gitmekle mükellef olmayan çocuk ve kadınlarla birlikte geride mi bırakıyorsun?” diye sorar. Allah Resûlü, kendisine “Benim yanımda Hârûn’un Musa’nın yanındaki gibi bir konumda olmaya razı değil misin? Ancak benden sonra hiçbir peygamber olmayacak.”12 buyurur. Böylece hem onu rahatlatır ve iltifat eder hem çok zorlu bir süreçte bu söylemle açılan fitne kapısını daha büyük gailelere sebep olmadan kapatır hem de Hz. Ali’ye, başmünafık Abdullah İbn-i Übeyy’in İsrailoğullarını yoldan çıkaran Samiri’nin yaptığını arkada kalan kimselere yapmaması adına misyon yükler. Mesajı alan Hz. Ali (radıyallahu anh), büyük bir huzur içerisinde görevinin başına geri döner.
Netice
Yüzlerce örnekten burada zikrettiğimiz birkaç numuneden de anlaşılacağı üzere münafıklar, Allah Resûlü’nü ve mü’minleri fitne ile bertaraf etmek için her fırsatı özellikle de zorlu süreçleri ve alınan yaraları çok iyi değerlendirirler. Bunun için çok sinsice hareket eder; saldırmak için sarsıntı yaşanan anları, tozlu dumanlı havaları kollar ve şartları da dikkate alarak özenle seçtikleri kelimelerle birtakım söylemler üretirler. Bu söylemler, sanki iyilik murat ediliyormuş havası veren, zahiren merhamet tellallığı yapan ama hadiseler bir bütün olarak düşünüldüğünde ve gelişmelerin insanlar üzerinde bıraktığı duygusal etkilerle ele alındığında deprem etkisi yapacak çok sarsıcı sözlerdir. Üstelik bunları üretmekle kalmaz nifaka hizmet eden kanalları da kullanarak toplumun kılcallarına kadar yayarlar. Böylece bir taraftan içeriyi sarsar, güveni yıkar ve direnme gücünü zayıflatır diğer taraftan da saldırganların işini kolaylaştırır ve onlara, surda yüklenebilecekleri zayıf bir nokta oluştururlar.
Bütün bunlar karşısında Allah ve Resûlü, mü’minlere, imtihanda olduklarını ve zaman zaman imandaki samimiyetlerinin ortaya çıkması adına sınanacaklarını, sarsılacaklarını ama irade, iman, ümit ve azmin hakkını verip direnmeleri ve devrilmemeleri gerektiğini telkin eder. Hadiselere bütüncül bir nazarla bakmalarını, olayları sebep sonuç ilişkisi içerisinde ele almalarını, kendilerini Kur’ân ve Sünnet’in evrensel düsturlarının dışına itecek söylemlere- zahirleri ne kadar süslü olursa olsun- asla aldanmamalarını, her zaman uyanık olmalarını, hadiseleri sadece yaşanan acıların, alınan yaraların ve dünya adına verilen kayıpların beraberinde getirdiği duygularla değerlendirmemeleri gerektiğini tavsiye eder.
Ortak ve selim akıla yönelmelerini, tarihi ve sosyal realiteleri gözden kaçırmamalarını ve hem dünyalarını hem de ebedi hayatlarını kurtaracak salih ameller peşinde koşmaya devam etmelerini tenbih eder. Sahâbe de öyle yapar; hak olduğuna inandıkları gayeleri gerçekleştirme istikametinde devrilmeden kaldıkları yerden yollarına devam eder.
Dipnot:
- Bkz. Âl-i İmrân Sûresi, 3/122
- Vâkıdî, Meğâzî 1/280; Belâzurî, Ensâbu’l-Eşraf 1/326, 327
- Taberî, Târîh 3/20; İbnü’l-Esîr, Kâmil 2/156
- Bkz. Âl-i İmrân Sûresi, 3/121-179
- İbn-i Hişâm, Sîre 432; Vâkıdî, Meğâzî 1/300; İbn-i Sa’d, Tabakât 2/42
- İbn-i Hişâm, Sîre 439; Vâkıdî, Meğâzî 1/294; İbn-i Sa’d, Tabakât 2/39
- Buhârî, Cihâd 170. Gönderilen sahabî sayısının altı veya yedi kişi olduğu da kaynaklarda ifade edilir. Bkz. İbn-i Hişam, Sîre 432
- İbn-i Hişâm, Sîre 2/104; Taberî, Tefsîr 4/230
- Vâkıdî, Meğâzî 1/270
- Bkz. Âl-i İmrân Sûresi, 3/154
- Bkz. Tevbe Sûresi, 9/100; Fetih Sûresi, 48/18, 19; Sûresi, 98/8
- Buhârî, Meğâzî 79