Mus’ab İbn-i Umeyr’in Durumu

214

Mekke’de bunalanların Habeşistan’a hic­ret haberini alınca Mus’ab İbn Umeyr de, ümitlenmiş ve bir yolunu bularak, hapsedildiği yerden kurtulup Habeşistan’a hicret etmişti. Allah yolunda hicret eden ilk muhacirler arasında artık o da vardı; ne anne şiddeti ne de babasının başında ekşimesi kalmıştı! Şimdi ise, zemherirde açan güneş gibi Habeşistan dönemi bitmiş; yeniden Mekke’ye dönmüşlerdi.

Annesi için bu, bulunmaz bir fırsattı ve döner dönmez tekrar hapsetmek istedi Mus’ab’ı! İkisi de kararlıydı ve ikisi de gözyaşı döküyordu; annesi, öz evlâdını kendince bir hayal uğruna kaybetmenin üzüntüsüyle ağlıyor, oğul ise, Hakk’a kalbinin kapılarını kapatıp üstüne gelen annesinin gereksiz inadına yanıyordu! Yüreği imanla dolup taşan bir deli­kanlı­nın, imana ateş püsküren bir anneyle imtihanı, küfürde inatla imanda ısrarın bir mücadelesiydi!

Bu durum, kendi öz evlâdı Mus’ab’ı evinden kovacağı ana kadar da devam edecekti. Kendini dinlemeyen birine, ‘oğlu’ nazarıyla bakmayı düşünmüyordu Hünâs Binti Mâlik. Yine böyle bir gün, iyice sinirlenmişti. Israr etmişti; ama Mus’ab, Al­lah’ı inkâr edip bir türlü putlara temennâ durmuyordu. Duy­duğu kin, evlât sevgisini gölgede bırakacak mahiyetteydi ve:

– Ne hâlin varsa gör. Artık ben senin annen değilim, deyiverdi. Her şeyden mahrum etmişti Mus’ab’ı… Öz oğlunu kovup, evinin kapılarını sürgülerken, aynı zamanda imana da kalbini tamamen kapatmış oluyordu.

Bir annenin oğlundan kopması ne kadar zor ise, imana uyanmış bir evlâdın, annesini ‘ebedî yokluk’ içinde kendi hâline bırakması da o derece dayanılmazdı. Ancak, dünya adına vazifesinde kusur etme niyetinde değildi Mus’ab! Mal-mülk de ne lâf; gözünde ne dünya nimetleri ne de gelecek kaygısı vardı. Başta annesi olmak üzere bütün insanlığın imanı doldurmuştu gözlerini ve bir sevda olmuştu onun için bu! Âdeta yalvardı annesine:

– Ey anneciğim! Ne olur bir de beni dinle! Gel, sen de, yegâne ilâhın Allah ve Muhammed’in de O’nun kulu ve Resûlü olduğuna bir inanıver.

Davet ne kadar tatlı ve yumuşak ise, ona gelen cevap da o derece sert ve tavizsizdi:

– Yıldızlara yemin olsun ki, asla! Senin dinine gi­recek kadar ne aklımı kaybettim ne de şuurumu yitir­dim!

Uğraşlar netice vermiyordu ve çaresiz vedalaşıp koptu ha­nesinden! Sıcak bir yuvadan kovulmuştu kovulmasına; ama dünyanın en sıcak bir gönlüne kuracaktı otağını! Geldi Resûlallah’ın huzuruna, teslim oldu ona ve ayrılmadı bir daha!

Artık Mus’ab da, diğer sahâbeler gibi, bulabildiği haşin li­baslar içinde, bazen karnı doyan, zaman zaman da açlıktan kıvranan bir insandı. O da artık, Habbâbların, Bilâllerin ara­sına girmişti. Güzel kokular sürmeye alışkın mübarek cildi, açlık ve sıkıntıdan, baharda kabuk değiştiren yılan derisi gibi kabarmış; pul pul dökülüyordu.

Uzaktan meclise geliyordu bir gün! Yaklaşırken etrafın­daki sahâbelerle birlikte gelişini seyrediyordu Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) de. Mus’ab’ın yorgun; ama hu­zurlu hâ­lini süzen gözlere çoktan yaş yürümüştü; başlar öne eğildi… Hü­zünlenmişlerdi beraberce!..
Zira Mus’ab, eski ve yıpranmış, köhne bir elbise içindeydi. İslâm’dan önceki duru­munu bilen­lere, onun bu hâli çok dokunmuştu. Bilâl, zaten fakirdi. Hab­bâb ve Ammâr’ın da imkânları iyi değildi; alış­kındı on­lar yokluğa! Ama Mus’ab öyle miydi? Gördükleri karşısında Resûlallah da dayanamadı ve şunları söylemeye başladı:

– Bu gelen Mus’ab’ı ben, daha önce de görüyordum. Anne-babası yanında Mekke’de ondan daha kıymetli biri yoktu. O, bunların hepsini Allah ve Resûlü için terk etti ve geldi buraya!

O ise, bütün bu olup bitenlere aldırış etmiyordu. Zira, in­sana huzuru, elbise vermiyordu ki! Bir kalpte iman yoksa kalıp, bedeni sıkan sürekli bir işkenceydi. O’nun bir hedefi vardı; iman adına gökler ötesine uzanan bir vesileye tutun­muş, günden güne derinleşiyor ve sürekli mesafe alıyordu. Günbegün gelen âyetleri ezberliyor, Mürşid-i Ekmel’inden, dininin inceliklerini öğrenip, hakkını vererek yaşamaya çalışıyordu.

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.