Abdullah İbn Selâm’daki Tebliğ Heyecanı

356

Abdullah İbn Selâm, Müslüman olmuştu, ama henüz bundan kabilesinin haberi yoktu. Aile efradına dönüp geldiğinde onların da Müslüman olmalarını istemiş ve bu isteğine olumlu cevap da bul­muştu. Ancak onun hedefinde, daha geniş kitleler vardı. Aynı zaman­da neş’et ettiği topluluğun genel karakterini de ortaya koyup rehberini bilgilendirmek istiyordu. Tasarladığı bir planla birlikte huzur-u risalete geldi:

– Ya Resûlallah!

Benim kavmim olan bu İsrailoğulları, inatçı ve dönek bir millettir. Onlar, henüz benim son halimi bilmiyorlar. İs­ti­yorum ki onlar, Sana gel­dik­lerinde beni bir kenara giz­le­ye­sin ve onlara, benim ve atalarım hakkında sorular sora­sın! Şüphesiz, beni de ata­la­rımı da methedeceklerdir. Ve tam bu esnada ben, ortaya çı­kıp Müslümanlığımı ilan ede­yim. Göreceksin ki, hem beni hem de ecdadımı yerden ye­re vuracak ve çeşit çeşit iftira sıralayarak, binbir kusur bul­ma yarışına gireceklerdir, dedi.

Abdullah İbn Selâm’ın planına göre, aynı zamanda Efendimiz, onlardan söz alacaktı; şayet Abdullah iman ederse onlar da inanacak ve kendilerine daha önce indirilen Tevrat’ta yazılı buldukları hususları tasdik edeceklerdi. Dolayısıyla burada belli bir maslahat gözetiliyordu ve Abdullah’ın teklifi hüsn-ü kabul gördü. Planlananlar aynen Hz. Abdullah’ın dediği gibi yapıldı. Bu arada adamlar da gelmişti. Efendiler Efendisi, hoşbeşten sonra sözü Hz. Abdullah ve ecdadına getirdi:

– Sizin aranızda Husayn İbn Selam nasıl bir adamdır, diye sordu.

Ne şüpheleri olabilirdi ki? Sadece Husayn’ı değil, yıllarca bütün aileyi, biricik rehberleri olarak görmüş ve birer otorite olarak hep onlara müracaat etmişlerdi:

– Hem efendimiz, hem de efendimizin oğludur… İçi­miz­de­ki en hayırlı kişi ve en bilgemizdir. Hem fazilet hem de Allah’ın kitabını bilme konusunda en önde olanımız odur.

Onların, kendilerinden emin böyle bir tezkiyelerinin ardından Efendimiz:

– Şayet Abdullah, benim Allah’ın Resûlü olduğuma ve ba­na indirilen kitaba iman ve şehadet ederse siz de iman eder misiniz, diye sordu.

İşkillenseler de, buna imkân yoktu. Husayn gibi bir Yahudi âli­mi, bunu yapmazdı, yapmamalıydı!.. Böyle bir sorunun altın­dan ne çıkacağını da merak etmiyor değillerdi. Fakat bu meclis, da­­ha metin durmaları gereken bir meclisti ve sözlerinde şüphe ese­ri gö­rül­memeliydi:

– Evet, diye cevapladılar. Ancak hallerindeki gariplik ve içlerin­de duydukları huzursuzluk yüzlerinden okunuyordu. Ne için gel­miş­lerdi ve şimdi ne ile karşılaşıyorlardı?..

Bu sırada Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) Abdullah’ı çağırmış ve o da gizlen­diği yerden çıkıp huzura gelmişti. Onu gören gözlere kin ve nefret yürümüş, yüzlerde de bir sararma olmuştu. Nasıl olabilirdi; Husayn gibi birisi gelip kendi kabilesinin otoritesine baş kaldırarak bir baş­ka­sının arkasında saf tutar, onu peygamber olarak kabul edebilirdi. Hâlâ inanmak istemiyorlardı. Bu, ya bir şaka veya uyanılacak bir rüya olmalıydı.

Ancak her şey gerçekti ve Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) Abdullah’a sordu:

– Ey Selam oğlu Abdullah! Sen, benim Tevrat ve İncil’de yazılı olarak bulduğunuz; bana iman etmeniz hususunda he­­pinizden sözü alınmış; mesajımın ulaştığı anda bana tâ­bi olmakla emredildiğiniz Allah’ın Resûlü olduğumu bi­lip bana inanıyor ve iman ediyor musun?

Ortalık bir anda buz kesilmişti. Bu arada Abdullah, Resû­lul­lah’ın sorusunu:

– Elbette Yâ Resûlallah, diye cevaplamıştı. İmkânsızdı bu!.. Bu kadar köşeye sıkışmak olamazdı… Buradan da bir çıkış yolu bu­lun­malıydı ve onlar da, minderin dışını tercih ettiler. Hep bir ağız­dan:

– Senin Resûllullah olduğunu bilmiyor ve tanımıyoruz, di­­yorlardı.

Halbuki onlar, O’nun Resûlullah olduğunu öz oğullarını bil­me­nin ötesinde bir bilgi ile biliyorlardı ve O’na indirilenin hak ol­du­ğu konusunda da yakîn derecesinde malûmatları vardı. Aynı za­manda, az önce konuşanlar, Husayn iman ederse biz de ina­nı­rız, diyenler de bunlar değil miydi?.. Fazla söze ne hâcet; kay­­paklık ve dönekliğin fiilen sahnelenmesinden başka bir şey de­ğ­il­di bu.

Çıkışma sırası şimdi de Abdullah İbn Selam’a gelmişti:

– Bizim en şerlimiz ve en şerlimizin de oğlusun sen, de­yip onda noksan bulma yarışına girdiler. Güneş balçıkla sıva­na­maz­­dı ki!.. Güneşin ışınlarına karşı gözlerini kapatanlar, sadece ken­­­­dilerine gece yaparlardı…

O gün yaşanılanlar, âlemlerin Rabbi tarafından da müşahede edil­­mekteydi ve O şu ayetleri indirecekti:

– De ki: Söyleyin bakalım; eğer bu Kur’ân, Allah tara­fından geldiği halde siz reddetmişseniz, İsrailoğullarından da bir şahid, tevhid, ahiret gibi bazı iman esasları hak­kın­da Kur’ân’da bildirilen hakikatlerin benzerine şahitlik edip iman ettiği halde, siz büyüklük taslayarak iman et­mez­­se­niz sizden daha şaşkın, daha zalim kimse olabilir mi? Al­lah, elbette böyle zalimleri hidayete erdirmez.1

Ayette anlatılan İsrailoğullarından iman eden kişi, Abdullah İbn Selam; inkârı seçenler ise, gerçeği gördüklerinde kaypaklık gösteren elit tabakaydı.

Bütün bunları, daha işin başından tahmin eden ve gelişmeler de tahmini istikametinde gerçekleşen Abdullah İbn Selam, bir ger­çe­­ği ortaya çıkarmanın hazzıyla Yahudi ileri gelenlerine yöneldi ve şöyle seslendi:

– Ey Yahudi Topluluğu! Allah’tan korkun ve size geleni kabul edin. Vallahi siz de biliyorsunuz ki, bu, özelliklerini Tev­rat’ta okuyup durduğunuz, adını sanını bildiğiniz Al­lah’ın beklenen ve müjdelenen Resûlü’dür. Ben şehadetle iman ediyor, biliyor ve tasdik ediyorum ki o Allah’ın Pey­gam­beridir.

Artık yüzler değişmişti… Perde bir kez yırtılmış ve cepheler de netleşmişti. İşin en kolay yolu inkârdı ve onlar da bunu seçtiler:

– Yalan söylüyorsun, dediler.

Artık Yahudilerden iş çıkmayacağı kesindi ve bu sefer Abdullah, Resûl-i Ekrem’e yöneldi:

– İşte, yâ Resûlallah, dedi. Durum gördüğün gibi!..Ben, bunların yalancı, iki yüzlü, dönek ve iftiracı insanlar ol­duklarını söylemiştim.

Zaten, Cibril de gelmiş şu mesajı getiriyordu:

– Kendilerine kitap verdiklerimiz, O’nu öz oğullarını ta­nı­dıkları gibi tanırlar. (Buna rağmen) onlardan bir grup, bi­le bile gerçeği gizler.2

Ayette, bizzat Allah Resûlü’nün ismi zikredilmeyip de “O’nu” den­mesi işaret ediyor ki, ehl-i kitap bütünüyle, son gelecek pey­gamber kastedilerek “O” dendiğinde hep Tevrat ve İncil’de adı ge­çen Zât’ı anlıyordu. O da, hiç şüphesiz ki, Hz. Muhammed’di (sallallahu aleyhi ve sellem). Ve O’nu öz evlatlarından daha iyi tanıyorlardı.

Hz. Ömer (radıyallahu anh), bir gün karşısına alacak ve Ab­dul­lah b. Selâm’a soracaktı:

– Allah Resûlü’nü öz evladın gibi tanıyor muydun?

Tereddütsüz cevap verdi Abdullah:

– Öz evladımdan daha iyi tanıyordum.

Nasıl olabilirdi?.. Bir insan bu kadar kesin nasıl konuşabilirdi!.. Ama Abdullah, hakkı temsilin timsaliydi ve onu her yerde söy­le­mek­ten çekinmezdi. Hz. Ömer ise, onun kanaatindeki kesinliği ayrıca tescil ettirmek istiyordu ve ikinci defa sordu:

– Nasıl yani?

Yine demir leblebi gibi bir cevap geliyordu:

– Evladım hakkında şüphe edebilirim. Belki, beni, ha­nı­mım kandırmıştır. Fakat Allah Resûlü’nün son pey­gam­ber olduğundan zerre kadar şüphem yoktur.

Bu cevap Hz. Ömer’i öyle sevindirecekti ki, kalkacak ve Ab­dul­lah b. Selâm’ın başından öpecekti.3


Yazar: Dr. Reşit Haylamaz

Dipnot:

  1. Bkz. Ahkaf, 46/10
  2. Bkz. Bakara, 2/146
  3. Suyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr, 1/357
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.