Abdullah İbn-i Süheyl’in Gelişi

271

Hz. Abdullah, Kureyş üzerinde söz ve şiirleriyle etkinliğiyle bilinen, hitabeti dillere destan ve her meselede Kureyş’e akıl hocalığı yapan Süheyl İbn Amr’ın oğluydu. Efendimiz’i, ilk defa amcası Selît İbn Amr’dan duymuş; Hz. Selît’in gayretleri neticesinde Müslüman olan diğer amcaları Hâtıb ve Sekrân’ın övgü dolu ifadelerine kulak vermiş ve çok geçmeden Efendiler Efendisi’ne gidip teslim olan eniştesi Ebû Sebre ve ablası Ümmü Gülsüm’deki değişimi de fark ederek İslâmiyet hakkında kendisinde ciddi bir merak uyanmıştı.

Anlaşılan, Mekke’de yeni bir tatlı su kaynağı vardı ve demek ki, bunun farkına varan herkes, teker teker bu kaynağa koşuyor ve kana kana pınarlarından âb-ı hayat yudumluyordu. Her ne kadar babası Süheyl, bu gelişmelerden rahatsızlık duyup diliyle gelişmeleri hicvedse de amcalarına olan itimat ve güveni kendisini, babasının bu konuda haklı olmadığı sonucuna götürüyor ve bu vesileyle de, gelenek olarak tevarüs ettiği bütün anlayışlarını teker teker sorguluyordu.

Derken bir gün, o da bu kaynağa koşmaya ve hayat bahşeden pınarlarından doya doya içip suya doymaya karar vermişti; amcalarının şefkatle kucaklayan bakışları arasında geldi huzura ve babasına inat, kelime-i tevhidi haykırarak Müslüman oldu.

Ancak baba Süheyl, öyle kolay pes edecek birisine benzemiyordu; oğlu Abdullah’ın da gidip Müslüman olduğunu duyunca küplere binmişti ve geri döndürmek için her türlü vesileyi mübah göreceğini haykırıyordu. Gerçekten de, dediğini yaptı ve ilk karşılaşmalarında oğlu Abdullah’ı yakalayıp zincirlere bağladı. Günün her saatinde yediği dayaklar, artık onun gıdası haline gelmiş; binbir hakaret ve tahkirler de bunun sos ve biberi gibi olmuştu. Hz. Abdullah için bunlar, tahammül edilemez sancılardı. O kadar hiddet ve kararlılıkla üzerine geliyordu ki, iman adına bir kelime bile duymak istemiyor, her defasında sözü, oğlu Abdullah’ın ağzına tıkarak tek kelime bile etmesine müsaade etmiyordu. Hali, Ammâr’ın haline çok benziyordu; şu kadar ki, Ammâr’ın başında ekşiyip ona işkence edenler yabancılar iken Abdullah’ı inim inim inleten, bizzat öz babasıydı.

Zincirlere bağlı bulunduğu yerden, Habeşistan’a hicret haberini almıştı. Amcası Sekrân da Habeşistan’a gidenler arasındaydı. Bir ömür böyle bağlı kalıp da her an babasından dayak yiyecek hali yoktu ve kafasına koymuştu, bir fırsatını bulup kaçacak ve Habeşistan’a gidecekti.

Dediğini de yaptı Hz. Abdullah. Beri tarafta ise, öfkeli baba Süheyl, oğlunun da elinden kurtularak Habeşistan’a gittiğini duyunca çılgına dönmüştü; etrafına tehditler savuruyor ve bir gün yeniden eline geçirdiği zaman, ona yapacaklarını sıralıyordu bir bir.

İşte bu sırada, Mekkelilerin Müslüman olduğu haberiyle sevinen ve babasının da yumuşamış olabileceğini tahmin eden oğul Abdullah da, Habeşistan’dan dönüyordu. Haberi alır almaz Süheyl, oğlu için düşündüklerini hayata geçirmek için sabırsızlanmış, büyük bir hırsla oğlunun yolunu gözler olmuştu. Nihayet, Mekke’ye gelir gelmez de hemen üzerine çullanmış ve onu bir daha da çözülmemek üzere bağlamıştı. Artık Hz. Abdullah için, mütemâdi işkence vardı. Tek başına bir mahzende, açlıktan kıvrım kıvrım ve her daim üzerinde ekşiyen bir babanın hakaret ve şiddetine karşı artık dayanamaz olmuştu.

Hz. Ammâr’ın yaşadıklarını o da duymuştu ve böyle bir durumda Allah’ın kendisine tanıdığı ruhsatın da farkındaydı; işkenceler dayanılmaz bir hal alınca da bu ruhsatı kullanmaya karar verdi. Böylelikle, babasının dediklerine ‘evet’ diyecek ve böylelikle bir nebze rahat nefes alacaktı.

Gerçekten de öyle oldu; oğlunun uslanıp terbiye olduğunu gören Süheyl, Hz. Abdullah üzerindeki baskılarını yavaş yavaş kaldırmaya başladı. Ancak, bu süre içinde yine de ihtiyatı elden bırakmıyor; uzaktan tepkilerini ölçüp, baba sözüne yeniden gelişindeki samimiyeti kontrol etmeye çalışıyordu. Bir noktadan sonra, artık hiç tereddüdü kalmamış ve oğlu Abdullah’a yeniden güven duymaya başlamıştı. Bu hal, Bedir Savaşına kadar devam edecekti.

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.