Her Peygamberin Müşterek Talebi

649

Gelecek Son Nebi ile ilgili müjdeler, sadece Hz. İbrahim’le de sınırlı değildi. Hz. Âdem’den başlayarak bugüne kadar gelen bütün peygamberler O’ndan bahsettiği gibi Hz. İbrahim’den sonra gelecek her bir nebi de, kendi ümmetiyle aynı müjdeyi paylaşacaktı. Zira bu, onlar için bir vazifeydi. Allah (celle celâluhû), onlara şöyle seslenmiş ve ardından her birinden bu hususta şöyle bir söz almıştı:

– Andolsun ki size, kitap ve hikmet verdim. Sonra, yanınızda bulunan kitapları doğrulayıcı o Resûl geldiğinde, muhakkak O’na inanacak ve yardım edeceksiniz. Bunu kabul ettiniz ve bu hususta ağır ahdimi üzerinize aldınız mı?

Hep beraber cevap verdiler:

– Evet, kabul ettik.

Bunun üzerine Yüce Mevla:

– Öyleyse şahit olun; Ben de, sizinle beraber şahit olanlardanım, dedi ve ilave etti:

– Artık bundan sonra her kim, sözünden dönerse işte onlar, yoldan çıkmışların ta kendileridir.1

Hz. Âdem, iftar vaktini beklemede bir miktar acele edecek ve akabinde, tevbe için ellerini kaldırıp Rabbine yalvarırken bir aralık Hz. Âdem’in gözleri, arşın direkleri üzerindeki yazıya takılacak ve duasını şöyle değiştirecekti:

– Allah’ım! Sen’den beni, ‘Muhammedün Resûlullah’ hakkı için bağışlamanı diliyorum.

Duanın yöneltildiği makamdan gelen ses:

– Henüz yaratmadığım halde sen, Muhammed’i nereden biliyorsun, diyordu.

Bunun üzerine, Hz. Âdem, büyük bir ihtiram ve saygı içinde şunları söyledi:

– Ey Rabbim! Yed-i Kudret’inle beni yarattığın ve Rûh-u Pâk’ından bana nefhettiğin zaman, başımı kaldırdığımda, Arşın direkleri üzerinde şu yazının nakşedilmiş olduğunu gördüm:

“Lâ İlâhe İllallah, Muhammedün Resûlullah.”

Biliyorum ki, Sen adının yanına ancak, yaratılmışların en hayırlısının adını yaklaştırır ve adınla onun adını yan yana nakşedersin!

Bu kadar samimi ve yürekten bir talep karşısında şöyle bir nida gelir:

– Doğru söylüyorsun ey Âdem! Şüphesiz ki O, Benim için mahlûkatın en sevimlisidir. O’nun hakkı için istediğin sürece mutlaka bağışlarım seni de! Zira, Muhammed olmasaydı Ben, seni de yaratmazdım.2

Zaten O (sallallahu aleyhi ve sellem), ilk yaratılan ruhun sahibiydi;3 daha o zamandan, ana kitapta adı ‘Abdullah’ diye konulmuş, ‘Hâtemü’n-Nebiyyîn’ diye de anılır olmuştu.4 Öyleyse, bedeniyle ruhunun buluşması sona denk gelecekti. Varlığın hamurunda O’nun mayası saklı olduğu gibi, sona mührünü vuran da yine O olacaktı. Zira O (sallallahu aleyhi ve sellem), ilk yaratılan Son Sultan idi.

Hz. Âdem’den sonra gelen her peygamber de, Allah’a verdikleri sözün gereğini yerine getirecek ve hep O’ndan bahisler açarak ümmetlerini O’nun gelişine hazırlama yarışına girecekti. Hz. Nûh (aleyhisselâm), vazifesini yaptığına dair ümmet-i Muhammed’i şahid tutacağının sürûrunu yaşarken Hz. Dâvûd, inleyen ses tonuyla Zebur okurken hep:

– Allah’ım! Fetret döneminin arkasından bize, ‘Mukîmü’s-Sünne’yi lütfet,5 diye duaya dalıyor ve Hz. Ahmed’in gelmesi için Rabbine yalvarıyordu.

Hz. Yahyâ, aynı güfteyi seslendiriyor, Hz. Musa, avazı çıktığı kadar bu güfteyi İsrailoğullarıyla paylaşıyor ve Hz. İsa da, bulduğu her fırsatta aynı güftenin bestesini dile getiriyordu.

Peş peşe gelen onca mucizeye rağmen yüz çeviren İsrailoğulları arasından yetmiş kişiyi seçen Hz. Musa, Tîh çöllerinde kırk günlük talimin ardından mîkat için Tûr dağına yönelecek ve burada, ümmetiyle birlikte doyumsuz bir vuslat yaşayacaktı.

Tûr dağında sis ve dumandan göz gözü görmüyordu. Derken Allah, bir başka lütuf olarak, keyfiyeti bizce meçhul olan sesini duyurdu onlara. Akılları gözlerine inmiş bu insanlar, böyle bir lütuf karşısında bile tereddüt izhar edip, ses ile o sesin sahibini bilemeyeceklerini öne sürüp, bizzat kendisini göstermesini talep ettiler.

Halbuki, görme duyusu sınırlı olanın, sınırsız bir varlığı ihatasına imkân yoktu. Bu, bilinen bir gerçekti. Belli ki onların maksadı, esas itibariyle Rabbi görmek de değildi; belki görselerdi, yine bir bahane bulur ve yine yan çizerlerdi. Böyle kaypak bir hayat, onlar için alışkanlık olmuştu zira.

Rabbe karşı yapılan böyle bir saygısızlık, ‘gayretullah’a dokunacaktı ve öyle de oldu. Bir anda Tûr dağı, büyük bir sarsıntı ile sallanmaya başladı. Dağın üzerindeki yetmiş kişi, oldukları yere çakılmış ve baygın yatıyordu.

Gelişmeleri başından beri dikkatle takip eden Hz. Musa’nın kolu ve kanadı kırılmıştı. Bunca nimete mukabil gösterilen böylesine bir nankörlük karşısında, büyük bir mahcubiyet yaşıyordu. Halbuki, onlar için kendini ortaya koymuş ve doğru yola gelmeleri için ne emekler vermişti. Doğduğu andan itibaren ilahî bir kundakta büyütülen bir topluluğun, arkasını döndüğü her yerde böyle tepki vermesi onu da çok üzüyordu; ama aynı tepkiyi, huzur-u ilahide vermelerini hiç beklemiyordu.

Yönelebileceği tek bir kapı vardı ve ellerini açarak önce:

– Ey Rabbim, dedi titreyen ses tonuyla.

– Dileseydin, beni de bunları da daha önce imha ederdin, diye devam etti ardından. Sonra da:

– Şimdi bizi, aramızdaki beyinsizlerin yaptıklarından dolayı helâk mi edersin Allah’ım?

Bu, sırf Senin bir imtihanından ibarettir. Dilediğini bu imtihanla şaşırtır, dilediğine de yol gösterirsin!

Sensin bizim Mevla’mız! Affet bizi! Merhamet eyle! Sen, merhamet edenlerin en hayırlısısın!

Bize, bu dünyada da ahirette de iyilik nasip et. Biz, Sana yöneldik ve Senin yolunu tuttuk.

Bunları, gönlünden gelerek ifade ettikten sonra Hz. Musa, yine de rahmet kapısına yönelecek ve her şeye rağmen:

– Rahmetin, Allah’ım, diyecekti.

Ancak, ilahî takdir daha farklıydı. Rahman’dan gelen ses şöyle diyordu:

– Azabım var; onu dilediğime isabet ettiririm. Rahmetim de var; o, her şeyi kuşatmış ve kaplamıştır. Onu da, özellikle müttakilere, zekatını verenlere ve ayetlerimize inananlara tahsis edeceğim.

Rahmet kapısından hiçbir zaman ümidini kesmeyen Hz. Musa, kavmi adına yeni bir kapının daha aralanacağını düşünerek büyük bir sevinç yaşıyordu. Ancak, mesele daha farklıydı. Devamla şunları söylüyordu gelen ses:

– Onlar ki, o Ümmî Peygamber’e uyarlar, yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılmış bulacakları o Peygamber’e uyup, O’nun izinden giderler ki, O, onlara iyiliği emreder ve onları kötülükten alıkoyar; temiz ve hoş şeyleri kendilerine helal kılar, murdar ve kötü şeyleri de üzerlerine haram kılar; sırtlarından ağır yükleri indirir; üzerlerindeki bağları ve zincirleri de kırıp atar.

İşte o vakit O’na iman eden, O’na büyük bir saygı gösteren, O’na yardımcı olan ve O’nun peygamberliği ile birlikte indirilen Nûr’u izleyen kimseler, işte asıl murada eren kurtulmuşlar onlardır.6

Bunun adı, çağlar öncesinden Tûr dağında yankılanan ilahî sesle, gelecek Son Nebi’nin adının dünyaya yeniden ilanı demekti. Gözler, yeniden geleceğe çevriliyor ve muştusu verilen günlere yeniden dikkatler çekilmiş oluyordu.

Artık, en önemli meseleler anlatılırken sözü O’na getirmek bir âdet olmuştu; kavmiyle konuşurken Hz. Musa O’ndan bahsediyor, havârîleriyle hasbihâl ederken Hz. İsa da, hep O’na atıfta bulunuyordu. Fârân dağlarından Arafat’a, doğacağı muhitten hicret edeceği beldeye ve aile hayatından eda edeceği misyona kadar hemen her mesele nazara veriliyor ve zihinler, gelişine hazır hâle getiriliyordu.

Zihinler o derece uyarılmış ve geleceği o kadar bedihî olmuştu ki, bir dönemde O’nu bekleyenler, gelişini kaçırmamak için, ‘misfa’ denilen yüksek kuleler inşa etmişler ve üzerlerine de nöbetçi yerleştirerek buralarda ‘Mustafa’yı beklemeye durmuşlardı.7

Dipnot:

  1. Bkz. Âl-i İmrân, 3/81, 82
  2. Bkz. İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 1/75; Kurtubî, el-Câmi’ li ahkâmi’l-Kur’ân, 1/324; Kastallânî, Mevâhib, 1/7, 16. Aslında bu ifadeler, ‘Sen olmasaydın ey Habîbim, felekleri de yaratmazdım.’ hakikatinin bir başka şekilde ifadesidir.
  3. Bunu ifade sadedinde bir gün Allah Resûlü (s.a.s.), ‘Allah’ın ilk yarattığı şey, benim nûrumdu.’ (Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, 8/71) buyuracaktı.
    Başka bir gün de, ilk yaratılanın ne olduğunu soran Câbir İbn Abdullah’a, “Ey Câbir! Allah, celle celâlühü, eşyayı yaratmadan önce nûr-u Zâtisinden senin Nebi’nin nûrunu yarattı.” cevabını verecek ve daha sonra da bu nûrdan, kevn ü mekanın vücut bulduğunu anlatacaktı. Bkz. Kastallânî, Mevâhib, 1/7
    Allah’ın ilk yarattığı şeyin, akıl ve kalem olduğuna dair de rivayetler vardır. Başlangıç itibariyle farklı gibi görünen bütün bu rivayetler, aslında hep aynı noktaya işaret etmekte ve Efendiler Efendisi’nin eşyaya sebkatini anlatmaktadır. Zira kâinat, sayfa sayfa okunması gereken bir kitap, Allah Resûlü de o kitabın silinmez bir kalemidir.
  4. Bir gün Efendiler Efendisi, “Daha Âdem, çamurla toprak arasında gidip gelirken Allah katında Ben, O’nun kulu ve ‘Hâtemü’n-Nebiyyîni’ idim.” buyuracaktı. Bkz. İbn Hişâm, Sîre, 1/175; Taberî, Tarih, 2/128
    ‘Ahmed’ ise O’nun, peygamberlerin dilinde dolaşan ismiydi. O’nun için İsa (aleyhisselâm)’ın, “Ey İsrailoğulları! Ben size Allah’ın Resûlüyüm. Benden önceki Tevrat’ı tasdik etmek, benden sonra gelip ismi ‘Ahmed’ olacak bir Resûl’ü müjdelemek üzere gönderildim.” (Saff, 61/6) dediğini bizzat Kur’ân anlatmaktadır. Bir başka hadislerinde Allah Resûlü (s.a.s.), “Benim Kur’ân’daki ismim Muhammed, İncil’de Ahmed ve Tevrat’ta ise Ahyed’dir.” buyuracaktı. Bkz. el-Hindi, Kenzu’l-Ummâl, 1/356 (1021)
  5. Bkz. Kâdı İyâz, Şifâ, 1:176 ‘Mukîmü’s-Sünne’ de, ‘sünneti ikame edecek olan’ manasında Efendimiz’in isimlerinden birisidir.
  6. Bkz. A’raf, 7/157 vd.
  7. Daha O dünyaya gelmeden önce durum böyle olduğu gibi, kıyamet sonrasında da farklı olmayacaktır. Zira, şefaatle ilgili uzun bir hadislerinde Allah Resûlü (s.a.s.), haklarında olumsuz karar çıkıp da çare arayan âdemoğullarının, Hz. Âdem’den başlayarak uğradıkları her peygamber tarafından arkalara gönderileceklerini ve neticede bu insanların kendisine kadar geleceklerini buyurmaktadır. Bu da şefaatin adresinin Hz. Muhammed (s.a.s.) olduğunun tescilidir. Bkz. Buhâri, Sahîh, 4:1745 (4435)
    Efendimiz (s.a.s.)’in gelişiyle ilgili müjdeler konusunda daha detay bilgi edinmek isteyenler, yine Işık Yayınlarından çıkan Dillerdeki Müjde isimli kitaba başvurabilirler.
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.