Müjdeler Olsun Gariplere!

1.962

İslâm nasıl başlamış ve acaba nasıl inkişaf etmiştir ve daha sonra âhirzamanda İslâm’ın durumu nasıl olacaktır? Gaybın Son Habercisi Peygamber Efendimiz Aleyhi’s-salatu Ve’s-selâm, bu mevzuda herhangi bir açıklamada bulunmuş mudur? Bu sorular ve bunların cevapları aslında inanan her insanın ortak bir merakıdır. Zîrâ her müminin, inancıyla doğru orantılı olarak İslâm’ın dünü, bugünü ve istikbaline karşı alâkası mutlaka vardır ve olmalıdır. Hattâ bu merak, imanla doğru orantılı olarak yer yer davanın geleceğiyle ilgili ıstırap ve endişeye de dönüşebilir. İşte tam böyle bir zaman diliminde ümitlerin canlı kalabilmesi, iradelerin güçlendirilmesi ve sineler üzerine koyu bir karanlık gibi çökebilecek ye’sin dağıtılması adına kalblere inşirah salan müjdeler çok önemlidir.

Peygamberimiz’in (aleyhi ekmeluttehâya) zaman zaman bu merakımızı giderecek ve ümitlerimizi şahlandıracak mesajları bize verdiğini görmekteyiz. İşte onlardan birisi de İslâm’ın garip olarak başladığını ifade ettiği şu hadisleridir: “İslâm garip olarak başladı. Başladığı gibi yine garip olarak dönecektir. Öyleyse ne mutlu o gariplere!”1

Gurbet ne demektir ve garip kimdir? İslâm’ın garip olarak başlaması ne demektir? İslâm’ın yeniden ikinci bir gurbet yaşaması ne mânâya gelmektedir? Kendilerine müjdeler verilen garipler kimlerdir ve bu gariplerin özellikleri nelerdir? Bizatihi kendisi “Beşîr” yani müjdeleyici olan Hz. Muhammed Mustafa’nın (sallallahu aleyhi ve sellem) bu mübarek beyanı, aslında bu soruları da beraberinde getiriyor. En azından bu hadîs-i şerîfi duyduğumuzda bu güzel muştunun muhatabı olabilme arzu ve heyecanıyla bu sorular üzerinde düşünmemiz gerektiği kanaatindeyim.

Gurbet ve Garip

Gurbet, “gariplik, yabancılık, vatandan ayrı düşme” mânâlarına gelmektedir. Garîp kelimesi de sözlükte, “yabancı, yurdundan ayrı düşmüş olan, tek, az ve nadir olan, bilinmeyen, müphem ve kapalı olan” mânâlarına gelir. Gurbet, aslında kurbete vesile olabileceği için olsa gerek ki, Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) gurbetle ve gurbetin garibe kazandırdıklarıyla alâkalı şöyle buyurmaktadır: “Cenâb-ı Hakk nezdinde kulların en sevimlisi gariplerdir.” Kendisine gariplerin kimler olduğu sorulunca da: “Dinlerini yaşama adına halktan uzaklaşabilenlerdir ki, onlar kıyamet günü Meryem oğlu Îsâ ile haşrolacaklardır.”2 şeklinde cevap vermiştir.

Yine bir başka rivayette “Gurbette garip olarak ölmek şehitliktir.”3 buyrularak, müminin yaşadığı gurbetlerin, onu şehitlik mertebelerine çıkarabileceğine dikkat çekilmiştir. Bu rivayet –yurttan-yuvadan ayrı düşme mânâlarına da hamledilmesi mahfuz– hâlinden-dilinden anlamayan insanların içinde hâl ehlinin gurbeti;fâsık ve fâcirlerin arasında salihlerin gurbeti; mülhid ve münkirler karşısında iman ve iz’an ehlinin gurbeti; cahil ve görgüsüzler dünyasında ehl-i ilim ve irfânın gurbeti; suret ve şekil erbabı beyninde mânâ ve hakikat erlerinin gurbeti… gibi garipliklere de işaret eder.4 Dolayısıyla garibi de yaşanılan bu gurbet çeşitlerine göre tarif etmek daha isabetli olacaktır.

Buna göre garip, sadece “yurdundan yuvasından uzak kalan, dostundan, ahbabından ayrı düşen değildir. O, yaşadığı dünya içinde bulunduğu toplum itibariyle hâlinden, yolundan anlaşılmayan; yüksek ideâlleri, ötelere ait düşünceleri, başkaları uğruna şahsî zevklerinden fedakârlığı ve fevkalâde himmet ve azmiyle, kendi toplumunun kanunlarıyla sık sık zıtlaşıp çakışan, çevresi tarafından yadırganıp irdelenen ve her davranışıyla garipsenen insandır.”5

Bütün bunlara maruz kalan bir kimsenin gurbet ve garipliğine Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) şu ifadeleriyle dikkat çekmektedir: Abdullah bin Amr (r.a) anlatıyor: “Bir gün Peygamberimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) yanında bulunuyorduk. Kendisi ‘gariplere müjdeler olsun‘ buyurdu. Kendisine ‘garipler kimlerdir ey Allah’ın Resulü’ diye soruldu. O da şöyle cevap verdi: ‘Onlar salih insanlardır. Kalabalıklar içinde azdırlar. Onlara isyan edenler, itaat edenlerden daha çoktur.”6

Hadîslerde Gariplerin Vasıfları

1- Garipler, muhacirlerdir

Gariplerin kimler olduğu Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) tarafından bazı vasıflarıyla bizlere açıklanmıştır. Zîrâ Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) garipleri müjdeleyince, sahabe-i kiram onların kimler olduğunu merak etmiş ve sormuşlardır. Kaldı ki böyle güzel bir muştuyu hak etmiş olanların kim olduğunu merak etmemeleri ve bunu sormamaları ve bu konuda bir açıklama istememeleri düşünülemez.

Peygamber Efendimiz (aleyhissalatü vesselâm) de bu sorulara farklı zamanlarda farklı durum ve ihtiyaca göre farklı cevaplar vermiştir. Fakat bu izahlar birbirinden kopuk cevaplar değil birbirini açan ve tamamlayan cevaplardır. İşte Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) bu sorulardan birinde gariplerin muhacirler olduğunu şöyle beyan buyurmaktadır:

“İslâm garip olarak başladı ve başladığı gibi tekrar garip olarak dönecektir. Gariplere müjdeler olsun.” buyurunca, kendisine; “Garipler kimlerdir?’ diye sorulmuş, O (sallallahu aleyhi ve sellem) da şöyle cevap vermiştir: “Kabilelerinden uzak yaşayanlardır!”7

Hadîs-i şerîfte geçen “en-Nuzza’ ” kelimesi “nâzi’ ” veya “nezi’ ” kelimesinin çoğuludur. Nâzi’ veya nezi’, garip mânâsına gelmektedir. Yani ailesi ve aşiretinden uzaklaşan demektir. Buna göre burada kastedilen mânâ “dinlerini yaşamak için yurtlarını ve aşiretlerini terk eden, Allah için hicret eden kimseler yani muhacirlerdir.8

Aslında (n-z-a’) kelimesine kök olarak baktığımızda kelimenin “bir şeyi yerinden koparıp çekme, sökme”9 mânâsına geldiğini görmekteyiz. Bu yönüyle kelime hicretin zorluğuna da işaret ederken aslında Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), dinlerini yaşama adına bu zoru başaran kimselerin yani muhacirlerin, gerçekten müjdeyi hak etmiş garipler olduğunu da ifade etmektedir. Bu açıdan baktığımızda hadîste hicret kelimesinin değil de “n-z-a” kelimesinin seçilmiş olması bu mânâyı vurgulaması adına önemlidir.

2- Garipler, Sünnet’in ihyası ve toplumun ıslahı için çalışanlardır

Müjdeyi hak eden gariplerin hadîslerde bize anlatılan ve nazara verilen ikinci özelliği onların salih kimseler olmasının yanında halkın ıslahı için de çalışmalarıdır. Abdurrahman b. Senne tarikiyle gelen rivâyette, “…Yâ Rasûlallah, garipler kimlerdir?” diye sorulunca, “İnsanların bozduklarını (ifsad ettiklerini) düzelten (ıslah eden) kimselerdir” cevabını vermiştir.10

İmam Tirmizi’nin rivayetinde ise gariplerin bu ıslah faaliyetlerinin sünnet eksenli olduğu şöyle beyan edilmektedir: “Benden sonra, insanların ifsat edip bozdukları Sünnet’imi ıslah edip düzeltecek olan o gariplere ne mutlu!”11 Bir başka rivayette yine “Garipler kimlerdir, ya Resulallah!” denilince yine Sünnet’i ihya hususu şöyle dile getirilmiştir: “Garipler, Sünnet’imi ihya eden ve onu insanlara öğretenlerdir.”12

Şu gerçek asla unutulmamalıdır ki, fert ve toplumun salah ve ıslahı, Sünnet’in ihya ve ikame edilmesine bağlıdır. Bu da Sünnet’in öğretilmesi, yaşanması ve yaşatılmasıyla doğrudan ilgilidir. Yoksa insanın bilmediği şeyi yaşayabileceği düşünülemez. Kaldı ki insan bilmeyince, bildiği gibi yaşayacak ve onu hak zannedecektir. Hattâ kendisini de çok salih bir insan ve ıslahçı olarak görecek, kötülüğü emrederken bile iyiliği emrettiğini iddia edecektir. O zaman temel kıstas Kur’ân ve Sünnet’tir. Sünnet’in öğrenilmesi, öğretilmesi ve yaşatılmasıdır. Aksi takdirde ferdî, ailevî ve içtimaî fesat ve ifsat alır başını gider.

Evet, burada hadîs-i şerîflerde gördüğümüz gibi takdir ve tebcil edilen garipler, ister yurt ve yuvalarından ayrılmış muhacirler olsun isterse insanların fesada verdikleri Kur’ân ve Sünnet hayatını yeniden diriltmeye çalışan hakikat erleri olsun mesele değişmez. Hakikat aynı kapıya çıkacaktır. Dava İslâm’ı yaşamak ve yaşatmaktır. Yaşatma idealiyle yaşamaktır. İslâm’ı, içtimaî hayatta dâima canlı tutmaktır. Islah vazifesine devam etmektir. Her Mümin bu hususta içinde yaşadığı toplumda bir irşat ve ıslah eri olarak kendisini vazifeli addetmelidir. Ancak insanlığa karşı bu yüce vazifeyi yerine getirmek beraberinde çeşitli gurbetlere de sebebiyet verebilir. Burada önemli olan çeşit çeşit gurbetlere düşülse bile bu vazife asla aksatılmamalı ve ihmal edilmemelidir. Yoksa böyle bir ihmal o toplumun sonu olacaktır.

Burada bir de hadîste geçen “ıslah” ve “ifsad” kelimelerini dil açısından incelemek faydalı olacaktır. “Hadîste ifade edilen ıslah ve ifsat kelimeleri müteaddi (geçişli) fiil olmaları açısından; başkalarını içine alabilecek ifsattan yani sadece şahsın nefsine münhasır kalmayan bir ifsattan bahsedildiği görülür. Başkaları nasıl ki, fesadı yaygınlaştırmak için uğraşıyor, mü’minler de buna mukabil ıslahın yaygınlaşması ve halkın sulh ve güven içinde olması adına hep ciddî bir cehd ve gayret göstermelidirler. İfsat, Allah nezdinde ne kadar merdut ve müfsit ne kadar melunsa, ıslaha gayret ve muslih de o kadar makbuldür.”13

Dolayısıyla sosyal hayatta ıslah vazifesini idrak etmiş ve bunun için her türlü tepkiyi ve mahrumiyeti göz önüne alarak Allah için mücadele eden bir mümin, peygamberlerin müjdesini hak edecek bir konum ihraz eder. Onun, bu misyonu eda ederken yaşayacağı gurbetler zahiren çile ve meşakkat gibi gözükse de hakikatte ötelerden muştulanmasına vesile bir devlettir.

Bir bünye hastalandığı zaman hararetin yükselmesi, bu bünyenin hastalığa karşı koyması mânâsına geldiği gibi, ıslah eden insanların ümidi, aşkı ve iştiyakı da üstlendikleri o tamir vazifesini yapacakları mânâsına gelmektedir. Onun için Kur’ân-ı Kerîm, içinde ıslah edicilerin bulunduğu bir toplumu, istihkakları olsa bile Allah’ın helâk etmeyeceğini bildirmektedir. “Rabb’in, halkı dürüst hareket eden hem kendi nefislerini, hem de birbirlerini ıslaha çalışan diyarları, haksız yere asla helâk etmez.”14

Çünkü orada hâlâ bir ümit var demektir. Bu itibarla da içinde bu ümidi canlandıracak olan gariplerin bulunduğu bir toplumu Allah helâk etmeyecektir diyebiliriz. Evet, gariplerin arkasında Allah vardır ve insan garipse sahibi Allah’tır.”15 Burada gözden kaçırılmaması gereken önemli bir nokta da şudur ki; ıslah vazifesini hakkıyla yapmaya çalışan bu garipler, içinde yaşadıkları toplumun maruz kalabileceği bütün bela ve musibetlere karşı da paratonerleridir.

3- Garipler, iman ve takva erleridir

Peygamber Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) müjdelediği veya dünya ahiret müjdeye layık olduğunu ifade ettiği Allah’ın has kulları garipler, iman ve takvada, hayır ve hasenatta hep insanlığın önünde olan kimselerdir. Gariplerin bu yönü, Muttalib ibn Hantab’ın rivayet ettiği bir hadîste bize şöyle ifade edilmektedir: “Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem): ‘Gariplere müjdeler olsun!’ buyurdu. Bunun üzerine sahabe-i kiram: ‘ya Resulallah, garipler kimlerdir? diye sordu. Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) bu soruya şöyle cevap verdi:

‘Garipler o kimseledir ki insanların az yaptığı yerde onlar çok yaparlar.” Yani garipler, insanların iman, takva ve hayr u hasenatta geride oldukları ve geriye durdukları bir dönemde, önde olan kimselerdir. İmanda, takvada ve hayırda yarışan kimselerdir. İmanın, takvanın hakiki temsilcileri hayır ve hasenatın da öncüleridir.

Hayatlarını Hakk’a adanmışlık şuuruyla yaşayan Hakk’ın salih kullarıdır. Onlar bir taraftan kendi iç dünyalarını mamur ederken diğer taraftan dış dünyalarını imar için de çalışırlar. Bir diğer ifadeyle için fethini ihmal etmedikleri gibi dış fethi de ihmal etmezler. İmam Nafi‘nin İmam Malik’ten naklettiği şu vak’a bu mânâ kahramanlarını en güzel şekilde bize anlatmaktadır: “Hz. Ömer bir gün Mescid-i Nebeviye girer ve Muaz bin Cebel‘i Peygamberimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) kabrinin yanı başında oturmuş ağlarken görür. Bunun üzerine kendisine; ‘Niçin ağlıyorsun ey Abdurrahman’ın babası! Yoksa kardeşin mi öldü?’ diye sorar. Hz. Muaz ona şöyle cevap verir: ‘Hayır ya Ömer! Kardeşim ölmedi. Lakin beni ağlatan şey, sevgili Peygamber’imin (sallallahu aleyhi ve sellem) bana bu mescitte söylediği bir sözdür.’ Hz. Ömer ona bu sözün ne olduğunu sorunca Hz. Muaz şu hadîs-i şerîfi söyler:

“Şüphesiz riyanın azı bile şirktir. Kim Allah’ın (celle celâluhu) veli bir kuluna düşmanlık yaparsa Allah’a karşı savaş ilan etmiş olur. Allah, itaatkâr, takva sahibi ve halktan uzak duran kullarını sever. Onlar o kimselerdir ki ortadan kaybolduklarında aranmazlar. Bir mecliste hazır bulunduklarında ise tanınmaz ve çağrılmazlar. Onların kalpleri hidayet kandilleri gibidir. Kapkaranlık fitnelerin kol gezdiği devirlerde bile onlar hiçbir yara almadan ve bir zarar görmeden çıkarlar.”16

İşte bunlar Peygamberimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) methettiği ve müjdelediği, kendilerine gıpta edilecek gariplerdir. Bunların garip olarak isimlendirilmeleri insanlar arasında cidden az ve nadir olmalarından dolayıdır. Zîrâ insanların çoğu bu vasıflardan uzaktır. Dolayısıyla ehl-i İslâm, insanlar arasında gariptir. Hakiki müminler de ehl-i İslâm arasında gariptir. Ehl-i ilim de, müminler arasında gariptir. Ehl-i ilim arasında da Kur’ân ve Sünnet’e sarılmış onu yaşayan ve yaşatan, her türlü eza ve cefaya rağmen sabır ve büyük bir kararlılıkla Sünnet’i müdafaa eden hakiki âlimler gariptir. Ve bunların gurbeti daha ağırdır. Ancak bunlar Allah’ın gerçek kulları, Allah’ın ehlidirler. Bunun için onlara bizim bildiğimiz mânâda gurbet yoktur.17 Diğer bir ifadeyle onlar gurbeti bizim gibi duymaz, hissetmez ve yaşamazlar.

Hz. Musa (a.s) hakkında anlatılan şu kıssa, gerçek gariplerin gurbetinin bizim anladığımız mânâların ötesinde bir gurbet olduğunu açıkça göstermektedir: “Hz. Musa (a.s) Kur’ân’da anlatıldığı üzere Firavun’un şerrinden uzaklaşıp yapayalnız, hasta ve garip bir şekilde Medyen’e varınca Rabb’ine şöyle münacatta bulundu: ‘Ya Rabbi! Tek başıma yapayalnız, hasta ve garip bir kulun olarak huzurundayım!’ Hz. Musa böyle deyince, kendisine şöyle denildi: ‘Ya Musa! Yapayalnız olan kimse, Benim gibi dostu olmayan kimsedir. Hasta kimse ise, Benim gibi bir tabibi olmayan kimsedir. Garip ise Benimle arasında hiçbir muamele olmayan kimsedir.”18

Bu rivayetlere baktığımızda şunu anlıyoruz ki, gerçekten iç içe farklı gurbetler ve gurbeti farklı duyuşlar olabilir. Belki de has üstü has kullar için gurbet ve gariplik hiç söz konusu edilmemelidir. Bu ufka yükselip bunu duyanlar ve yaşayan hâl kahramanları Resulullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) müjdesine mazhar hakiki gariplerdir.

gariplere müjdeler olsun hadisi camide oturan iki adam

İslâm’ın garip başlaması

İslâm dininin garip olarak başlamasını, garip kelimesinin mânâ zenginliği içerisinde ve İslâm’ın başlangıç yıllarına giderek anlamak daha doğru ve isabetli olacaktır. Buna göre bu din ortaya çıktığı ilk zamanlarda çok az insan tarafından kabul edilmişti. İlk yıllarda İslâm’ı kabul edenlerin sayısı çok az olduğu için İslâm dini yabancı bir şehirde yalnız, sahipsiz ve kimsesiz bir insan gibiydi. Zamanla Müslümanların sayısı çoğalıp, Hicaz Yarımadası’nın dört bir yanına ve oradan bütün bir dünyaya yayılıp güçlenince ilk devirlerde görülen sahipsizlik ve gariplik kalmamıştı.

Başlangıcıyla büyük ve derin bir gurbet yaşayan İslâm, hiç kimsenin tahmin edemeyeceği bir hızla güçlenmiş ve çevreye yayılmıştı. Gurbet perdelerinin bir bir izale edilerek cihan hâkimiyetine giden yolların açılışı, dost düşman herkesi hayretlere sevk etmiş, bu durum iman edenlerin kalbinde imana, inkâr edenlerinkinde ise inkâr ve gayza dönüşmüştü.

İkinci olarak Fethullah Gülen Hocaefendi’nin de tespitleriyle bu gurbeti dinin neşet ettiği toplum açısından da ele almak gerekir. Buna göre; “Bu din başlangıcı itibarıyla, dinin ve dindarın kadir ve kıymetini bilmeyen insanlar içinde zuhur etmişti.”19 Zîrâ pek çoğu itibarıyla bu toplumun fertleri din denilince içinde bulundukları koyu şirk ve putperestliği anlıyorlardı. Allah deyince akıllarına putları geliyordu. Her şeyin oyun ve eğlencesinde olan bu kavim peygamber kavramını ne kadar biliyorlardı ki, Resul-i Ekrem’i (sallallahu aleyhi ve sellem) anlayabilecek ve O yüce kamete gurbet yaşatmayacaklardı? Onlara göre Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) de kendileri gibi bir insandı.

Kur’ân’ın ifadesiyle akılları gözlerine inmiş, bakışları beşeriyetlerine takılıp kalmıştı:

“Yine: “Ne oluyor bu Peygamber’e, böyle Peygamber mi olur: Yemek yiyor, çarşı pazarda dolaşıyor! Bari yanında heybetli bir melek olsaydı da etrafındaki insanları korkutup uyarıda bulunsaydı!”20

Onların zihniyetine göre, insanlar üzerinde etkili olmak için beşer değil de, beşer üstü bir varlık olmalıydı. Dolayısıyla böyle sığ cahilî bir bakış açısına sahip kimselerin İslâm’ı anlamaları ve nübüvveti idrak edip Peygamberimiz’e (sallallahu aleyhi ve sellem) inanmaları mümkün değildi. Nitekim öyle oldu. Yanı başlarında, kendi, içlerinden çıkan Son Peygamber’i (sallallahu aleyhi ve sellem) tanıyamadı, inen vahyin ve gönderilen Son Nebi’nin ebedî şahitleri olamadılar. Bu payeyi kaçırmakla kalmadı, kâinatın iftihar tablosu Hz. Muhammed’e (sallallahu aleyhi ve sellem) ve onun güzide ashabına büyük bir gurbet de yaşattılar.

İslâm’ın yeniden garip olarak geriye dönüşü

Hadîs-i şerîfte İslâm’ın garip olarak başladığı ifade edildikten sonra dikkat çekilen nokta onun yeniden garipliğinin avdet edeceği hususudur. İslâm’ın yaşayacağı bu ikinci gurbet farklı mânâlarda anlaşılabilir. Fethullah Gülen Hocaefendi’nin tespitiyle; “dinî telâkki, dinî mantık ve dinî felsefe bir vadide, insanlar ise ayrı bir vadide gurbet yaşayacaklardır. Evet bir insan, ferdî hayatında kendini, dinî duygu ve düşüncelerini ifade edecek bir ortam bulamıyorsa ve aynı zamanda ümitlerini inkişaf ve inbisat ettirme ufkunu da yakalayamıyorsa o insan garip yaşıyor, din de gurbet içinde demektir.”21

Burada açıkça görüldüğü gibi gurbet inananların olmayışından değil, inananların hakkıyla inanmayışı ve yaşamamalarından, İslâm’a hakkıyla sahip çıkmamalarından kaynaklanmaktadır. Diğer bir ifadeyle müntesiplerinin İslâm’a gurbet yaşatmaları söz konusudur.

Fakat burada gözden kaçırılmaması gereken önemli bir nokta şudur: Bu gurbetin arkasında hüsran değil bir ihtişam vardır. Tıpkı İslâm’ın yaşadığı ilk gurbetin arkasından sökün edip gelen izzet ve ihtişamlı devirler gibi… Nasıl ki başlangıçta İslâm, eşi görülmemiş (garip) bir tarzda fevkalade bir inkişaf gösterdi ise kıyamete yakın öylesi bir tarzda yeni bir inkişafa mazhar olacaktır.

Elmalılı Hamdi Yazır, bu gerçeği en güzel bir şekilde şöyle dile getirmektedir: “İslâm’ın da gecesi gündüzü olacak, o da bu değişen dünyada bazen gecelerin sükûnet kucağında dinlenecek, bazen de gündüzlerin ışık saçan ikbalinde gözlerini açarak, Hak Teâlâ’nın yüce huzurunda en yüksek hayatı yaşamak için uyanacaktır. Onun için İslâm’ın istikbali gece değil gündüzdür, sönük değil parlaktır. Ara sıra basan gece karanlıkları onu dinlendirip tekrar uyandırmak içindir. Bu mâna maruf bir hadis-i şerif ile şöyle beyan buyrulmuştur: “İslâm garip olarak başladı. Başladığı gibi yine garip olarak dönecektir. Ne mutlu o gariplere!.”22

Elmalılı, burada hadîste kullanılan “yeudu” fiilinin de bu müjdeye delalet ettiğini kelimenin etimolojisinden hareketle çok isabetli bir şekilde ortaya koymaktadır: “Bu hadîsteki ‘seyeûdu’ fiilini, çoğu kimse ‘seyesîru’ mânâsında nâkıs fiil telâkki ederek, ‘İslâm garîp olarak başladı veya zuhur etti, yine başladığı gibi garîp olacak.’ diye yalnız inzâr suretinde anlamış, bundan ise hep yeis yayılmıştır. Halbuki Kâmus’ta geçtiği üzere ‘âde-yeudu’ fiili ‘yubdiu ve yuîd’ fiillerinde olduğu gibi dönüp yeniden başlamak mânâsına da gelir. Bu aynı zamanda hadîsin sonundaki ‘fetûbâ’ ifadesinin korkutmak için değil, müjdelemek için olduğunu da gösterir. Gerçi bunda da dönüp garip olma korkusu yok değildir fakat sönmeyip yeniden başlaması müjdesi de vardır. İşte ‘fetûbâ li’l-gurabâ’ müjdesi de bunun içindir. Çünkü onlar ‘önce geçenler’ gibidirler. Bundan dolayı hadis de ümitsizliği değil müjdeyi ifade eder”23

Kaldı ki Peygamber Efendimiz Aleyhissalatü Vesselâm’ın bu ifadeyi hem müjde hem de inzar mânâsına gelebilecek şekilde kullanması mânidardır. Bunun üzerine de ayrıca düşünülmelidir. Zîrâ müjde, sorumluluklarını nisyanla malul insanı, “nasıl olsa, zaferi haber verilen müjde gerçekleşecek” diye gevşemeye götürebilir.

Bu müjdeyi duyanların manevi gerilimlerini kaybetmemeleri ve sorumluluklarını ihmal etmemeleri adına bu beyanın inzar manası taşıması da çok önemlidir. Dolayısıyla her iki mânâyı da ihtiva eden cami’ beyanı, bu camiiyetiyle anlamak ve her iki mânâsıyla birlikte ele almak daha isabetli olacaktır. Yoksa sadece inzar anlamına alındığında bundan yeis doğabilir. İnanan kimseler bile, “Madem İslâm’ın üzerine büyük bir gurbet çökecektir. O zaman bizim İslâm’a hizmet etmemizin ve bunun için maddî-mânevî fedakârlıklarda bulunmamızın bir anlamı yoktur.” şeklinde meseleye yaklaşabilir. Onun için Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) bunların hiçbirine kapı aralamayacak şekilde muvazaneli bir beyanda bulunmuştur.

Ancak İslâm’ın yaşayacağı bu ikinci gurbetin daha sağlıklı ve doğru anlaşılması adına, şu hadîs-i şerîfin de mutlaka göz önünde bulundurulması gerekir. Zîrâ burada müphem bırakılan hususun aynı hadîsin bir başka rivayetindeki ilâveyle açıklandığını görmekteyiz: “İslâm garip olarak başladı ve başladığı gibi tekrar garib olarak dönecektir. (Ve bir gün gelecek) İslâm, yılanın deliğine çekilmesi gibi iki mescidin arasına çekilecektir.”24 Bir başka rivayette ise “iki mescid” ifadesinin yerine, “Medine” kelimesi kullanılmıştır: “(Gün gelir, ehl-i) iman, yılanın yuvasında toplanması gibi iman da Medine’ye toplanır.”25

Hadîste açık bir şekilde İslâm’ın başlangıçta olduğu gibi âhirzamanda da bir gurbet yaşayacağı ve sonunda bu gurbetin İslâm ve imanın Medine’ye veya Mekke ve Medine’ye kadar çekilmesiyle son bulacağı belirtilmektedir. Bu rivayatlerden öyle anlaşılıyor ki, İslâm’ın başlangıcında gurbet içinde gurbetler yaşayan hakiki müminler Medine’ye sığındığı ve orayı vatan edindikleri gibi âhirzamanda halis müminler de imanlarını yaşama ve muhafaza etme adına Medine’ye Allah Resulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) yanına sığınacaklardır. Zîrâ Medine, başlangıcı itibarıyla “imanın ve hicretin yurdu” olduğu gibi Kıyamet’e yakın İslâm’ın ikinci gurbet devirlerinde de “İmanın ve hicretin yurdu, İslâm’ın kubbesi” olmaya devam edecektir.


Yazar: Dr. Selim Koç

Dipnot:

  1. Müslim, İman, 232; İbni Mace’de Enes b. Malik’den rivayet edilen bu hadis “İnne’l -İslâme bedee gariben” şeklinde başlamaktadır. İbn Mace’nin rivayetinde “kema bedee” ifadesi de mevcut değildir. Bkz. İbn Mace, Fiten 15; Tirmizi de ise aynı hadis yine “inne’l-İslâme..” şeklinde başlamakta ve Abdullah b. Mesut’dan nakledilmektedir. Tirmizi, İman 13.
  2. İbn Kayyim el-Cevziyye, Medâricü’s-sâlikîn 3/185.
  3. İbn Mâce, Cenâiz 61; Bu hadis, (ٌةَداَهَش ِبيِرَغْلا ُتْوَم) diye de rivayet edilmketedir. Ebû Ya’lâ, el-Müsned 4/269; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 11/57, 246.
  4. Fethullah Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, II, s., 71.
  5. Fethullah Gülen, Buhranlar Anaforunda İnsan, s., 47.
  6. Müsned, I/398; İbn Kayyim el-Cevziyye, a.g.e., 185.
  7. İbn Mâce, Fiten 15.
  8. İbnu’l-Esir, en-Nihaye, I/41.
  9. İbn Faris, el-Mekayis fi’l-Luğa, (n.z.a’. md.)
  10. Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 73-74.
  11. Tirmizi, İman 13.
  12. İbn Kayyim el-Cevziyye, a.g.e, 185.
  13. Fethullah Gülen, Fikir Atlası, s., 104
  14. Hûd, 11/117
  15. Fethullah Gülen Fikir Atlası, s., 128-129.
  16. İbn Mace, Fiten 16.
  17. İbn Kayyim el-Cevziyye, a.g.e, 186.
  18. İbn Kayyim el-Cevziyye, a.g.e, 186.
  19. Fethullah Gülen, Fikir Atlası, s., 128.
  20. Furkan, 25/7
  21. Fethullah Gülen, Fikir Atlası, s., 128.
  22. Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili, V, 3713 (kısmen tasarrufla).
  23. Elmalılı, a.g.e. Aynı Yer.
  24. Müslim, İman 232.
  25. Buhari, Fezailu’l-Medine 6; Müslim, İman 232
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.