Sürâka Allah Resûlü’nün (sas) peşinde (4 Rebiülevvel Hicrî 1)

340

Sevr’den ayrılalı üç gün olmuştu. Dün Müşellel’i aşan Allah Resûlü ve baraberindekiler, bugün de (4 Rebiülevvel Perşembe Hicrî 1) temkin ve teyakkuz içerisinde yolculuklarına devam ediyordu. Mekkeliler geride kalsa da başlarına konulan ödüle nâil olabilmek için takibe koyulanlar, ısrarla onları aramaya devam ediyordu.

Müdlicoğulları arasından birisi gelmişti ve köy meydanında oturanlara, Mekkelilerin başına yüzer deve ödül koydukları iki yolcuyu gördüğünü söylüyordu. Başlarına talih kuşu konmuşçasına gözleri dört açılmış ve Sürâka İbn Mâlik’e yönelmişlerdi. Yolcuları gören adam da, meseleyi kime söylemesi gerektiğini anlamış ve onun yanına gelmişti:

– Ey Sürâka! Biraz önce sahilde yürüyen bir karartı gördüm. Sanırım onlar, Muhammed ve arkadaşı!

Sürâka da öyle tahmin ediyordu; gelen bu haber, tahminini güçlendirmiş ve artık tereddüdü kalmamıştı. Ancak, böyle bir mesele, öyle ulu orta herkesin arasında konuşulmazdı. Onun için renk vermek istemiyordu ve:

– Onlar, sandığın gibi o adamlar olamaz! Senin gördüklerini ben de az önce gördüm; onlar falan ve filan adamlar, dedi. Onun bu yaklaşımıyla birlikte, yüzer tane deveyi alıp da bundan sonra zengin yaşama adına kurulan hayaller bir anda sönüvermişti. Meseleyi çaktırmamak için de, istifini bozmadan oturmaya devam etti bir müddet daha.

Artık hava değişmiş ve konu bir başka alana kayarak yolcular unutulmuştu. Sürâka yerinden kalktı ve evine geldi. Hizmetçisine, yolculuk için hemen atını hazırlamasını ve falan vadiye gidip de kendisini orada atla birlikte beklemesini söyledi. Ardından da, mızrağını alarak evin arka tarafından çıktı ve hizmetçisini gönderdiği vadiye doğru yöneldi. İşte şimdi, herkesi atlatmıştı, vadedilen develere tek başına konmak istiyordu. Ve çok geçmeden hizmetçisiyle atının olduğu yere gelmiş, sessizce bir yolculuğa başlıyordu.

Mukaddes göçün kutlu yolcuları, hiç beklemedikleri bir anda arkalarından bir toz bulutunun hızla kendilerine yak­laştığını gördüler. Ebû Bekir’de, Sevr’deki duyduğu telâş vardı. Bu sefer, ne sığınacak bir mağara ne de müdafaa edecek ellerinde bir imkân vardı:

– Yâ Resûlallah! Peşimizdeki adam yetişmek üzere!

Aynı temkin ve tevekkül ile çağlıyordu:

– Mahzun olma! Allah bizimle beraberdir.

Tabii ki, vazifesini îfa ile gelen birine, kim ne düşünürse düşünsün kötülük yapamayacaklardı ve onlar için ilâhi inayet, sığınılabilecek en emin yerdi. Ancak, Ebû Bekir’deki telaş artmış ve sebepler açısından sona geldiklerini düşünerek göz yaşı döküyordu. Onun bu hâlini müşahede eden Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) sordu:

– Niye ağlıyorsun sen?

– Vallahi de kendime değil; Size bir zararı dokunacağından dolayı ağlıyorum yâ Resûlallah, diyordu.

İyice yaklaştığında, gelenin Sürâka olduğu anlaşılmıştı. Hz. Ebû Bekir’de aynı endişe ve telaş devam ededursun, önce arkasını dönüp dikkatlice Sürâ­ka’ya baktı Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem). Belli ki, gözleriyle esir alıp tesirsiz hâle getirmek istiyordu; hasım olarak arkasına düşen Sürâka’yı, âdeta nazarıyla tutacak ve yere çalıp ‘tuş’ ede­cekti.

Bir de, ilahî dergâha yöneliş vardı ortada. Allah Resûlü’nün dudakları hareket ediyordu; belli ki, duaya durmuş:

– Allah’ım! Şu gelen konusunda bize, dilediğin gibi destek olup güç ver, diyor ve bir taraftan da gelen Sürâka’ya nazar ediyordu.

Pey­gamberî nazarın kendisine ilişmesiyle birlikte, hem de hiç beklenmedik bir anda Sürâka’yı taşıyan atın ayakları kumlara saplanıverdi. Metrelerce ileriye savrulmuş ve bulunduğu yerden bir toz bulutu yükselmişti semaya!

O, önce bunun bir kaza olduğunu düşündü. Ancak, öyle kazaya benzer yanı yoktu. Sebepler açısından, böyle bir sonuçla karşılaşmasını gerektiren bir husus göremiyordu. Acaba anlatılanlar doğru muydu? Muhammedü’l-Emîn, bir peygamber miydi gerçekten? Ya doğruysa? Bir müddet zihninde alıp verdi bütün bunları. Başka çıkış yolu gözükmüyordu ve yalvaran bakışlarla süzmeye başladı İnsanlığın Emîni’ni. Aynı zamanda:

– Benim için Allah’a dua et de buradan kurtulayım, diyor ve ekliyordu:

– Söz, kurtulur kurtulmaz da Senin peşini bırakıp, takipten vazgeçeceğim!

O (sallallahu aleyhi ve sellem), peygamberdi; kendisine bir talep gelir de hiç boş çevirir miydi? Velev ki talep eden, can düşmanı bile olsa!

Sanki hiçbir şey olmamış gibi kurtuldu Sürâka. Başlarına konulan mükâfatın büyüklüğü duygularını esir almış gibi görünüyordu ve toparlanır toparlanmaz yeniden atına binip mahmuzlamak istedi. Yine aynı nazarlar vardı üze­rinde ve atın ön ayakları tekrar saplanmıştı kumlara. Devâsâ bir toz bulutu yükselmişti düştüğü yerden. Büyük bir şok geçiriyordu; hiç sebep yokken atın ayakları, öncekinden daha derine dalmıştı ve bir türlü çıkaramıyordu!

Olanlara bir mânâ veremiyordu… Bunca yıldır buralarda at koşturuyordu; ama ilk defa böyle bir olayla karşı karşıya kalmıştı. Yok… Yok… Ebû Cehil değil, belki de Ebû Bekir haklıydı. Öyleyse, ilâhî inayet altında yoluna râm olan bu insanlara kötülük yap­maya çalışmak beyhûdeydi. Bu sefer, yürekten sesleniyordu:

– Yâ Muhammed! Anladım ki, bu başıma gelenler, Senin duan sebebiyledir. Benim falan yerde develerim var; onlardan istediğini al, ama ne olur, bir kez daha dua et ki buradan kurtulayım. Söz, bir daha tövbeler olsun ki, kesinlikle peşini bırakacağım. Önce:

– Develerine benim ihtiyacım yok, diye cevapladı Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem). Ardından da, kurtulması için duada bulundu. Sürâka, atıyla birlikte yeniden ayaktaydı.1

Toz-toprak içinde yerden kalkar­ken, kim bilir ruh dünyasında neler alıp verdi ki, ayaklarının üstüne doğrulduğunda halindeki değişikliği sezmek zor değildi artık. Hz. Ebû Bekir, gelişmeleri hayret ve dehşetle seyrediyor; Resûlü Kibriyâ’nın bir kez daha korunmasına şahit olmanın hazzıyla Rabbine hamd ediyordu. Zira, Sürâka da, tökezleyen atının ardından Allah Resûlü’nün önünde diz çökmek üzereydi. Üzerine teslimiyetin boyası sinmiş, usul usul huzura geliyordu. “Sen de mi?” dercesine mânâ yüklü nebevî bakışlara:

– Evet, ben de yâ Resûlallah, diye mukabelede bu­lundu önce. Ardından da, söz verdi O’na; geri dönecek ve arkadan gelen bütün düşmanlarını başka istikamete sevk edecekti.2 Ne de olsa, herkes, kendi alanında fedakârlık ve feragatte bu­lunmalı ve ihtiyaç olduğu yerde Hak adına maha­retini ortaya koymalıydı. Artık O da, Allah yoluna râm olmuş, Resûl-i Kibriyâ’nın biricik müdâfilerindendi. Arkasından şu müjdeyi yetiştirdi Efendiler Efendisi:

– Kisrâ’nın iki bilekliğine malik olacağın gün, nasıl olursun acaba ey Sürâka!3

Kurtuluşu karşılığında herhangi bir bedel ödemediği gibi aynı zamanda İslâm’la şereflenmiş, şimdi de istikballe ilgili bir müjdeye nail oluyordu. Bu, o günkü en büyük iki devletten birinin yakın zamanda dize geleceği ve gücü temsil eden kralın bilekliklerine de, Sürâka’nın sahip olacağı mânâsına geliyordu. Önce inanamadı ve:

– Hürmüz’ün oğlu Kisrâ mı, diye sordu telaşla. Efendimiz:

– Evet, diyordu.4

Az öncesine kadar Efendimiz’in ölümüne niyet eden bu insan, artık Efendimiz’i takip eden diğer insanları da geri çevirecek ve geldiği istikamette, yakalanacak kimsenin olmadığını anlatacaktı.


Dipnot:

  1. Bkz. İsbahânî, Delâil, 1/62
  2. Bkz. Müslim, Sahîh, 4/2309 (2009); Mübârekfûrî, er-Rahîku’l-Mahtûm, s. 159
  3. İbn Abdilberr, İstîâb, 2/581 (916)
  4. Bkz. İbn Hişâm, Sîre, 3/16 vd. Kâdı İyâz, Şifâ, 1/687. Aradan yıllar geçecek ve Hz. Ömer’in hilafeti zamanında bu haber de gerçekleşecektir. İran’ı dize getiren Hz. Ömer, Kisrâ’nın bilekliklerini alacak ve Sürâka’ya getirerek yüksek sesle şunları söyleyecektir:

    – Ellerini kaldır ve şöyle de: “Allahü Ekber! Bunları, ‘Ben, insanların Rabbiyim.’ diye büyüklük taslayan dirayetli Hürmüzoğlu Kisrâ’dan selbedip de, Arap çöllerindeki Müdlicoğullarından Sürâka’ya giydiren Allah’a hamd olsun!” Bkz. İbnü’l-Esîr, Üsüdü’l-Ğâbe, 2/414; Beyhâkî, Sünenü’l-Kübrâ, 6/357(12812)

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.