Allah’a İman ve Ulûhiyet Hakikati

189

İman, insan için en önemli ve vazgeçilmez bir dinamikti. Hakiki imanı elde eden kimse, ne Kureyş’in tehditlerine boyun eğer ne de bir başka gücün savurmalarından endişe duyardı. Aynı zamanda gelecek hükümler, iman zemini üzerinde yeşerirse bir mânâ ifade ederdi. Öyleyse bugün, en temel mesele, iman meselesiydi; istikbale yürüyen adımlar onunla atılır, başa gelen sıkıntılar onun vesilesiyle çabuk atlatılırdı. Onun için öncelikle insanların, iman adına polat gibi sağlam bir yapıya ulaşmaları gerekiyordu. Aksi halde, iman adına istenilen keyfiyeti yakalayamayan bir mü’min, önüne çıkan engellere takılabilir ve bir kenarda kalabilirdi. Halbuki mü’minden, sadece kendi adına istikbale yürümek değil, aynı zamanda başkalarını da sırtlayıp geleceğe taşımak gibi bir vazife bekleniyordu. İşte bu sebeple, Mekke’nin bu yıllarında gelen ayetlerin geneli hep bu mevzuları ele alıyor ve o âyetleri tebliğ eden Efendiler Efendisi’nin elinde, yeni bir nesil yetiştiriyordu.

Allah’a iman konusunda inen ayetlerin iki hedefi vardı:

1. Eski ve köhneleşmiş, yanlış ilah telakkilerine son vermek.

2. Ulûhiyet hakikatini, şanına layık ve olması gerektiği şekilde anlatmak.

Halbuki Mekkeliler, putçuluk düşüncesine o kadar dalmışlardı ki, Allah’ın tek ve yektâ oluşunu bir türlü akılları almıyor ve hatta bu konuyu kendi aralarında konuşarak bir nakise gibi dile getiriyorlardı. Ebû Cehil ve Velîd İbn Muğîre’nin de içinde bulunduğu bir grup, Ebû Tâlib’in yanına geldiğinde aynı konuyu şikâyet vesilesi yapacak ve bundan duydukları taaccübü dile getirecekti. Bunun üzerine Kur’ân inmeye başlayacak ve onların iç dünyalarını ortaya koyma adına şunları söyleyecekti:

– İçlerinden kendilerini uyarıp irşad edecek birisinin gelmesinden her nedense gocundular ve o kâfirler, “Bu bir sihirbaz! İşte tutmuş, bunca ilahı bir tek ilaha indirmeye kalkıyor! Bu, gerçekten çok tuhaf ve şaşılacak bir şey!” dediler.[1]

Kureyş ileri gelenleri bir araya gelmiş, Husayn İbn Ubeyd’le[2] konuşmak üzere yanına doğru ilerliyorlardı. Maksatları, büyük olarak görüp saydıkları Husayn’ı araya koyup Efendimiz’in yolunu kesmekti.

– Bizim için şu adamla konuş ki, ilahlarımız konusunda konuşmaktan vazgeçsin, diyorlardı. Zaten Husayn’ın kendisi de rahatsızdı ve tekliflerini kabul edip hemen yola koyuldu. Diğerleri de arkadan onu takip ediyorlardı. Nihayet, Efendimiz’in kapısına kadar geldiler. İlk konuşan Husayn’dı:

– Yâ Muhammed! Sana ne oluyor ki, atalarımız aleyhinde konuşmaların kulağımıza kadar gelip duruyor? Halbuki Senin baban, çok iyi ve hayırlı birisiydi!

Ancak, Habîb-i Kibriyâ Hazretleri muhatabını tanımada eşsiz bir örnekti ve Husayn’ı nasıl dize getireceğini çok iyi biliyordu. Önce:

– Yâ Husayn! Sen, kaç ilaha kulluk ediyorsun, diye sordu.

– Yedisi yerde, biri de gökte olmak üzere sekiz!

– Başına bir sıkıntı geldiğinde hangisinden yardım istiyorsun?

– Göktekinden!

– Malın kaybolduğunda hangisine yalvarıyorsun?

– Göktekine!

– Peki, sıkışıp da ihtiyacını gidermesi için kendisine yalvardığın Allah, tek başına senin bütün ihtiyaçlarını giderdiği halde sen, nasıl oluyor da O’na başkalarını ortak koşup başka ilahları O’na denk görebiliyor, isteklerinde kimseyi kendisine ortak etmediğin o Allah’a, iş bitip de şükretmeye gelince başka ortaklar üretiyorsun?

Ey Husayn! Gel, sen de bir olan o Allah’a teslim ol![3]

Davet bu kadar samimi ve ifadeler de bu kadar duru ve mantıklı olunca, alternatif olarak söylenebilecek hangi cümle olabilirdi ki! Mesele, Allah hakikatinin kendine has özellik ve güzellikleriyle birlikte insanlarla doğru bir zeminde paylaşılmasıydı ve Resûlullah da o gün, Mekke’de işte bunu yapıyordu.

Başka bir gün gelmiş, Efendimiz’den Rabbini tarif etmesini istiyorlardı. Aslında maksatları, Allah’ı Resûlü’nden tanımak değil; kuru gürültü çıkararak anlatılanları alaya almaktı. Yani Kureyş’in, her zamanki alışkanlığı depreşmiş; Kureyşliler kendilerince gönül eğlendirmek istiyorlardı.

Ancak, Efendimiz için her buluşma, Allah’ı anlatmak için yeni bir fırsat demekti. Meclis, O’nun adıyla açılmışken en azından yine O’nun adıyla devam etmeli ve bu vesileyle O, daha geniş kitlelere anlatılmalıydı.

Elbette, O’nu en güzel yine O anlatırdı. Efendimiz de, Cibril-i Emîn’in getirdiği ayetleri paylaştı onlarla:

– De ki O, ikincisi olma ihtimali bile olmayan Tek Allah’tır. Aynı zamanda O, doğma ve doğurma gibi bir arazla muhat olmayan bir Samed’dir. Şüphe yok ki O’nun, ne bir dengi ne de misli vardır![4]

Her şeye rağmen müşrikler, o gün de yüzlerini çevirip gitmeyi tercih edecek ve bu ifadeleri de, hiç duymamış gibi davranıp yok sayacaklardı. Zira, o kadar şartlanmışlık içindeydiler ki, altın ve zebercetten merdivenler dayamış ve kendilerini cennete buyur etmiş olsaydı bile yine iltifat etmeyecek ve gözlerini kapatarak kendilerini gecenin karanlığına teslim edeceklerdi.

Mekke, zaman zaman tartışmalara da sahne oluyordu. Bir gün Hz. Ebû Bekir, ileri gelenlerle oturmuş Zât-ı Bârî hakkındaki yanlış düşünceleri düzeltmeye çalışıyordu. Anlayışlar sakat ve telakkiler dökülüyordu. Müşrikler:

– Rabbimiz Allah’tır ve melekler de O’nun kızlarıdır; aynı zamanda onlar, bizi Allah’a yaklaştıran vesilelerdir, diyorlar ve bir türlü istikamet bulamıyorlardı. Yahudiler ise:

– Rabbimiz Allah’tır ve Uzeyr de O’nun oğludur, dayatmasında bulunuyor, Hz. Muhammed’in de Allah’ın Resûlü olduğunu kabul etmiyorlardı. Dolayısıyla, onlar da hak çizgiden inhiraf etmiş; istikamet çizgisini bulamamışlardı. Bunlarla muhatap olan Hz. Ebû Bekir (radıyallahu anh):

– Rabbimiz Allah’tır; O, ikincisi olmayan Tek’tir ve O’nun ortağı da yoktur. Muhammed’e gelince O da (sallallahu aleyhi ve sellem), Allah’ın kulu ve Resûlü’dür, diyor ve iki üç düşünce arasındaki istikamet çizgisini belirlemiş oluyordu. Derken, Efendiler Efendisi, Cibril-i Emîn’in getirdiği bir ayetin müjdesini veriyordu. Bu ayette, açıkça Hz. Ebû Bekir çizgisinini istikameti temsil ettiği anlatılıyor ve şöyle deniliyordu:

– Rabbimiz Allah’tır deyip, sonra da istikamet üzere doğru yolda yürüyenler yok mu, işte onların üzerine melekler inip, “Hiç endişe edip de asla üzülmeyin ve size vaad edilen cennetle sevinin!” derler.[5]

Diğer bir gün adamın birisi huzura gelecek ve:

– Yâ Eba’l-Kâsım! Sana ulaşan bilgilere göre Allah, bütün mahlukatı bir parmağında, semayı diğer parmağında; ağaçları başka bir parmağının üzerinde serâyı da öbürünün üstünde tutuyormuş! Sonra da diyormuş ki: “Ben, Melik’im…”

Daha adam sözünü bitirmeden Allah Resûlü acı bir tebessüm edecekti. Zira, Zât-ı Bârî’yi, heva ve hevese göre konuşturmak kimsenin haddi olamaz; O falan yerdeki bir melikten bahsedercesine bir basitlik içinde, asla anlatılamazdı. Zaten çok geçmeden hemen Cibril belirdi:

– Onlar asla, Allah’ın kudret ve azametini hakkıyla takdir edemedi, O’na layık olan ta’zimi gösteremediler. Halbuki, bütün bir dünya kıyamet günü O’nun yed-i kudretinde, gökler âlemi de büzülmüş bir şekilde avucunda olacaktır. Elbette böyle bir azamet ve hakimiyet sahibi olan Allah, onların uydurdukları şeriklerden yüce ve münezzehtir,[6] mealindeki ayeti getiriyordu.[7]


Dipnotlar:
[1] Bkz. Sâd, 38/4, 5; Vâhidî, Esbâbü Nüzûli’l-Kur’ân, s. 380, 381
[2] İmrân İbn Husayn’ın babasıdır.
[3] İbn Hacer, İsâbe, 1/337; İbnü’l-Esîr, Üsüdü’l-Ğâbe, 2/34, 35
[4] Bkz. İhlâs, 112/1-4; Vâhidî, Esbâbü Nüzûli’l-Kur’ân, s. 501
[5] Bkz. Fussılet, 41/30; Vâhidî, Esbâbü Nüzûli’l-Kur’ân, s. 388
[6] Bkz. Zümer, 39/67
[7] Bkz. Vâhidî, Esbâbü Nüzûli’l-Kur’ân, s. 38

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.