Tâif Kuşatması

581

Yenilen pehlivan güreşe doymuyordu; Huneyn’den kaçanlar Tâif’e sığınmış ve kaleleri arkadan kapatarak yeniden toparlanıp Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) ve Müslümanlara saldırmak için hazırlık yapmaya başlamışlardı. Bu tavırlarının mutlaka görülerek üzerlerine gelineceğini biliyorlardı ve bunu düşünerek muhasara edileceklerinin korkusuyla bir yıllık yiyecek stoku yapmış, bulabildikleri her türlü silahı da içeriye almışlardı. Bu savaşlarına destek vermek için başka kabilelerden de yardım istemiş ve belli ölçüde bunu da başarmışlardı!

Henüz her şey ortadaydı ve sıcağı sıcağına alınan bu haber üzerine Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ashâbına yönelerek hedeflerinin Tâif olduğunu bildirdi. Öncü kuvvet olarak bin kişiyle birlikte Hâlid İbn Velîd’i görevlendirmişti.

Tâifliler, kalelerine sığınmış ve dışarıda kimse kalmamıştı. Kalenin önüne kadar gelen Hz. Hâlid, önce etrafı kolaçan etti; ancak muhatap olabileceği hiç kimse kalmamıştı. Bunun üzerine kalenin kapısına gelerek yüksek sesle şöyle seslendi:

– Aranızdan biri aşağı insin de onunla konuşayım; şüphesiz o, aranıza geri dönünceye kadar emniyette olacaktır! Veya siz bana bu güvenceyi verin, ben sizin aranıza geleyim ve orada konuşalım!

Kaleden şu cevap geliyordu:

– Ne bizden birisi gelip seninle konuşur, ne de senin buraya gelmene izin veririz! Ey Hâlid! Arkadaşınız, bugüne kadar bizim dışımızda savaş bilmeyen insanlarla karşı karşıya geldi!

Bu açıkça bir meydan okumaydı ve hele bir gelsin de savaş nedir görsün manasına geliyordu. Gözlerini kin ve nefret bürümüş, yarın başlarına geleceklerden habersiz sadece düşmanlığa kilitlenmişlerdi! Onun için Hz. Hâlid, önce nasihat etmeyi düşündü onlara:

– Sözlerime kulak verin ve beni iyi dinleyin! Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), kaleleri sağlam Yesrib ve Hayber’de nice toplulukları kuşattı, Fedek’e sadece bir adamını gönderdi de onlar, neticede O’nun hükmüne boyun eğmek zorunda kaldılar. Benî Kurayza’nın başına gelenlerin sizin de başınıza gelmemesi için sizi uyarıyorum; onları Resûlullah günlerce muhasara etti ve neticede onlar da O’nun hükmüne razı olmak zorunda kaldılar; savaşanları hak ettikleri cezayı bulurken zürriyetleri de esir hâline geldi! Hem sonra Mekke’ye girdi ve onu da fethederek halkını dize getirdi; şimdi de Hevâzin üzerine yürüyerek onlara da baştan sona boyun eğdirdi. Sizler, yeryüzünde öyle bir noktada bulunuyorsunuz ki, şâyet O (sallallahu aleyhi ve sellem) sizi kendi hâlinize bıraksa bile etrafınızdaki insanlar sizi bırakmaz ve gelip hepinizi kılıçtan geçirirler!

Bu kadar açıktan ve samimi nasihate karşılık onlar:

– Biz, asla dinimizi bırakacak değiliz, diyor, savaştan başka bir alternatif düşünmediklerini açıkça beyan ediyorlardı. Bunun üzerine Hâlid İbn Velîd de, karargâhına geri dönecekti.

Hz. Hâlid’in aldığı bu olumsuz cevabın akabinde Allah Resûlü de, Tâif’e doğru yöneldi; Huneyn’den yola çıkan Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), Tâif istikametine doğru ilerlerken Nahletü’l-Yemâniyye, Karn, Müleyh ve Liyye’deki Buhratü’r-Ruğâ güzergâhını takip ediyordu. Buhretü’r-Ruğâ’ya geldiğinde burada mola verdi ve bir mekânı mescit olarak hazırlayıp ashâbına namaz kıldırdı.

Bu sırada huzuruna bir dava getirilmişti. Leysoğullarından bir adam, Hüzeyl’den birisini öldürmüş ve şahitlerle bu hüküm kesinlik kazanmıştı! Bir insanı öldürmek, bütün insanları öldürmek kadar büyük bir günahtı ve toplumda yeni ölümlerin yaşanmaması için bir defa katilin öldürülmesi gerekiyordu ki haksız yere bir adamı öldürmenin bedelini katil, kendi canıyla ödemeliydi, Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) de, Allah’ın tebliğ ettiği bu hükmü uygulayarak katilin idamına hükmetti. Aynı zamanda bu, İslâm’daki ilk kısas olma özelliğini taşıyordu.

Bu arada orada bulunan Mâlik İbn Avf’ın kalesinin yıkılması emrini vermişti ve arkasından da yeniden yola koyularak Dayka ve Nahb istikametinden Tâif’e doğru ilerlemeye başladı. O’nun için Tâif, acı hatıralarla dolu bir şehirdi; yaklaşık on yıl önce buraya ne ümitlerle gelmişti ama beklenmedik bir tepkiyle karşılanıp kan revan içinde geri dönmek zorunda kalmıştı! O günkü Tâif, bugün de aynı tavrı sergiliyor ve bunca gelişmeye rağmen küfre merkez olma yolunu tercih ediyordu!

Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem) bir kabrin başında durmuş, ashâbına şunları söylüyordu:

– Bu, Sakîflilerin atası Ebû Rigâl’in kabridir; o, Semûd halkındandı ve kavminin başına gelen musibetten Harem’e girerek kurtulmuştu! Ancak daha sonra o da oradan çıkmış ve buraya kadar gelmişti ki, kavminin başına gelen felaket onu da burada yakaladı ve buraya defnedildi. Bunun delili, onunla birlikte mezarına gömülen altın daldır; şâyet mezarını açarsanız, onu bulursunuz!

Sakîflilerin üzerine yürürken Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), onların atası olan Ebû Rigâl’in kabrini ortaya çıkarıyor ve meseleyi sulh çizgisinde çözmenin gerekliliği adına bir adım daha atmış oluyordu. Gerçekten de ashâb-ı kirâm, tarif edilen mezarı açmaya başlayacak ve çok geçmeden altın dalı çıkararak Sultan-ı Rusül’ün verdiği haberin doğruluğunu göreceklerdi!

Taif Kuşatması Başlıyor

Taif’te kaleye yaklaşıp da konuşma isteğinde bulunulmasına karşılık kendilerine içeriden ok yağmuruyla cevap veriyorlardı; belli ki savaştan başka bir tercihi düşünmüyorlardı ve artık kuşatma başlamıştı. Surların üzerine çıkan Tâifliler, dillere destan kalelerine yaklaşan İslâm askerlerini ok yağmuruna tutuyor, mancınıkla taş atıp ateşte iyice kızdırılmış alev saçan demir çubuklar fırlatıyorlardı! Yağmur gibi semadan ok yağıyordu ve bu hengâmede ashâbdan on iki kişi şehit olacaktı.

İlk karşılaşmanın akabinde ordusunu geri çeken Efendiler Efendisi, daha gerilerde bir yerde karargâh kuracak ve bundan sonra Taif kuşatması buradan devam edecekti. Buraya, Ümmü Seleme Validemizle Zeyneb Validemiz adına iki çadır kurulmuş ve namazlarını da Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), bu iki çadır arasında kılar olmuştu.

taif kuşatması taif kalesi

Kimse dışarı çıkıp da göğüs göğüse çarpışmaya cesaret edemiyordu. Hâlid İbn Velîd:

– Yiğitçe çarpışacak mübâriz yok mu, diye sesleniyor, ancak herhangi bir cevap alamıyordu. O gün aynı çağrıyı defalarca tekrarladı; kaleden fırlatılan ok, taş ve ateş saçan demirlerden başka bir şey gelmiyordu! Bu çağrı o gün defalarca tekrarlanmış olmasına rağmen değişen bir şey olmamıştı. Nihâyet Abdü Yâleyl adında birisinin sesi duyuldu; şöyle diyordu:

– Senin karşına bizden kimse çıkmayacaktır; biz, kalemizde beklemeye devam edeceğiz. Burada senelerce yetecek stoklarımız var ve eğer sen, bu yiyeceklerimiz tükeninceye kadar burada beklemeye devam edersen o zaman kılıçlarımızı çeker ve son nefesimize kadar sizinle göğüs göğüse çarpışırız!

Ok yağmuruna oklarla karşılık vermekten başka çare gözükmüyordu. Artık ashâb-ı kirâm da mevzilenmiş, gelen oklara karşılık kalede bulunanlara ok yağdırıyorlardı!

Taif Kuşatması uzamasına rağmen içeriden hâlâ bir ses çıkmaması üzerine Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), ashâbından birisi vasıtasıyla şöyle seslendi:

– Kaleden inip de bize katılan her köle hürdür!

Bu çağrı, içeride kenetlenen Sakîflilerin ahengini bozacak yeni bir taktikti ve netice de verecekti; zira bu çağrının akabinden o gün, peyderpey dışarı çıkışlar başlamış ve hürriyet aşkıyla yanıp tutuşan bazı insanlar Efendimiz’in yanına gelmeyi tercih etmişti. Çok geçmeden kaleden çıkıp da gelenlerin sayısı yirmi üçe ulaşmıştı. Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), geleni hürriyetine kavuşturuyor ve Kur’ân’ı öğrenip İslâm’ı talim etmeleri için her birini ashâbından birisine zimmetliyordu.

Sakîflilere çok ağır gelen bir hâldi bu ve kölelerinin, kendilerini bırakıp da Efendimiz’in yanına gitmesini bir türlü hazme­demi­yorlardı![1]

Her ne kadar kölelerden gelip teslim olanlar olsa da henüz Sakîflilerden bir ses duyulmuyor, atışlarına devam ediyorlardı. Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), bir taraftan ashâbını ok atmaya teşvik ederken diğer yandan da, insanları hor ve hakir hâle getiren kölelik anlayışının ortadan kaldırılması adına onlara yeni hedefler belirliyordu; o gün şöyle söylediği duyulmuştu:

– Kim bir ok isabet ettirirse, Cennet’te onun için bir derece vardır! Kim Allah yolunda bir ok atarsa, onun için bir köle azat etmek kadar bir sevap vardır! Kim Allah yolunda saçını ağartırsa, kıyamet gününde bu, onun için bir nura dönüşür! Herhangi biriniz, Müslüman bir köleyi hürriyetine kavuşturursa, Allah onun kemiklerine hürriyete kavuşturduğu kişinin kemikleri adedince Cehennem’den sütre yaratır! Herhangi bir Müslüman kadın da, kendisi gibi Müslüman bir kadını hürriyetine kavuşturursa, onun için de Allah (celle celâluhû), hürriyete kavuşturduğu kadının kemiklerince kalkan yaratarak onun kemiklerini Cehennem ateşinden korur!

Aynı zamanda bu ifadeler, hürriyetin bir esas olduğunu anlatıyor ve sadece Sakîflilerden gelenler değil, kendi köleleri hakkında da ashâbı derinden düşünmeye sevk ediyordu.

Efendiler Efendisi, aradan günler geçmesine rağmen bir türlü netice alınamayınca bundan sonraki stratejiyi ashâbıyla bir kez daha istişareye açacaktı. Selmân-ı Fârisî öne çıkmış ve Hendek’te olduğu gibi yine Fars diyarındaki uygulamalardan hareketle kale surlarının önüne mancınık kurulması gerektiği fikrini ileri sürmüştü; kabul gören bir teklifti ve Efendimiz’in de onayıyla mancınık kurulmasına karar verilip kısa sürede bir mancınık yapıldı. Artık daha büyük taşlar ve seri atışlar yapılabiliyordu.

Bu sırada, yukarıdan gelecek ok, taş ve kızgın demirlerden ashâbı koruyacak olan ve ‘debbâbe’ denilen iki koruyucu da inşâ edilmiş, bunlarla kale duvarlarına yaklaşılarak içeri girmek için gayret gösterilmeye başlanmıştı. Ancak kale duvarlarına ashâbı yaklaştırmak istemeyen Sakîflilerin atışları da yoğunlaşmış ve debbâbe ile mancınıkları hedef hâline getirmişlerdi! Çok geçmeden debbâbeler de ateş alıp yanmaya başlayacak ve altına sığınan ashâb da dışarı çıkmak zorunda kalacaktı. Bu hamle de, ashâbdan birkaç kişinin daha şehadetiyle sonuçlanmış, ancak bir netice alınamamıştı!

Zaman ilerliyordu ama Sakîfliler bir türlü dize gelmiyorlardı. Bunun üzerine Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), yeni bir taktiğe başvurmuş ve teslim olmadıkları taktirde üzüm bağlarıyla hurma ağaçlarının tahrip edileceğini ilan ettirmeye başlamıştı. Zira üzüm bağlarıyla hurma bahçeleri, Tâiflilerin can damarıydı! Bu arada ashâba da işaret etmiş ve bir kenardan tahrip işleminin başlamasını talep etmişti. Mal canın yongasıydı ve içlerinin yağı eriyordu; ancak buna rağmen kalenin surları üstüne çıkıp da meydan okumaya devam edenler vardı!
Nihâyet aralarından akıllı uslu birisi çıkıp da:

– Mallarımızı niçin kesiyorsun; şâyet bize galip gelirsen onlar zaten Senin olacak, diyor ve Allah adı vererek onları kendilerine bırakmasını talep ediyordu. Bunun üzerine Sultan-ı Rusül Efendimiz:

– Onları Allah için ve akrabalığın hatırına bırakıyorum, diyerek ashâbına seslenip tahrip işinden vazgeçmelerini emredecekti.

Bir aralık Uyeyne İbn Hısn, Efendimiz’e yaklaşarak kaleye girip Tâiflilerle konuşmak için izin istemişti; böylelikle onları Allah’a davet edeceğini söylüyor ve onlardan bazılarının Müslüman olacağını umduğunu ifade ediyordu! Efendiler Efendisi de ona izin verince doğruca kaleye doğru yöneldi. İçeri girer girmez başına toplanan Sakîflilere şunları söylemeye başlamıştı:

– Babam size feda olsun! Sakın yerlerinizi terk etmeyin! Vallahi de biz, kölelerden daha zayıfız! Allah’a yemin olsun ki O’nun başına bir iş gelirse Araplar yeniden izzet ve şeref sahibi olurlar! Ağaçlarınızın kesilip de tahrip edilmesi sakın sizin gücünüze gitmesin ve asla kendi elinizle kendiniz teslim olmayın!

Bunları söyledikten sonra yeniden kaleden dışarı çıkıp da Efen­dimiz’in yanına gelen Uyeyne’ye Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem):

– Onlara neler söyledin ey Uyeyne, diye seslenmişti. Bunu söylerken, Uyeyne’nin göründüğünden daha farklı bir durum içinde olduğunu bildiği hissediliyordu; belli ki durumu sezmiş veya yine Cibril-i Emîn’den bir mesaj almıştı! Ancak Uyeyne, hâlâ bunu sezebilecek konumda değildi ve:

– Onlara İslâm’ı anlatıp imana davet ettim; Cehennem’den sakındırıp onlara, Cennet’e ulaştıracak yolları gösterdim, dedi. Belli ki anlamamıştı ve onun anladığı gibi daha açık konuşmak gerekiyordu; bunun için Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem) ona dönerek önce:

– Yalan söylüyorsun, diye seslendi. Ardından da, kaleye girdikten sonra başına toplananlara söylediklerini anlattı bir bir. Sanki birlikte gitmiş gibiydi ve bunları duyan Uyeyne, renkten renge giriyordu. Bir başkasının gelip de haber vermesine imkân yoktu; demek ki Muhammedü’l-Emîn, gerçekten de semalar ötesinden destek alıyordu. Utancından Efendimiz’in yüzüne bakamıyordu ve:

– Doğru söylüyorsun yâ Resûlallah, diye söze başladı Uyeyne. “Yaptığım bu yanlıştan dolayı Allah’a tevbe ediyor ve Senden de özür diliyorum!”

Zahir itibariyle böyle bir talebe elbette olumlu bakılırdı. Allah Resûlü de, yerini yeniden netleştirdiğini söyleyen Uyeyne’nin bu talebine de tatlılıkla mukabelede bulunacak ve özrünü kabul edecekti.

Bir aralık dinlenmek için çadırına giren Efendiler Efendisi, o güne kadar kadınlara ilgi duymadığı için Ezvâc-ı Tâhirât arasına girmesi garip karşılanmayan çift cinsiyetli birisinin uygunsuz bir cümlesini duyunca, bir daha bu kişinin harîme alınmasını yasaklayacak ve bunu ashâbına da ilan edecekti.


Dipnot:
[1] O gün hürriyetine kavuşan kölelerini, Müslüman olduktan sonra yeniden geri isteyen Sakîflilere Efendimiz (s.a.s.), “Onlar Allah’ın hürleri; sizin onları yeniden köle hâline getirmenizin imkânı yoktur!” buyuracak ve bir kez hürriyetle tanışan bu insanların yeniden köle hâline getirilmesine izin vermeyecektir. Bkz. Vâkıdî, Meğâzî, 1/932; Zeylaî, Nasbu’r-Râye, 3/280; İbn Kesir, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 4/398, Sîre, 3/657

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.