Ölüm Sonrası Hayat

220

Adiyy İbn Rebîa, Kevn ü Mekânın Sultanı’nın yanına gelmiş, kıyamet gününün ne zaman gerçekleşeceğini soruyor, kıyametin keyfiyeti ve oluş şeklini merak ettiğini söylüyordu. Tabii olarak Allah Resûlü de, Rabbinin bildirmesiyle sorulara cevap veriyordu. Ancak adamın maksadı, sorusuna cevap bulmak değil, Efendimiz’i kendince zor durumda bırakmaktı. Onun için şunları söyledi:

– Bugünü, gözümle müşahede etsem de ben, Sana inanacak ve Seni tasdik edecek değilim, yâ Muhammed!

Bu arada, elinde duran çürümüş bir kemiği parça parça haline getiriyor ve:

– Allah, şu darmadağınık kemikleri de mi birleştirip canlandıracak yani, diye kendince istihzâ ediyordu.

Hemen oracıkta sema kapıları harekete geçmiş ve Cibril yetişmişti imdada:

– İnsan zanneder mi ki ölümünden sonra Biz kemiklerini toplayıp onu diriltmeyeceğiz?[1]

Bunu duyan Übeyy İbn Halef, eline aldığı döküntü bir kemikle Efendimiz’in yanına geldi ve eliyle de ufalayarak:

– Yâ Muhammed! Sen Allah’ın, çürüyüp dağıldıktan sonra şu kemiği yeniden dirilteceğini mi söylemek istiyorsun, diye sordu. Efendimiz:

– Evet, Allah (celle celâluhû), bunu da yeniden diriltecek. Önce senin canını alıp arkasından da yeniden diriltecek ve sonunda da seni, cehennem ateşine atacak, diye cevap verdi.
Bu fotoğrafı çeken Kur’ân, şu ifadelerle meseleyi özetleyecekti:

– Biz, kendisini bir nutfeden yaratmışken, yaman bir hasım kesilip, nasıl yaratıldığını da unutarak ve bir de misal getirerek Bize, ‘Çürümüş vaziyetteki o kemikleri kim diriltecek’ diyen insan, şunu hiç görüp düşünmedi mi? De ki:

“Onları ilk defa inşâ eden kim ise, yeniden diriltecek de O’dur!”[2]

Başka bir gün, Abdullah adında bir sahabe, Kâbe’ye gelmiş ibadet ü taatta bulunmak istemişti. Tavafını yapıp da bir kenarda oturup Kur’ân okumak isterken, uzaktan birkaç kişinin geldiğini gördü. Bunlar, Sakîf kabilesiyle Kureyş’ten, göbekleri büyük, ama anlayışları kıt bazı sırdaş insanlardı; belli ki, gizlice konuşacak bir mekân arıyorlardı. Belli ki gündemlerinde, İnsanlığın Emîni ve O’nun ashabı aleyhinde ne türlü kötülük yapacakları vardı. Bir kenara çömelip uzun uzadıya konuşmuşlardı. Bir aralık, aralarından birisi, fısıldaşarak şunları söyledi:

– Ne diyorsunuz; acaba şimdi Allah, bizim bu konuşmalarımızı da duyuyor mu?

– Belki bir kısmını duymuştur, dedi birisi. Diğeri ileri atıldı ve:

– Yüksek sesle konuştuklarımızı duymuştur belki! Sessiz konuştuklarımızı duyduğunu sanmıyorum, diye ilave etti. Bunun üzerine bir diğeri ileri atıldı:

– Bir kısmını duyan, tamamını da duyar; öyleyse hepsini duymuştur!

Daha sonra da, ayrılıp her biri bir başka yöne giderek dağıldı. Derken, Hz. Abdullah da oradan ayrılıp Efendimiz’in huzuruna gelmiş, görüp duyduklarını anlatıyordu. Çok geçmeden yine Cibril geldi. Şu mesajı getiriyordu:

– Siz, kulaklarınızın, gözlerinizin ve derilerinizin, aleyhinizde şehadet getireceği bir günün geleceğine inanmıyor ve ondan sakınmıyorsunuz! Ne garip siz, yaptıklarınızın çoğunu, Allah’ın bilmeyeceğini sanıyorsunuz! Halbuki bu, Rabbiniz hakkında sizin beslediğiniz kötü zandan başka bir şey değildir! Zaten, sizi mahvedip hüsran yudumlamanız da bu yüzden değil mi?[3]

Bundan sonra da ayetler gelmeye devam edecekti. Gelecek ayetlerde, özetle şunlara vurgu yapılıyordu:

– Göklerin ve yerin hâkimiyeti Allah’a aittir ve Allah da, her şeye kadirdir.[4] Ne göklerde ne de yerde, Allah’ı âciz bırakacak ve icraatını engelleyecek bir kuvvet vardır. O, Alim’dir ve her şeye gücü yeten bir Kadir’dir.[5] Kıyametin meydana gelmesi, bir göz açıp kapama süresinde veya daha kısa bir anda gerçekleşecektir; şüphesiz Allah, her şeye kadirdir.[6] Allah, hakkın tâ kendisidir; ölüleri diriltecek de işte O’dur ve O, her şeye kadir olandır.[7] Allah, öldükten sonra diriltmeyi gerçekleştirecektir; zira O, her şeye kadirdir.[8]

Görüldüğü gibi, bugünün insanı için mümkün gözükmeyen her meselenin sonunda, Allah’ın güç ve kudretine vurgu yapılmakta ve O’nun, mülkün tamamına sahip olduğu anlatılarak, bugün mümkün gibi gözükmeyen her meselenin, O’nun için çok âsân olduğu vurgulanmaktaydı.[9] Hiçbir şey yokken kainâtı var etmek; havasıyla suyunu ayarlayıp ışığıyla ısısını tanzim etmek ve böylelikle, onun içinde canlıların yaşamaları için gerekli olan imkânları yaratmak… Sonra da her bir canlı, bitki ve cemadâtı ihya ederek mükemmel bir sistem kurmak… Bunların hiçbiri, ilk başta olmayan hususlardı. Dün bunu yaratan kudret, bugün veya yarın benzerini yapmaktan nasıl aciz görülebilir ki? Halbuki, biraz düşünen herkes bilir ki, sistemli orduları oluşturmadaki zorlukların aynısı, verilen molalardan sonra yeniden toparlanmalarda yaşanmadığı gibi ikinci yaratılış da, ilkine göre daha kolaydı! Zaten, Cibril-i Emîn’in getirdiği mesaj da aynı şeyleri söyleyecekti:

– Varlığı ilk yaratan da, öldükten sonra onları diriltecek olan da O’dur. Ve bu diriltme işi, O’na göre daha kolaydır.[10]

Aynı zamanda O (celle celâluhû), öyle bir kudret sahibidir ki, O’nun için en küçük bir zerreyi yaratmakla bütün sistemleri yaratmanın arasında zorluk bakımından hiçbir fark yoktur. Bunun da insanlar tarafından bilinmesinde zaruret olacak ki, ölüm sonrasındaki yeniden dirilmeyi anlatırken Kur’ân, şu ifadeleri kullanacaktı:

– Ey insanlar! Allah için, sizin hepinizi yaratmak veya hepinizi öldükten sonra diriltmek, tek bir kişiyi diriltmek kolaylığında bir iştir! Şüphe yok ki Allah, her şeyi hakkıyla işitip görendir.[11]

Aynı zamanda mesele, sadece teorilere dayandırılarak anlatılmıyordu. Aslında bu, Kur’ânî metodun bir parçasıydı; teoriyle birlikte pratikten örnekler de ortaya konuluyor ve insanların görüp duyarak ikna olmaları isteniyordu. Öldükten sonra yeniden diriltme gerçeğini anlatırken Kur’ân, düşünen herkese şöyle seslenecekti:

– İşte, Allah’ın rahmet eserlerine bir bak! Ölmüş toprağa nasıl da hayat veriyor? İşte, bunu yapan aynı kudret, ölüleri diriltecek olan aynı kudrettir. Zira O, her şeye kadirdir.[12]
Öyle ya, hemen her an etrafta yeni yeni ölümler ve ardından da yeniden dirilmeler yaşanıyor ve bunları da, biraz ibretle bakan herkes görüyordu. Kışın yağan karın ardından, beyaz kefenini üzerinden atıp ayağa kalkarak yeniden baharın gelmesi, bir-iki hafta içinde bütün bitkilerin, yeniden haşroluyor gibi yeni elbiselerini giyip yaprak ve çiçeklerle bezenmeleri ve sinekler gibi bazı canlıların, uzun süre gözden kaybolduktan sonra aynı çoklukla yeniden yaratılmaları gibi insan gözü önünde, cereyan eden nice haşir örnekleri durmaktaydı. Önemli olan bunları, gözdeki ülfet perdesini kaldırarak görebilmek, sonra da bu işin arkasındaki kudreti görerek O’na iman edebilmekti!

Ancak, bunun için bakmak değil, aynı zamanda baktığını görmek gerekiyordu. Cemaatini şuurlu görme zemininde yetiştiren Kur’ân, elinden tuttuğu insanı farklı zeminlerde dolaştırmakta; her defasında ona, nelere bakıp da neler görmesi gerektiğini hatırlatmakta ve bütün bunların neticesinde de konuyu getirip haşir meselesine bağlamaktadır:

– Hiç, üzerlerindeki gökyüzüne bakmazlar mı? Bakıp da, Bizim onu nasıl sağlamca bina ettiğimizi, onda en ufak bir çatlaklık ve dengesizlik olmadığını düşünmezler mi?

Yeryüzünü de döşedik! Orada dengeyi sağlayacak ağır baskılar, sabit ulu dağlar yerleştirdik. Ve orada, gönül ve göz açan her çeşit bitkiden çiftler bitirdik!

Bütün bunları, Allah’a yönelecek her kula, Yaradan’ın kudretini hatırlatması, dersler veren birer basiret nişanesi ve ibret nümûnesi olması için yaptık!

Gökten bereketli bir su indirdik! Onunla bahçeler ve biçilen ekinler, salkım salkım meyveleriyle ulu hurma ağaçları yetiştirdik!

Bütün bunlar, kullarımıza olan rızkımızı tamamlamak içindir.

İşte, ölmüş insanların, mezarlarından çıkışı da böyle olacaktır.[13]

Evet, bütün bunlar, Rahmânî eğitimden birer kesitti. Bu eğitim, hayatın her alanında artık kendini gösteriyor ve böylelikle, yaşanılan olaylara paralel gündeme getirilen konuların, insanlar tarafından özümsenmesi temin ediliyordu.

Artık onlar, havf ve recanın yoğurduğu bir terbiye altında mum gibi yumuşamış, iştiyakla rahmet-i Rahmân’ı bekler olmuşlardı. Rablerine döneceklerine olan imanlarından dolayı kalpleri tir tir titriyor, geçici dünya yerine gelecek, ebedî günler adına kalıcı yatırımlar yapıyor ve ellerinde bulunan her şeyi bu istikamette kullanmaktan da geri durmuyorlardı.[14]


Dipnotlar:
[1] Bkz. Kıyâmet, 75/3; Bkz. Vâhidî, Esbâbü Nüzûli’l-Kur’ân, s. 469
[2] Bkz. Yâ-Sîn, 36/77; Bkz. Vâhidî, Esbâbü Nüzûli’l-Kur’ân, s. 379
[3] Bkz. Fussılet, 41/22, 23
[4] Bkz. Âl-i İmrân, 3/189
[5] Bkz. Fâtır, 35/44
[6] Bkz. Nahl, 16/77
[7] Bkz. Hacc, 22/6
[8] Bkz. Ankebût, 29/20
[9] Bkz. Mülk, 67/1
[10] Bkz. Rûm, 30/27
[11] Bkz. Lokmân, 31/28
[12] Bkz. Rûm, 30/50
[13] Bkz. Kâf, 50/6-11
[14] Bkz. Mü’minûn, 23/60

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.