Tebliğ Hizmetinde Ashâbın Fedakârlıkları

936

Ashâb Kelimesini Mânâsı

Ashâb, “sahâbî” kelimesinin çoğulu olarak, sahabîler demektir. Sahâbî kelimesinin mânâsı ve kime sahâbî denileceği mevzuunda en tercihe şayân görüş, Hâfız İbn Hacer’e ait olanıdır. Ona göre sahâbî: “Allah Resûlü’nü (sallallâhu aleyhi ve sellem) görüp, az dahi olsa sohbetine eren, O’nu dinleyen ve bu ahd ü peymân içinde vefât eden mü’min insandır.”[1]

Bazıları, sahâbî sayılmak için Allah Resûlü’yle (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir yıl, hattâ iki yıl birlikte olma şartını ileri sürmüşlerse de, cumhûra göre, Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) mübarek atmosferine giren ve o atmosferden kalbine ve rûhuna ilhamlar akseden, az buçuk O’nun nurlu ikliminden istifade edip ahde vefâ içinde ölüp giden her mü’min, sahâbî sayılacağında ittifak vardır.[2]

Sahâbe’nin Büyüklüğü

Sahâbe, enbiyâdan sonra, ittifakla insanlığın en büyükleridir. Çünkü onlar, bizzat Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) terbiyesinde yetişmişlerdir. Mutlak fazilet enbiyâya aittir ve onlara kat’iyen yetişilmez. Onlardan sonra sahâbe gelir.

Şüphesiz her sahâbî aynı derecede değildir. Sahâbenin de kendi aralarında tabakaları vardır. Yolların bütünüyle sarpa sardığı Mekke döneminde Allah Resûlü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) iman edenler, hicretten ve en nihayet fetihten sonra iman edenler, herhalde aynı kategori içinde mütalâa edilemez. Mesele Kur ân ve Sünnet’te de böyle ele alınmıştır. İlgili âyetlerde Muhacirlerin ve Ensar’ın ilklerinden bahsedildiği[3] gibi fetihten önce infak edip savaşanların, fetihten sonra infak edip savaşanlardan daha üstün bir dereceye sahip oldukları da yine Kur ân’da anlatılan gerçeklerdendir.[4] Ayrıca bu farklılığı Efendimiz’in tercihlerinde görmek de mümkündür.

İbn Hazm, kendisi gibi pek çok müçtehid ve imamların kanaatine tercüman olarak: “Sahâbe-i kirâmın bütünü ehl-i Cennettir.” der.[5]

Kur ân-ı Kerim’de Sahâbe

Kur ân-ı Kerim’in birçok âyetinde sahâbeden bahsedilmektedir. Biz onlardan sadece birkaç tanesini zikredecek, diğerlerine de işaret etmekle iktifa edeceğiz.

“Muhammed, Allah’ın resulüdür. Onun beraberindeki mü’minler de kâfirlere karşı şiddetli olup kendi aralarında şefkatlidirler. Sen onları rükû ederken, secde ederken, Allah’tan lütuf ve rıza ararken görürsün. Onların alâmeti, yüzlerindeki secde izi, secde aydınlığıdır. Bunlar, Tevrat’taki sıfatları olup, Incil’deki meselleri ise şöyledir: Öyle bir ekin ki filizini çıkarmış, sonra da onu kuvvetlendirmiş, derken kalınlaşmış da artık gövdesi üzerinde doğrulmuş. Öyle ki ekicilerin hoşuna gider, kâfirleri de öfkelendirir. Işte böylece Allah, onlar gibi iman edip makbul ve güzel işler yapanlara bir mağfiret ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır.”[6] “İslâm’da birinci dereceyi kazanan Muhacirler ve Ensar ile onlara güzelce tâbi olanlar yok mu? Allah onlardan razı, onlar da Allah’tan râzı oldular.”[7]

Sahâbeden bahseden daha çok âyet olmasına rağmen, yer darlığından dolayı bu kadarlıkla iktifâ ediyoruz.[8]

Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) Hadislerinde Sahâbe

1. “Ashâbım hakkında uygunsuz sözler söylemeyin. Eğer, sizden birinin Uhud dağı kadar altını olsa ve bunun tamamını Allah yolunda infak etse, bu, onların bir-iki avuçluk infâkına, hattâ bunun yarısına bile mukâbil gelmez”[9]

2. “İnsanların en hayırlıları, benim şu içinde bulunduğum asırda yaşayanlardır. Sonra onların peşinden gelenler (Tâbiîn), daha sonra da onların peşinden gelenlerdir. (Tebe-i Tâbiîn).”[10]

3. “Kim ashabıma söverse ona Allah lânet etsin. Melekler lânet etsin. Bütün insanların lâneti onun üzerine olsun.”[11]

Tebliğ Hizmetinde Ashâb’ın Fedakârlıkları

Tebliğ hizmetinde ashâb efendilerimizin fedakârlıklarına geçmeden önce, tebliğ hizmeti ve tebliğ hizmetinin gerekliliği hakkında kısaca bilgi vermek istiyoruz.

Tebliğ Ve Tebliğ Hizmetinin Gerekliliği

Tebliğ, haber ulaştırmak anlamına gelir. Istılahtaki anlamı ise: “İyi telakkî edilen bir şeyi bildirmek, iyi şeylerin iyiliğini, temizliğini ve hayırlı olduğunu diğer memleket ve milletlere ulaştırmak, yetiştirmek, onları bunu kabul etmeye davet etmektir.”

Tebliğ, her peygamberin varlık gayesidir. Allah, insanlara olan lütûf ve keremini peygamberlerle canlandırmış ve onların hayatlarıyla Rahmâniyet ve Rahîmiyetini tecellî ettirmiştir. Bunun diğer insanlara aksetmesi ise, ancak tebliğ ile olacaktır.

Kur ân-ı Kerim’in pek çok âyeti, lafzını ve niteliğini de tasrih ederek, peygamberlerin üzerine düşen görevin tebliğ olduğunu tekrar eder.[12] Kur’ân ve sahih Sünnet’te tebliğin gerekliliğine o kadar yer ayrılmıştır ki, onlardan sadece birer ikişer misâl vermeye bile bu makalenin konusu ve yeri müsait değildir.

Ümmet, özellikle âlimler bu konuda peygamberin vârisleridirler. Değişen zaman ve şartlar, farklı coğrafyalar, dinin tebliğine engel teşkil etmez. Ancak her asrın, her mekânın kendine has özellikleri tebliğde nazar-ı itibara alınır. Çünkü bütün peygamberler böyle hareket etmiştir.

İslâm’ın tebliğinde bütün halklar, bütün milletler müsâvîdir ve aynı haklara sahiptirler. Irk, renk, cins, coğrafya, zaman, mekân vs. farklar gözetilmeksizin, İslâm’ı diğer insanlara ulaştırmak bütün Müslümanların üzerine vazifedir.

Çünkü, Islam’a dâvet ve onu tebliğ vazîfesi sadece Hazreti Muhammed Mustafa (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve ashâbına hâs değildir. Üstelik, Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) son peygamberdir ve yeni bir peygamberin gelmeyeceği de muhakkaktır. O halde, bugün, kıyamete kadar bâki bir dinin müntesiplerine düşen vazife nedir? En kısa cevabı: “Resûlullah’ın ve ashâbının yolunda yürümektir. Günümüzün icapları, imkânları içinde onların yaşadıkları çağda yaptıkları vazifelere eş vazifeler îfâ etmektir.” Allah’ın yüce kitabında: “İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten men eden bir topluluk olsun.”[13] buyurarak, bu vazifenin îfâsı için, devamlı bir cemaatin bulunmasını emretmektedir.

İşkencelere Katlanmaları

a. Erkekler

İslâm’ın tevhîd inancına düşman olan Mekkeli kâfir ve müşrikler, Allah Resûlu’nü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu yoldan döndüremeyince şiddet ve baskıya başladılar. Islam’a giren, Peygamber Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) tâbi olan herkes takip edilmeye başlandı.
Herkes, kendi kabilesindeki Müslümanları takip edip, ihbâr edecek, ihbar edilen bu Müslümanlar hapsedilecek veya dövülerek aç, susuz bırakılarak işkenceye tabi tutulacaklardır. Bu yetmezse, çıplak vücutla, güneş altında çölün kumlarına yatırılacaklardır.

Mekkelilerin Müslümanlara uyguladıkları işkenceler, Müslümanların sosyal durumlarına göre değişiyordu. Bu yüzden, kabilesi güçlü olanlara fazla işkence yapamıyorlardı. Ancak, fırsat bulduklarında, ailesinin durumu ne olursa olsun, hakâret ediyor, en azından psikolojik baskı yapıyorlardı.

Mekke devletinin Müslümanlara karşı uyguladığı bu işkence ve zulüm altında en çok ezilenler, mustad’aflar (zayıflar) oluyordu. Bunlar kimsesiz Müslümanlardı… Ya akrabaları, aileleri yoktu veya aileleri fakir ve zayıftı. Bu Müslümanların çoğunluğu, Müslüman olan köleler, kimsesizler, zayıflar ve Kureyş’ten olmayanlardı. Ammâr’ın, Bilâl’in, Suheyb’in ve cariyelerin uğradıkları işkenceler akla gelmedik türdendi. Bu işkenceler o raddeye varıyordu ki, bazıları dayanamayıp şuurlarını kaybediyorlardı.

Hazreti Bilâl-i Habeşî (radıyallâhu anh), Ümeyye İbn-i Halef’in kölesiydi. Ümeyye onun boynuna ip bağlatır, sokaklarda gezdirir, ücretle tuttuğu çocukları peşine takar, onlara Bilâl’i sürüklettirir ve taşlattırırdı. Ümeyye bazen Bilâl’i tam bir gün aç bırakır, bir yudum su vermez, sonra da kızgın kumların üzerine çırıl çıplak yatırır, ağzına güneşte kurumuş bir parça et verir ve üzerine de büyük bir taş koyardı. Bu işkenceler karşısında bayılan Bilâl, imanını gizlemeye ihtiyaç duymadan, “Ehad, ehad” der, başka bir şey demez, putlara inanmayacağını, sadece ve sadece tek bir Rabb’in önünde boyun eğeceğini yüzlerine haykırırdı.

Hazreti Mus’ab İbn-i Umeyr (radıyallâhu anh), Mekke’nin en zengin ailesinin biricik çocuğuydu İslâm’a girdiğinde on yedi yaşlarındaydı. O, sokaklardan geçerken genç kızlar pencerelere üşüşür ve ona mendil sallarlardı. O, yemesine giymesine itina gösteren biriydi. Ancak İslâm’a girdikten sonra, ailesinden hiç yakınlık görmedi.[14] Medine’ye giderken üzerinde sadece bir elbisesi vardı ve başkaca da eşyası yoktu. Ondan sonra da hep böyle yaşadı. Hatta Uhud’da şehid düştüğü zaman bütün uzuvlarını Allah için vermiş.. evet, o gün kütükte doğranır gibi doğranmış, sonra da üzerine örtmek için bir kefen bezi dahi bulunamamıştı.[15]

Habbâb İbn-i Eret (radıyallâhu anh), iman dolu siyahî bir demirciydi. Ümmü Enmâr’ın kölesi iken âzâd edilmişti, ama Allah’a iman edince Ümmü Enmâr onu bağlatır, ateşte kızarttığı demirle başını dağlardı. Kendisine işkence edenlerden Abd-i Yeğuş oğlu Esved’se sırtını, yüzünü ve göğsünü kızgın kumlara sürter ve diğer müşrik ileri gelenleriyle birlikte yaktığı ateşe baş aşağı tutarlar, ateş sönünce de, yer soğuyuncaya ve Habbab’ın vücudunun yağı ve teri kuruyuncaya kadar kızgın küller üzerine yatırıp, kalkmaması için göğsünden ayaklarıyla basarlardı.

Yasir âilesi (radıyallâhu anh), Ammâr’ın anne ve babası ilk mü’minlerdendi. Yasir âilesi denilen bu ailenin kimsesi yoktu. Mahzum Oğulları onları dinlerinden döndürmek için güneşin en kızgın zamanında taş ve kumlar üzerinde olmadık işkencelere uğratırlardı. O kadar işkencelere maruz kaldılar ki, sonunda Yâsir şehid oldu, zevcesi yaşlı Sümeyye de Ebu Cehil’in sapladığı mızrağıyla can verdi. Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu ailenin yanından bir gün yine işkence görürlerken geçmiş ve, “Sabredin ey Yâsir ailesi, sabredin; sizin mükâfâtınız Cennet’tir” diye tesellide bulunmuştu.

Ammâr İbn-i Yâsir (radıyallâhu anh), Müşrikler, Yâsir’in oğlu Abdullah’ı yerden yere çalarlar, Ammâr’a ise demir gömlek giydirirler ve onu işkenceden işkenceye uğratırlar, o kadar ki, Ammâr ne dediğini ve ne yaptığını bilmez hale gelirdi. Vücudunu ateşle dağlarlardı. Yapılan işkenceler o noktaya varmıştı ki, Ammâr diliyle, Hazreti Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) getirdiği dini inkar etmek zorunda kalmış, ağlayarak durumu Peygamberimize bildirmiş, Resûlullah’ın: “Kalbin nasıl?” sorusuna: “Imanla dopdolu”, cevabını verince: “Seni işkenceye uğrattıklarında dilinle istediklerini söyleyebilirsin.” karşılığını almıştı.

b. Kadın Mü’minler

Erkek mü’minlerin yanısıra kadın mü’minler de en ağır işkencelere maruz kalırlardı. Hazreti Sümeyye (radıyallâhu anh), Tevhîd şehitleri içinde ikinin ikincisi olma şerefine eren Ammar’ın annesi Sümeyye oldu, kocası Yasir’le birlikte Allah’a imandan dönmedikleri için öldürülüp şehid edildi.

Hazreti Fatıma (radıyallâhu anh), Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) küçük kızı, babasının en büyük destekçilerindendi. Babası onu gittiği yerlere çoğunlukla götürür ve yanından eksik etmezdi. Öyle ki, kendisine “babasının anası” lakabı verilmiştir.[16] Rivâyetler, Mescid-i Haram’da namaz kılarken babasının üzerine atılan pislikleri onun koşup temizlediğini naklederler.[17]

Hazreti Zınnîre ve Lübeyne (radıyallâhu anh), Hazreti Ömer’in (radıyallâhu anh) ailesinde iki câriye idiler. Ikisi de daha ilk yıllarda bir Allah’a iman ettiklerinden öylesi işkencelere uğratıldılar ki, istisnasız her gün dövülürlerdi.

Fükeyhe’yi (radıyallâhu anh) Abdü’d-Dâr oğulları öğlenin en şiddetli sıcağında kumlar üzerine yatırırlar, bağlarlar, üzerine demir giysiler giydirirler, kumlar üzerine kâh sırtına, kâh göğsüne ağır taşlar koyar ve öldü diye bırakır giderlerdi. Ebu Cehil, ayağına ip bağlatır ve kızgın kumlar ve taşlıklar üzerinde sürükletirdi.

İslâm’ı tebliğ ve uğrunda mücahede ve mücadele etmede erkekler gibi kadınlara da elbette düşen vazifeler vardır. İslâm, mü’min erkeklerle, mü’min kadınların omuzlarında yükselmiştir.

Müslüman oldukları için bu işkenceleri çekenler sadece köleler ve zayıflar değildi. Peygamber Efendimiz’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) Bilâl’e kadar bütün Müslümanlar işkence altındaydılar. Ve bu işkence, İslâm’a girişin ilk gününde başlıyordu. Hazreti Ebu Bekir ve Talha gibi eşraftan olan Müslümanlar da bu işkencelerden nasbini alıyorlardı.

Hicret

Hicret, Arapça bir kelime olup, kelime mânâsı bir yerden başka bir yere göç etmek; bir şeyi terk edip, başka bir yere gitmektir. Terim olarak hicret deyince ilk akla gelen ise, Hazreti Muhammed Mustafa’nın (sallallâhu aleyhi ve sellem) miladî 622 yılında İslâm davası uğruna vatanı olan Mekke’den ayrılıp, Medine’ye göç etmesidir.

Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ashâbı, sırf Müslüman oldukları için Kureyş’ten çektikleri işkencelerin artık tahammül edilemez oluşundan, Mekke’de Müslümanca yaşamanın imkânsız hale gelişinden ve onları müşrik işkencelerine karşı korumanın imkân harici olmasından dolayı, O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) emri üzerine kadın-erkek önce iki defa Habeşistan’a, daha sonra da yine kadın-erkek ve çoluk-çocuk Medine-i Münevvere’ye hicret ettiler. Böylece hicret dönemi başlamış oldu. Evet, doğup büyüdükleri, azîz ve şerîf olarak yaşadıkları yuvalarından, çocuklarından koparılıp hicret etmeye başladılar. Hazreti Ömer’e kadar ilkler bütünüyle hicret ediyordu.
Hazreti Ömer (radıyallâhu anh) de hicret ediyordu. Ama bu, öyle acı bir göç idi ki, yanında hanımı da yoktu, çocukları da, tek başınaydı bu çileli yolculukta.[18] Zira ancak, bu şekilde hicrete fırsat bulabilmişti.

Hazreti Ebû Bekir göç ederken -fedakârlığa bakın ki- yanında her zaman “anamız” deyip şerefle yâd edeceğimiz Hazreti Âişe vâlidemiz (radıyallâhu anh) yoktu. Hanımı yoktu, a’mâ olan babası yoktu.

Hz.Osman’ın (radıyallâhu anh) yanında hanımı, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) kızı Hazreti Rukiyye (radıyallâhu anh) yoktu.

Müslümanlar 450 km’lik hicret yolunu zâdsız, zahiresiz ve çölün sıcağında katetme mecburiyetinde idiler. O devirde böyle bir yolu katetmek en az onbeş gün sürerdi. Bu süre içinde sırtlarındaki elbiselerle çölde yatıp kalkacaklardı ne yiyip ne içecekleri belli değildi. Medîne’ye hicret ettikten sonra da hep onuruyla yaşayacak olan bu insanlar, adetâ Medîne’nin “Ensâr” dediğimiz topluluğuna sığınacaklardı. Çile üstüne çile! Ne var ki o kudsiler topluluğu, hepsine hem de seslerini çıkartmadan katlandılar. Niçin? Söz Sultanı (sallallâhu aleyhi ve sellem) onlara diyordu ki: “Sabredin. Zira neticede varacağınız yer Cennet’tir”.

Hicret başlı başına zor ve müşkil bir problemdir. Mekke’den hicret edenler “Muhâcirler” bu problemi aşmış ve bu imtihanı başarmışlardı. Şimdi sıra Medîneli Müslümanlardaydı. Medîne, küçük bir yerdi, ahalisi de ziraatçılıkla uğraşıyordu. Hicret edenlerin sayısı gün geçtikçe artıyor, nüfus durmadan ve hızla kabarıyordu. Her gün gelen bu insanlar nerelere yerleştirilecek ve ne yiyip içeceklerdi? Medine halkı zaten fakirdi.

İşte böyle bir durumda Ensâr topluluğu, Allah’ın dinini yaşamak ve tebliğ etmek için her şeylerini Mekke’de bırakıp gelen Muhacir topluluğuna bağrını açtı. Onlar da Allah için tarihte bir benzeri görülmemiş fedakârlıkta bulundular ve her şeylerini ikiye böldüler. Sahip oldukları şeylerin yarısını, Allah Resûlü’nün kardeş yaptığı Muhâcir kardeşlerine verdiler. Hattâ fedakârlıkta o kadar ileriye gittiler ki, akıllara durgunluk verecek bu kardeşliğin yüzlerce misalinden şu hâdiseye şahit oluyoruz: Ensar’dan iki hanımı olan Sa’d İbn-i Ubade Muhacir kardeşi Abdürrahman İbn-i Avf’a: “Kardeşim, siz her şeyinizi Mekke’de bırakıp öyle geldiniz. Şu anda sen bekârsın, benim ise iki hanımım var. Allah için söylüyorum: Sen bu hanımlarıma bak! Hangisi hoşuna giderse, ben onu boşayayım sen al!” diyor. Ama Hazreti Abdürrahman, “hanımın sana mübarek olsun, sen bana çarşının yolunu göster” diye mukabele ediyor.[19]

Mallarıyla ve Canlarıyla Cihad Etmeleri

Bu âlemşümûl din ve âlemşümûl davanın şerefli mübelliği (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve ilk temsilcileri sahabe efendilerimiz İslâm’ı dünyanın dört bir yanına taşırken, vazifelerinin şuurunda ve mesûliyetlerini de müdrik bulunuyorlardı. Bu hususta cepheden cepheye koşuyor, Allah yolunda cihâd ediyor, Cennet’e girmeye ve Cemâlullah’ı görmeye liyâkatlerini ortaya koyuyorlardı.. gönül verdikleri dava uğrunda hayatı istihkâr ediyor; en az başkalarının yaşama arzusu kadar, Allah’a kavuşma iştiyâkıyla yanıp tutuşuyorlardı. Bu hususta o kadar hâişkâr idilerdi ki, Bizans komutanına: “Kralım! Bu adamlarla savaşılmaz. Biz ölümden korkup kaçtığımız kadar, onlar ölüme doğru koşuyor” dedirtmişti.

Bedir muhârebesi öncesi, Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), küçük yaşta olanları ordudan ayırarak geri çevirdi. Sayıları sekiz olan bu küçük mücâhidler, ordudan geri kalmaktan fazlasıyla üzüldüler. Bunun üzerine Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir-ikisine tekrar orduya katılma izni verdi.

Bunlardan birisi de Umeyr İbn-i Ebî Vakkâs idi. Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) onu da küçük diye geri göndermişti. Umeyr de ağlamaya başladı. Bunun üzerine Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) müsaade etti. Umeyr’in boyu kısa olduğu için kılıcını bağlayamamıştı, abisi Sa’d İbn-i Ebi Vakkas’ın yardımı ile ancak bağlayabildi. Ve Umeyr, o gün büyük gayesi şahâdet makamına yükseldi.

Ayağı sakat Amr b.Cemûh da Uhud savaşına katılmak için can atanlardandı. Oğulları: “Resûlullah, senin sefere çıkmamana müsâade etti. Allah seni mâzeretli saymıştır” dediler. Gönlü Allah ve Resûlü’nün muhabbetiyle yanıp tutuşan Amr, oğullarının bu sözlerine aldırış etmedi. “Yazıklar olsun size” dedi, “siz beni Bedir seferinde Cennet’i kazanmaktan alıkoymuştunuz. Uhud seferinde de mi alıkoyacaksınız? Herkes Cennet’e giderken, ben evde oturup kalamam”. Sonra da doğruca Peygamber Efendimizin huzuruna çıkıp, çocuklarını şikâyet ediyor. Ve ısrar etmesi üzerine Peygamberimiz onun da Uhud’a katılmasına izin veriyor. Ve o da orada şahâdet şerbetini içiyor. Peygamberimizin ifadesiyle ayağı düzelmiş olarak Cennet’e giriyor.[20]

Uhud’da ölüm ve şehidlik arayanlardan biri de Enes İbn-i Nadr idi. Bir ara Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) şehid edildiği haberi duyulup, bazılarının ümitsizliğe düştüğünü ve ordunun dağılmaya yüz tuttuğunu görünce, Enes İbn-i Nadr (radıyallâhu anh) hem savaşıyor, hem de: “Allah Resûlü’nün öldüğü yerde siz ne diye ölmüyorsunuz?” diye haykırıyordu.[21] Ve tabii Uhud’da şehitlik için duâ edenlerin duâsı kabul olmuştu. Enes İbn-i Nadır duâ etmiş, İbn Cahş duâ etmiş, Hamza ve niceleri duâ etmiş ve bunların duâları kabul olunmuştu.

Kadınların Cihadı

Bedir muharebesine kadınlar katılmamıştı. Fakat Uhud’da, Bedir’den farklı olarak kadınlar da bulunmuştu. Yaralılara yardım, onların kuvve-i mâneviyelerini takviye ve askerleri teşvik gibi maslahatlarla Uhud’da bulunmuşlardı.

Uhud’a katılan kadınlardan birisi de, Uhud vakasında oğlunu, kocasını, kardeşini şehid verdikten sonra, Allah Resûlü’nün cübbesine dukaklarını koyup da: “Senden sonra bütün musibetler çok hafiftir” diyen Sümeyrâ (radıyallâhu anh) idi.

Uhud’da nice kadınlar ellerinde sargılar, bellerinde mataralar, yaralılara su vermek ve yaralarını sarmak için oraya gelmişlerdi.. tabi başlarında da Ümmü Ümâre Nesibe (radıyallâhu anh), tarihin şerefle yâd edeceği büyük kadın.. beyini ve oğullarını göndermişti, onlar savaşacaklardı. Kendisi de belinde matara, elinde sargılar, yaralıları tedavi için orada bulunuyordu. Bir an gelmişti ki, neredeyse kırılmadık kol, kesilmedik baş kalmamıştı. Tam bu esnada Allah Resûlü, üzerine gelmekte olan bir grup gözü dönmüşü göstererek: “Bunlara karşı kim çıkacak?” deyince, Nesîbe (radıyallâhu anh) elindeki sargıları, belindeki matarayı atarak: “Ben Ya Resûlallah!” cevabını vermiş ve müdafaa hattında yerini almıştı.

Oraya sargı sarmak, yaralıları tedavi etmek için gelmişti ama, iş başa düşünce âdeta aslan kesilmişti. O, Allah Resûlü’nün önünde mücâdelesini devam ettirirken, oğlunun kolunun bir kılıç darbesiyle kesildiğini görür, koşar onu sargı ile sarar ve elini sırtına vurarak: “Git Resûlullah’ın önünde savaş evlâdım!” der ve savaş mevkiine döner. O kadar yakın savaşıyordu ki, âdeta Allah Resûlü’nün fısıltısını duyuyordu. Sırtında, derin bir yara açılmış, kanlar içinde, O, Allah Resûlü’nün fısıltılarını, Allah Resûlü de O’nun fısıltılarını duyacak kadar birbirlerine yakındılar. O çocuğunu savaşa gönderdikten sonra Allah Resûlü ona şöyle buyuruyor: “Senin şu yaptığına kim takat getirebilir ki, kim dayanabilir ki?” Bunu yakalayan (duyan) büyük kadın: “Allah’a duâ et. Beni Cennet’te seninle beraber eylesin!” diyor. Ve Allah Resûlü ellerini kaldırarak, yüzünden, sırtından, kolundan kanlar akan bu kadına duâ ediyor: “Allahım, Cennet’te onu benimle beraber kıl”. Şerefli kadın bu duâyı işitince: “Gayri kıyamete kadar O’nun önünde savaşabilirim” diyor.[22] Bu mübarek kadın Yemame’de bulunur ve orada bir kolunu kaybeder.[23]

Hansâ, mülhemûndan, “ilhâma mazhar” şiirde dev bir kadındı. Allah Resûlü’nü dinledikten sonra Islam’a girmiş ve artık bütün işi, Söz Sultanı (sallallâhu aleyhi ve sellem)’i dinlemek olmuştur. O’nu dinlerken öyle büyülenmiş, öyle kendinden geçmiştir ki, cahiliye devrinde, kardeşinin ölümü üzerine yazdığı mersiyelerle, dünyayı yasa boğan bu kadın, Kâdisiye’de dört oğlunu birden şehid verirken şikâyet ifade edecek tek kelime söylemediği gibi, sadece şunları demişti: “Ne mutlu bana ki, dört şehidin anası oldum. Allahım, Sana hamdolsun!”[24]

Babaya, Oğula, Kardeşe ve Akrabaya Karşı Mücadele

Onlar, öyle bir îmana sahiptiler ki, karşılarına çıkan engel ne olursa olsun onları hedeflerinden alıkoyamazdı. Temel hak ve hürriyetlerini müdafaa adına harp sahalarında mücadele verirken, bazen karşılarına kardeşleri, bazen da öz baba ve amcaları çıktı ama, insanı felç edecek bu kabil tablolar karşısında sahâbe tereddüt etmeden kendisine verilen emri yerine getirdi ve gösterilen hedefe yürüdü.

Bedir’de Hazreti Ali atını ileri sürdüğü vakit kardeşi Akil’i karşısında gördü. Hazreti Ebu Bekir oğlu Abdurrahman’ı, Hazreti Ömer de dayısı Âs İbn-i Hişâm’ı karşısında gördü. En müthişi de Ebu Ubeyde idi. O ise, babası Cerrah ile karşılaştı. O, babasından kaçtıkça babası da hışımla onu takip ediyordu. Nihayet babasıyla çarpışmak zorunda kalınca da: “Al Allah aşkına!” deyip onu yere indirmesini bildi.[25]

Abdullah İbn-i Abdullah İbn-i Ubey İbn-i Selûl (radıyallâhu anh), münâfıkların reîsi ve babası olan Ubey İbn-i Selûl’ün yaptıklarından çok rahatsızdı. O bilmekteydi ki, babası, ölümü çoktan haketmişti. Ancak babasına karşı da çok düşkündü. Ve gelir Allah Resûlü’ne şu teklifte bulunur: “Ya Resûlallah! Eğer babamı öldürtmek istiyorsan, ne olur o vazifeyi bana ver! Çünkü bütün Medine bilir ki, babasına benim kadar düşkün ikinci bir insan yoktur. Eğer onu benden başkası öldürürse, babamı öldüren o insana kalbimde bir burkuntu duyabilirim. Fakat ben, bir mü’mine kalben rahatsızlık duymak istemem. Onun için müsaade ederseniz bu işi ben göreyim.”[26]

Mallarıyla Cihad Etmeleri

Allah’ın Kitabı’nda en çok yer verdiği hususlardan biri, Allah yolunda karşılıksız harcamadır. Öyle ki bu, imanın kemali, bir kimsenin gerçek, samimî Müslüman olabilmesi için âdetâ şart kabul edilmiştir. Allah’ın Müslümanlara yardımı, onları galip getirmesi, onlara metânet, sabır ve sebât bahşetmesi, Müslümanların Allah yolunda karşılıksız harcamalarına, dine ve peygamberine yardımları şartına bağlamıştır.

Sahabe efendilerimizin Allah’a ve Resûlü’ne bağlılıkları, İslâm’a maddî ve manevî, malî ve şahsî yardımları akıllara durgunluk verecek derecededir. Işte bu sebeple Allah, Kitabı’nda onları daima önce zikretmiş ve lâyık olup hak ettikleri övgüsüne mazhar edip, onlardan râzı olduğunu bildirmiştir.

Sahabe efendilerimizin tebliğ hizmetindeki mâlî fedakârlıkları o kadar çoktur ki, böyle kısa bir makalede onları birer misalle bile olsa zikretmek mümkün değildir. Onun için biz, sadece Tebûk savaşında gösterdikleri fedakârlıklardan kesitler arz edeceğiz.

Tebük gazâsı sırasında her tarafta kıtlık ve kuraklık hâkimdi. Harbe iştirak edecek sahabeden bir çoğunun silah satın alacak, harp hazırlığı için sarf edecek paraları yoktu. Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Müslüman zenginleri harp hazırlığı ve teçhizatı için yardıma çağırdı. Hali vakti yerinde olan Müslümanlar, bu davete derhal iştirak ettiler. O gün Hazreti Ömer (radıyallâhu anh), Hazreti Ebu Bekir’i (radıyallâhu anh) geçebilmek için malının yarısını verdi. Ama Ebu Bekir (radıyallâhu anh) malının tamamını verince Hazreti Ömer (radıyallâhu anh): “Anam babam sana feda olsun ey Ebu Bekir! Hayır yolundaki her yarışta beni muhakkak geçiyorsun. Artık, hiç bir şeyde seni geçemeyeceğimi iyice anladım.”[27] der.

“Zinnûreyn” lâkabının sahibi Hazreti Osman (radıyallâhu anh), üç yüz deveyi üzerindeki mallarla birlikte verdi. Ayrıca elli at ve bin altın nakit hibe etti. Hazreti Osman’ın bu fedakârlığı karşısında Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Allah’ım, ben Osman’dan râzıyım, sen de ondan râzı ol.” d[28]iye duâ buyurdu. Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) yardım dâvetine Abdurrahman İbn-i Avf (radıyallâhu anh), dört bin dirhemle koştu. Bu, sahip olduğu malın tam yarısıydı.[29]

Daha bir çok Müslüman, ellerinden gelen yardımı yapmaktan geri durmadılar. Kimi hurma getiriyor, kimi devesini getirip ordunun hizmetine veriyordu. Hiç biri, getireceği şeyin küçüklüğüne, azlığına, ehemmiyetsizliğine bakıp yardıma koşmaktan geri kalmıyordu.

Müslüman Kadınların Fedakârlığı

Müslüman kadınların bu yolda gösterdikleri fedakârlıklar da takdire şayandı. Boyunlarında, el ve kulaklarında ne kadar zînet eşyası varsa, Allah yolunda cihada çıkacak olan ordunun hazırlığı için getirip onları Peygamber Efendimize (sallallâhu aleyhi ve sellem) seve seve teslim etmekte asla tereddüt göstermiyorlardı.

Eslem kabilesine mensup Hazreti Ümmü Sinan der ki: “Âişe’in (radıyallâhu anha) evinde Resûlullah’ın önüne serilmiş bir örtü gördüm. Üzerinde fil dişinden bilezikler, pazubendler, yüzükler, halhallar, küpeler, develerin ayaklarını bağlayacak kayışlarla, kadınlar tarafından gönderilen ve Müslümanların savaşa hazırlanmalarına yarayan bir takım şeyler bulunuyordu.”[30]

Ağlayanlar

Harbe iştirak etmek isteyenler öylesine çoktu ki, zengin Ashâbın yardımları bile onların teçhizi için kâfi gelmiyordu. Durumları müsait olmayanlar Resûlullah’a sefere gönüllü olarak katılmak istediklerini belirtiyorlar, O da onlara: “Size verecek binek kalmadı” buyurunca, üzüntülerinden ağlayarak huzur-u risâletten ayrılıyorlardı.[31] Cenâb-ı Hak, bu fedakâr ashâb hakkında şöyle buyurdu: “Ey Resûlüm! Binek temin etmen için sana geldiklerinde: ‘Sizi bindirecek bir şey bulamıyorum’ deyince, harcayacak para bulamamaları sebebiyle gözyaşı döke döke dönüp gidenleri de kınamak doğru değildir.”[32]

Sahâbî efendilerimiz, Müslüman olmadan önce kendi menfaat ve kendi çıkarlarından başka hiçbir şey düşünmeyen bir topluluktu. Hele başkalarını kendi nefsine tercih etmeki buna “îsâr” diyoruz- onların arasında hiç bilinmeyen ve hiç duyulmamış bir meseleydi. Ancak Allah Resûlü’nün risâleti, onlar arasında çok şeyi değiştirdiği gibi, cimriliği de alıp götürmüş, cömertlik ve îsâr duygusunu onların ruhlarına âdetâ tespit etmişti.[33]

Kur ân Ve Sünnet’i Muhâfaza Ve Nakilde Fedakârlıkları

Kur ân-ı Kerim ve Sünnet-i Nebeviye’yi aynıyla bize nakleden emânetçiler, Sahâbe-i Kirâm efendilerimiz olmuştur. Kur ân ve Sünnet; Kur ân’ın kendilerinden senakârane bahsettiği.. Tevrat ve Incil’in methettiği.. kılı kırk yararcasına cihanpesendâne bir hayat yaşayan.. ve yalnızca Bedir, Uhud, Mûte, Yermuk destanlarıyla değil, hayatlarının her safhasıyla dillerde destanlaşan ve hayatlarını Ukbâ’ya göre ayarlayıp, adımlarını hep rızâ-yı Ilâhî mülâhazasıyla atan bu yüce insanların elleriyle bize intikal etmiştir.

Allah Resûlü’nün ashâbı, gerek Kur ân’ı, gerekse Sünnet’i öğrenme, müzâkere etme ve nakletme husûsunda alabildiğine hâhişkâr idiler. Evet onlar, kendilerini bir ateş çukurunun kenarında yakalayıp, berd ü selâma çıkaran Allah Resûlü’nün hayat veren o nurlu sözlerini, fiillerini, takrirlerini belliyor ve bunları sürekli aralarında müzâkere ediyorlardı.

Sahabe-i Kirâm efendilerimiz, Sünnet’in kıymetini takdir ettikleri gibi, onu tebliğ ve nakletmenin ehemmiyet ve lüzumuna da çok iyi inanmışlardı. Onlar Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) teşvikleri karşısında çoşup, tehditleri karşısında ürpermenin yanında bizzat Kur ân-ı Kerim’in, bildiğini ketmedenlere ikazlarını da[34] öyle anlıyor ve bu değişik sâiklerle Sünnet’in neşrine fevkalâde ihtimam gösteriyorlardı.

Bunlardan başka sahabe-i kiram, o işe programlanmışçasına, Kur’ân’ın ve sünnetin bir harfinin bile zayi olup gitmesine tahammülleri yoktu. Allah Resûlü’nün(sallallâhu aleyhi ve sellem) ağzından çıkacak tek bir harfin bile zâyi olup gitmemesi için ölesiye bir tehâlük gösteriyorlardı. Bu itibarla da O’nun mübarek sözlerinin, fiil ve takrirlerinin bir tekini bile kaçırmıyor, belliyor, müzâkere ediyor ve hâfızalarına nakşettikten sonra hayatlarına düstur ediniyorlardı.

Sahabe-i Kiram, duyduğunu hemen kabul ediveren insanlar değildi. Bunlar kalben çok sâfî olmakla beraber, bu mevzûda titiz ve ehl-i tahkik idiler. Sünnet’i büyük bir titizlik içinde hafızalarına aldılar, bazıları ise bunları kayıtlara geçirdiler. Rivâyetleri çok büyük bir titizlikle tahkik ettiler ve yine aynı titizlikle naklettiler. Hepsi de yalana kapalı, adâlet ve istikâmet insanları olmalarına rağmen, Sünnet’in o büyük ehemmiyeti ve teşrîdeki yerinden ötürü, duydukları her şeyi hemen kabul etmeyip, tahkik ederlerdi. Evet onlar, zekâ ve hâfıza dâhileri oldukları kadar, ehl-i tahkîktiler de.

Çünkü Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Kim benim üzerime yalan uydurursa, Cehennem’deki yerine hazırlansın”, başka bir rivâyette: “Kim kasden benim üzerime yalan uydurursa, Cehennemdeki yerine hazırlansın.”[35] buyurmuşlardı.

Meselenin bu denli hassâsiyet istemesi, sahâbeyi öylesine titiz ve temkinli yapmıştı ki, pek çoğu hadis rivâyet etmekten âdetâ ürkerlerdi. Onlar, hadîsin bir kelimesi, hattâ bir harfi mevzûunda bile alabildiğine titizdi.

Ashâb-ı Kirâm, hadîsler mevzûunda böylesine hassâsiyet gösterdiği gibi, tek bir hadîs için “rıhlet” denilen seyahatler düzenleyecek kadar da Sünnet’e ihtimam gösteriyor ve bu hususta da destanlar yazıyordu. Bu nasıl bir şuurdur ki, kişi hem de bildiği bir hadîsi “bir başka bilen var mı yok mu?” diyerek araştırıyor ve eğer varsa o şahsı bulmak ve o hadîsi ondan bizzat işitmek için günlerce yolculuk yapıyordu.

Efendimiz’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) dini tam bir şekilde öğrenen sahabe efendilerimiz, dünyanın dört bir yanına dağılarak gittikleri her yerde Kur ân ve Sünnet’ten bilip öğrendikleri şeyleri başkalarına da anlattılar. Öyle ki, daha Mekke fethinde Resûlullah’ı dinleyenlerin sayısı on bini aşıyordu. Bu ilim-irfan seferberliğinde, erkeklerin yanında kadınlar, onların arasında da Efendimiz’in pâk zevcelerinin hizmeti başlı başına bir destandı. Böyle hızlı bir tempo ile sürdürülen irşat ve tebliğ, ta’lim ve terbiye sayesinde bir iki sene sonra Veda Haccı’nda Efendimiz’in etrafında yüz bini aşkın insan vardı.

Netice

Ne fedakârlar bitmiştir, kesilmiştir, ne de fedakârlığın sonu gelmiştir. Dâima din tahrip görecek, hücuma ma’ruz kalacak, buna karşı da, ashâbın dine sahip çıktığı gibi öne atılan fedakârlar da kıyamete kadar bulunacaktır. Yine sahâbî gibi dinini anlatmak için çoluk-çocuğunu bırakıp sağa-sola, dünyanın dört bir tarafına giden insanlar olacaktır.

Yirmi birinci asırda, Aleyhissalâtü vesselâm’ın dinini ihyâ etme etrafında toplanmamız, O’nu çok memnun ve hoşnut edecektir. Edecek ve tâ 15 asır evvelki, “Kardeşlerime selâm söyleyin!” müjde ve beşâreti bize ulaşacaktır. Zira O (sallallâhu aleyhi ve sellem), vefatından bir kaç ay önce, asırlar sonra gelecek insanlara iştiyak izhar etmiş ve: “Kardeşlerime selâm söyleyin” demiştir. Sahabe-i Kiram: “Biz senin kardeşlerin değil miyiz?” deyince de, “Siz benim arkadaşlarımsınız, kardeşlerim henüz gelmediler, onlar sonra gelecekler.” Buyurmuştur. Onlar, vasf-ı mümeyyizleri olarak âhir zamanda fesat zamanında gelecekler. Dinin pâyimal olduğu bir dönemde gelecekler. Kur ân’ın hücuma ma’ruz kaldığı bir günde onu müdafaa edecekler. Sahâbe gibi malı-mülkü, evlâd u iyâli, yurtlarını terkedecek ve canlarını terke âmâde bulunacaklar. Yine bütün varlıklarının yarısını, üçtü ikisini veya üçte birini Allah yolunda harcamaya azmedecekler. Onları görenler ve hallerini anlayamayanlar, Sahâbe’ye dendiği gibi, bunlar deli diyecekler. Insanların ifsâd ettiğini ıslâh eden o gariplere müjdeler olsun.

Allah, hepimizin kalbinde, dine sahip çıkma meş’alesini tutuştursun. Sahabe’nin yaptığı gibi; mal, can, hattâ bir bakıma haysiyet, namus, izzet her şeyimizden fedakârlıkta bulunarak, Sahabe-i Kiram’ın arkasında yerimizi almaya ve Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) “kardeşlerim” dediği kimselerden olmaya muvaffak kılsın.


Dipnotlar:
[1] İbn Hacer, 1328, 1/7
[2] Gülen 1994, 3/139-140
[3] Tevbe Sûresi, 100
[4] Hadid Sûresi, 10
[5] İbn Hacer, 1/10
[6] Fetih Sûresi, 48/29
[7] Tevbe Sûresi, 100)
[8] Diğer âyetler için bkz; Bakara Sûresi, 207, 218; Âl-i Imrân Sûresi, 172, 195; En’âm Sûresi, 51-53; Enfâl Sûresi, 64, 74; Tövbe Sûresi, 19-22, 88-89; 117; Nahl Sûresi, 41-42; Hac Sûresi, 58-59; Ahzâb Sûresi, 23; Fetih Sûresi, 18; Haşr Sûresi, 9
[9] Buhârî, Fezâilü’l-Eshâb 5; Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe 221
[10] Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe 212; Buhârî, Fezâilü’l-Eshâb 1
[11] Mecmau’z-Zevâid, 10/21; Kenzu’l-Ummâl, 11/531(32477); Sahabenin faziletiyle ilgili diğer hadisler için bkz.: Buhârî, Fezâilü’l-Eshâb 1; Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe 207, 208, 209; Tirmizî, Menâkıb 58; İbn Hıbbân, 9/189; Müsned, 5/57; Ebu Nuaym, Hilye, 1/135, 305, 375.
[12] Meselâ bkn; Âl-i Imrân Sûresi, 20; Mâide Sûresi, 92, 99; Ra’d Sûresi, 40; Nahl Sûresi, 35,82; Nûr Sûresi, 54; Ankebût Sûresi, 18; Yâsin Sûresi, 17; Şûrâ Sûresi, 48; Tegâbün Sûresi, 12
[13] Âl-i Imrân Sûresi, 104
[14] İbn Hacer, 3/421
[15] Buhârî, Cenâiz 28
[16] İbn Hacer, 4/377
[17] İbn Ishâk 1981, 192
[18] İbn Hişâm, 1/474-476
[19] Buhârî, Menâkıbü’l-Ensâr 3
[20] İbn Hacer, 2/503, 529
[21] İbn Hişam, 3/88
[22] İbn Hacer, 4/479; İbn Hişam, 3/86-87
[23] İbn Hacer, 4/418
[24] İbn Hacer, 4/288
[25] İbn Hacer, 2/252-253
[26] Mecmau’z-Zevâid, 9/318
[27] Tirmizî, Menâkıb 16
[28] İbn Hişâm, 2/518
[29] Suruç 1993, 2/451, Taberî’den naklen…
[30] a.g.e., 2/453
[31] İbn Hişâm, 2/518
[32] Tevbe Sûresi, 92
[33] Gülen, 2/74
[34] Bakara Sûresi, 2/174
[35] Buhârî, İlim 38; Müslim, Zühd 72

Hadis Kaynakları Dışındaki Kaynaklar

– el-Askalânî, İbn Hacer, el-İsâbe fî Temyîzi’s-Sahâbe, Beyrut, h.1328.
– Fethu’l-Bârî fî Þerh-i Sahîh-i Buharî,
– Gülen, M. Fethullah Gülen, İnsanlığın İftihâr Tablosu Sonsuz Nur, İzmir 1994.
– İbn İshâk, Sîretü İbn İshâk, Konya, 1981.
– Suruç, Salih, Peygamberimizin Hayatı, İstanbul 1993.

Yzar: Yeni Ümit Dergisi, sayı 66; Ekim – Kasım – Aralık – 2004

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.