Yesrib vebası ve Medine’nin bir sıhhat yurduna dönüşü

475

Mekke’den gelen muhacirler, Medine’nin havasına alışmakta güçlük yaşarken bir de hastalık baş göstermiş ve bazı muhacirler ağır hasta olmuşlardı. Hatta, hayatlarını ortaya koyarak kılmaya azmettikleri namazlarını bile oturarak kılmak zorunda kalmış, Mekke müşriklerinin şiddetli baskılarına rağmen taviz vermedikleri namazlarını, ayakta kılamaz olmuşlardı. Onları bu haldeyken gören Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem):

– Şunu iyi bilin ki, oturarak namaz kılan kimse, ayakta namaz kılanın aldığı sevabın yarısını alır, buyuracak ve yine de ayakta kılmaları yönünde teşvikte bulunacaktı.1

Hasta olanlar arasında Hz. Ebû Bekir’le Hz. Bilal ve Âmir İbn Füheyre de vardı. Üçü de aynı mekânı paylaşmış, hastalık süreçlerini beraberce, hasret gidererek geçirmeye çalışıyorlardı.

Henüz, hicap ayetleri inmemişti. Hz. Âişe validemiz bir gün, babasını ziyarete gelmiş ve:

– Ey babacığım! Kendini nasıl buluyorsun? Nasılsın, diye halini sormuştu. Gerçi, içinde bulundukları durum, nasıl olduklarını gayet net anlatıyordu; zira, sıtma tutmuş gibi ateşler içinde kıvranıyor, Mekke özlemini dile getirerek sayıklıyorlardı. Biraz dikkat edince, babası Hz. Ebû Bekir’in şunları söylediğine şahit oldu:

– Evinde ve ailesi içinde sabahlayan herkese ölüm, ayakkabısının bağından daha yakındır!

Babasının halini soruyordu; ama o ne kendisini tanımış ne de dediklerini duymuştu. Kendi kendine:

– Vallahi de babam, ne dediğini bilmiyor, diyerek Âmir İbn Füheyre’ye döndü ve aynı soruyu bu sefer de ona sordu:

– Kendini nasıl hissediyorsun ey Âmir, nasılsın?

O da, kendinde değildi; bağ ve bahçelerden bahisler açıyor, dünya gözüyle yeniden göremeden ölümle tanıştığından bahsediyordu.

– Vallahi, Âmir de ne dediğinin farkında değil, dedi.

Hem babası Hz. Ebû Bekir’den hem de onun hizmetçisi Âmir İbn Füheyre’den cevap alamayan Hz. Âişe, ardından bir ümit deyip Hz. Bilal’e yöneldi. Ancak, onun hali, daha çetin görünüyordu; hummanın şiddetinden yere uzanmış, başını zoraki kaldırmaya çalışıyor ve şöyle mırıldanıyordu:

– Vah bana ve ne yazık ki, acaba ben, etrafımda İzhir ve Celîl otları olduğu halde bir kez daha falan vadide geceleyebilir miyim? Acaba yeniden Micenne suyunun başına gelip de pınarlarından içip, Şâme ve Tafîl dağlarını görebilir miyim, diye iç geçiriyordu.

Hüzün dolu bir manzaraydı; belli ki, dağ ve taşında hatıraları olan bir beldenin, kendi memleketlerinin hasreti kavuruyordu yüreklerini… Dağlarındaki hava, çiçeklerindeki koku, pınarlarındaki serinlik ve hatta otlarındaki sadelik bile burunlarında tüter olmuş; hastalığın da tesiriyle geldikleri beldeye olan hasretleri bir kat daha artmıştı.

Onları böyle görüp de sözlerine şahit olan Âişe validemiz, gelip Resûlullah’a durumu haber vermişti. Her meselenin halli, ancak böylelikle mümkün olabilirdi çünkü… Şöyle diyordu:

– Sanki onlar, şiddetli ateşten akıllarını kaybetmiş gibiler ve farkında olmadan konuşuyorlar!

Efendiler Efendisi, çok üzülmüştü. Ellerini semaya kaldırdı ve önce, Muhacirîn’in bu hale gelmesine sebep olanlar için:

– Allah’ım! Utbe İbn Rebîa’yı, Şeybe İbn Rebîa’yı ve Ümeyye İbn Halef’i Sana havale ediyorum; onlar, nasıl ki bizi, kendi memleketimizden çıkarıp da bu vebalı yere gelmeye zorlamışlarsa Sen de onların hakkından gel, diye yalvardı Rabbine.

Bu, işin bir yanıydı. Sonra da döndü; ümmeti için istemeye başladı. Şöyle diyordu:

– Allah’ım! Bize, en az Mekke’yi sevdirdiğin kadar daha fazlasıyla Medine’yi de sevdir! Bu beldeyi sıhhat yurdu yap ve ölçü/tartılarına bereket ihsan et! Sonra da bu hastalığı al ve Cuhfe taraflarına doğru savuruver!2

Allah’ın en sevgili kulu O’ndan bir şey ister de Allah (celle celâluhû), O’nun bu isteğini kabul etmez miydi hiç? O gece Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), yatağına uzandığında, bir rüya gördü. Saçı-başı dağınık siyah bir kadın, Medine’den çıkıp Mehey’a da denilen Cuhfe’ye doğru gidiyordu. Belli ki, Medine’deki bu hastalık, bundan böyle şehri terk edecek ve Cuhfe taraflarında kendini gösterecekti. Zaten o günden sonra da Muhacirler, şiddetli ateşten kurtulmuş ve onların Medine’de kalmayla ilgili herhangi bir problemleri kalmamıştı.3

Ancak, herkes Hz. Ebû Bekir ve Hz. Bilâl gibi irade sahibi değildi. Yine, benzeri bir hastalığa yakalanan A’rabî geldi huzura:

– Yâ Muhammed! Benim beyatımı kaldırıp geçersiz kıl!

Hitabındaki sertlik, sonucun ne olacağını ortaya koyar mahiyetteydi. Ardından talep ettiği şey ise, aklı başında birisinin, asla ‘evet’ demeyeceği bir durumdu. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), kendi iradesiyle çıkmaza sürüklenmeyi tercih eden bu insana:

– Hayır, bunu yapamam, diye cevap verdi. Zira, Efendi­miz’le burada bağlarını koparan, öbür tarafta kurtuluşa eremezdi. O (sallallahu aleyhi ve sellem) ise, ümmetinden bir tek insanın bile zâyi olmasını istemiyordu. Ancak adam ısrar ediyordu. İkinci, üçüncü derken, istediği cevabı Allah Resûlü’nden alamayınca, selam ve sabahsız Medine’yi terk edip geldiği yere gitti. Bunu duyunca Efendiler Efendisi:

– Şüphesiz ki Medine, ateşin gümüşteki kir ve pası temizlediği gibi kendi kir ve pasını temizliyor, buyurdular.4


Yazar: Dr. Reşit Haylamaz

Dipnot:

  1. Bkz. İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 3/224
  2. Buhâri, Sahîh, 2/667 (1790)
  3. Bkz. Buhâri, Sahîh, 5/2148 (5353)
  4. Bkz. Müslim, Sahîh, 2/1006 (1382-1384)
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.