Şam’da O’nun (sas) Yolunu Gözleyenler

476

O günlerde Şam, ticaretin önemli merkezlerinden biri konumundaydı ve Kureyş, güçlerini birleştirerek kervanlar tertip eder; ticaret için her yıl buralara kadar gelirdi.

Şam beldeleri mânâsında, ‘Bilâdü’ş-Şâm’ ile, bugünkü Şam şehrinden ziyade, Filistin ve Ürdün’ü de içine alan geniş bir coğrafya kastedilmekteydi. Hâkim inanç itibariyle Hristiyan olup Bizans hâkimiyeti altında bulunan, azımsanmayacak miktarda Yahudi ve Hristiyan din bilgini bulunuyordu. İşte; bu bilge zatlar, zaman zaman konuyu, gelecek günlere getirir ve o günlerde gelecek bir Nebi’den bahsederlerdi.

O gün için önemli merkezlerden birisi sayılan Busrâ’da yaşayan Rahib Bahîra ve Nastûra, bunlar arasında ilk akla gelenlerdi. Aynı zamanda halef-selef olan her iki papaz da, dünyadan el-etek çekmiş, bir köşesine çekildikleri ibadethanelerinde gelecek Son Nebi’yi bekler olmuşlardı. Ağyâra kapalı, ama Hakk’a açık küçük pencerelerinden yolunu gözler ve gecikmesinden duydukları hüznü dile getirirlerdi.1

Selmân-ı Fârisî, İran asıllı ve ateşgâhta ibadete düşkün bir genç idi. Şam’a geldiği günlerden birinde, uğradığı kilisede gördükleri, onu daha hayırlı bir ibadet arayışına sevk etmiş; o da, sırf bu sebeple memleketini terk ederek buraya gelmiş ve bir papaza intisap etmişti. Ancak, intisap ettiği bu papaz, beklediği gibi çıkmamıştı. Papaz, insanları aldatıyor ve insanların dini duygularını istismar ederek haksız kazanç elde ediyordu. Çok geçmeden de ölmüş ve yerine yeni bir papaz tayin edilmişti. Artık Selmân-ı Fârisî, bütün ömrünü, her haliyle takdir edip sevdiği bu papazla geçiriyordu. Ancak, ömür sınırlıydı ve günün birinde bu papaz da hastalanınca, telaşla yanına yaklaştı Selmân; kendisini kime emanet edeceğini soruyordu.

– Ey Oğulcuğum! Allah’a yemin olsun ki, buralarda sana tavsiye edebileceğim birini bugün bilmiyorum. İnsanlar helak olup gittiler… Birçoğu dinini dünya ile değiştirdi… Kendi değerlerini terk edip gitti çoğu da. Sana Musul’da falanı tavsiye ederim. O benim hassasiyetlerimi taşıyan bir adamdır. Git ona ve onun yanında kal, diyordu papaz. Ve, güneş batmıştı. Artık papaz da yaşamıyordu.

Doğruca Musul’a geldi ve hiç vakit kaybetmeden, verilen adresi bulup yeni rehberiyle gününü geçirmeye başladı. Olacak ya, bu adamın da ömrü uzun değildi. Ölüm döşeğindeki papazın yanına yaklaşıp aynı şeyi soran Selmân’a gösterilen adres, Nusaybin’di.

Nusaybin’de bir müddet kalmıştı, ama yine kendisine yol görünmüştü. Yanında kaldığı ihtiyar papaz, bu sefer de Ammûriyye’yi gösteriyordu. Derken, vakit geçirmeden buraya geldi. Ammûriyye’de kalışı biraz daha uzun olacaktı; günler ne kadar uzun olsa da, hayatın bir sınırı vardı ve buradaki papaz da vefat etmek üzereydi. Yanına yaklaştı Selmân ve:

– Beni kime bırakıp da gidiyorsun, diye yalvardı, hüzün dolu bir sesle.

Papaz da çok düşünceliydi. Zaman zaman gözlerini ufka dikiyor ve öylece kalakalıyordu. Yine aynı hal vardı üstünde… Hüzün dolu bir sesle şunları söylemeye başladı:

– Bugün, buralarda seni emanet edebileceğim birisini bilmiyorum. Fakat İbrahim’in Hanîf dini üzere gönderilecek Son Nebi’nin gölgesi üzerimizdedir. O, Arap diyarında zuhûr edecek. O’nun hicret edeceği yer, iki sıcak mekan arasında, hurma ağaçlarıyla dolu bir yerdir. O’nun gizli kalmayacak bazı alâmet ve işaretleri vardır. İki omuzu arasında nübüvvet mührü vardır. O, hediye kabul etmekle birlikte, sadaka asla kabul etmez ve yemez. Şayet bu beldeye gitmeye gücün yeterse git ve onu bekle orada. Gördüğünde tanırsın O’nu.

Ve, hüzünlü Selmân, biriktirdiği bütün mal ve mülkünü satarak yeniden yola düşecekti. Bu seferki hedefi, geleceğine iman ettiği Allah’ın Son Peygamberi’ydi.2

İbn Heyyebân, Şam taraflarında zengin topraklara sahip zengin bir muhitte yaşıyordu. Dine olan yatkınlığı, kısa sürede onu bir Yahudi bilgini haline getirmişti. Derken, okuyup öğrendiği bilgilere dayanarak bir gün evini terk etti ve beklediği Nebi’nin arayışıyla yollara düştü; hedefi Medine idi. Buraya yerleşecek ve böylelikle, beklediği Son Nebi’nin gelişini kaçırmamış olacaktı.

Çok geçmeden de, Medinelilerle bütünleşmiş, onlardan biri haline gelmişti. Tam bir gönül adamıydı; namaz kılıyor, insanlara iyilikte bulunuyor, nasihat ediyor ve ibadet ü taattan başka bir şey düşünmüyordu. Kıtlık zamanlarında, Medineliler onun yanına geliyor ve rahmetin gelişine vesile olması için ettikleri dualarda onu da yanlarında görmek istiyorlardı. O ise, Allah adına gönülden bir sadaka verilmeden, bu isteklere ‘evet’ demez ve duaya çıkmadan önce, hayır adına bir faaliyetin yürütülmesini isterdi. Daha sonra duaya dururlar ve çok geçmeden meclislerine yağmur yüklü bulutların gelip rahmete vesile yağmur indirmeye başladığına şahit olurlardı. Aynı durum, birkaç kez tecrübe edilip kesinlik kazanınca artık bu, bir kanaat-i katî haline gelmişti.

Ne var ki, İbn Heyyebân için de yolculuk emareleri zuhûr etmişti. Gideceğini anlayınca insanlar etrafında toplanmış, son nasihatlerinden istifade etmek istiyorlardı. Gidici olduğunu kendisi de anlamış ve insanlara şöyle seslenmişti:

– Ey Yahudi topluluğu! Gördüğünüz gibi ben, zengin buğday ve üzüm topraklarıyla dolu bir beldeden, kıtlık ve yoksullukla dolu böyle bir diyara geldim. Bunun sebebi nedir, biliyor musunuz?

Herkesi bir merak almıştı. Ancak onun buraya niçin geldiğini kim bilebilirdi ki… Sessizce gelmiş ve adeta, bir Medineli gibi sıradan bir hayat yaşar olmuştu. Dudaklarını bükerek:

– Sen daha iyi bilirsin, diye cevapladılar.

Tarihe bir not düşmek gerekiyordu ve İbn Heyyebân, tane tane şunları söylemeye başladı:

– Ben bu beldeye, zuhûru yaklaşmış olan Nebi’yi beklemek için geldim. Burası, O’nun hicret edeceği beldedir. Ben ümit ediyordum ki O, buraya gelir ve ben de O’na tâbi olurum. Gölgesi başınızın üstündedir; neredeyse gelmek üzere…

Ancak bir de endişesi vardı. Aralarında kalmış, karakter ve tabiatlarını iyice öğrenmişti. Bu inatçı insanlar, kendilerinin dışında bir gelişmeye, iyi veya kötü olduğuna bakmaksızın menfi bir tavır takınır ve asla onu bünyelerine almazlardı. Bu Nebi geldiğinde de aynı tavrı gösterirlerse ne olurdu!.. Öyleyse, aksi halde başlarına geleceklerden de haberdar edilerek onların şimdiden kulakları çekilmeliydi. Unutamayacakları şu cümleleri aktardı onlara, ruhlarına işlercesine:

– O halde, O’nun önüne geçmeyin ey Yahudi topluluğu! Çünkü O, cihadla memurdur ve kendisine muhalefet edenleri esaret altına almak üzere gönderilecektir. Sakın bu, sizi O’na tâbi olmaktan men etmesin!..

Bunları söyledi ve beklediği Nebi’yi dünya gözüyle göremeden yoluna devam etti. Artık Medine’de, İbn Heyyebân’ın sadece kulaklara küpe sözleri ve yaşadığı tatlı hatıralar vardı.3

Dipnot:

  1. Bu iki rahiple Efendimiz’in (s.a.s.) karşılaşmasına ve aralarında geçen konuşmalara, ilerleyen sayfalarda yer verilecektir.
  2. Suyûtî, Hasâisu’l-Kübrâ, 1/31-38
  3. Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, 9/114 (18042) Allah Resûlü (s.a.s.), Fârân dağlarının arasında zuhûr edip peygamberlik vazifesiyle serfiraz kılınacak ve ardından da Medine’ye hicret edecekti… Bedir.. Uhud derken gün geldi, fitnenin baş aktörlerinden Kurayzaoğulları kuşatıldı; işte o zaman, yıllar öncesinden İbn Heyyibân’ı dinleyen bazı gençler bir araya geldiler ve kendi kabilelerine şöyle seslendiler:

    – Ey Kurayzaoğulları! Allah’a yemin olsun ki bu, İbn Heyyebân’ın size zamanında anlatıp söz aldığı Nebi’dir.

    Bunun üzerine, o günü yaşayan bazı insanlar ittifakla bir ağızdan:

    – Evet, vallahi de doğru söylüyorsunuz. Gelişmeler aynen onun dediği gibi, dediler ve beraberce gelerek huzur-u Resûlullah’ta teslim olup İslâm’ı tercih ettiler. Böylelikle hem mal ve mülklerini hem de kanlarını koruma altına almış oluyorlardı.

    Görüldüğü gibi İbn Heyyebân, bekleyip durduğu Zat’ı kendisi görememişti; ama başkalarının gözünün açılmasına vesile olmuştu ve şimdi onlar, onun yerine de Resûlullah’a teslim olmuşlardı.

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.