İkinci Bedir ve yaşanan diğer gelişmeler

295

Uhud’dan ayrılırken Ebû Süfyân:

– Sizinle bizim aramızda yeni buluşma nokta ve zamanımız, gelecek yılın başında ve Bedir’de olacaktır; orada buluşur ve orada kozlarımızı paylaşırız, diye seslenmişti. Onun bu çıkışına mukabil Allah Resûlü de (sallallahu aleyhi ve sellem), Ebû Süfyân’a cevap vermekte olan Hz. Ömer’e seslenerek:

– Allah’ın izniyle olur, de diye tembihlemiş, o da Resûlullah’ın mesajını gür sesiyle Ebû Süfyân’a ulaştırmıştı.

Söz senet demekti ve konuşulan zaman geldiğinde yerine getirilmesi gereken bir vazifeyi ifade ediyordu. Verdiği sözü yerine getirmemek, büyük bir zaaf demekti. Hele böylesine gergin bir zeminde, Uhud gibi önemli bir dönemecin intikamını alma adına geri adım atmanın imkânı olamazdı. Şimdi ise zaman yaklaşmış ve Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) de, ashâbını bu meydana hazırlamaya başlamıştı; yeniden Bedir’e gidilecekti.

Beri tarafta Ebû Süfyân, teklif kendisinden gelmiş olmasına rağmen sözünün altında eziliyor ve vakit yaklaştıkça gitmemek için nasıl bir bahane bulabileceğini düşünüyordu. Açıktan ‘gitmeyelim’ de diyemediği için görünürde Bedir’e gitme temayülü gösteriyor; ancak içten içe de bu yoldan nasıl dönebileceğinin planlarını yapıyordu. Etraftaki kabilelerin de desteğini alarak Mekke’de büyük bir ordu hazırladığının haberini yaymak istiyordu ama içten içe, Efendimiz ve Müslümanların da bu işten vazgeçmelerini gönülden arzu ediyor; bunun için de kendisinin daha güçlü bir ordu ile üzerlerine geleceğini ima edip vazgeçen tarafın, kendisi değil de Müslümanlar olmasını istiyordu. Aynı zamanda o gün için rahmetten mahrum kalan Mekke, kıtlıktan kıvranıyordu ve bu durumda savaşa çıkmak yeni bir yıkım anlamına geliyordu.

Bu arada Nuaym İbn Mes’ûd Mekke’ye gelmiş ve Ebû Süfyân ve arkadaşlarına, Medine’deki hareketlenmenin haberini getirmişti. Onun gelişini fırsat olarak gören Ebû Süfyân, Medine ordusunu bu niyetlerinden vazgeçirme karşılığında kendisine yirmi deve vereceğini vadetmiş ve bu develeri de, Süheyl İbn Amr’ın kontrolüne vereceğini söylemişti. Kaliteli bir deveyi de peşin olarak ona tahsis etmiş ve Medine’ye giderek Müslümanların gözünü korkutmasını istemişti.

Nuaym’ın yapacaklarından o kadar emindi ki Kureyş’e dönen Ebû Süfyân Kureyşlilere şöyle seslenecekti:

– Ashâb-ı Muhammed’i Bedir’e çıkmaktan alıkoymak için Nuaym İbn Mes’ûd’u gönderdik; o bunun için gayret gösterecek! Ancak yine de biz yola çıkalım ve bir-iki gece yürüdükten sonra durur, geri döneriz. Böylelikle yoldan dönen biz değil de onlar olmuş olur ve gelişmeleri kendi lehimize çevirmiş oluruz. Şâyet her şeye rağmen onlar gelirse, bu yılın kıtlık yılı olduğunu ifade eder ve bu buluşmayı bereketli başka yıllara atarız.

– Ne kadar güzel düşünmüşsün, diyorlardı Ebû Süfyân’a. Demek ki bu, herkesin kabulüydü ve Kureş’in bu tepkisi, Ebû Süfyân’ı tasdik anlamına geliyor.

Beri tarafta, peşin olarak aldığı devenin üzerinde Medine’ye dönen Nuaym İbn Mes’ûd, hemen faaliyetlere girişmiş ve Ebû Süfyân’ın büyük bir ordu toplayarak Bedir’e çıkmak üzere olduğunun haberlerini çoktan yaymaya başlamıştı. Bunu duyan Yahudi ve münafıkların keyfine diyecek yoktu:

– Muhammed, bu ordunun elinden kurtulamaz, diyor ve kuvve-i maneviyeyi bozmaya çalışıyorlardı. O kadar ki, onların bu faaliyetleri Allah Resûlü’nü de endişelendirmişti. Huzura gelen Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer:

– Yâ Resûlallah, diyorlardı. Şüphe yok ki Allah, din-i mübinine sahip çıkacak ve onun müntesiplerini galip getirecek; Nebisini de aziz kılacaktır. Hâlbuki biz, Kureyş ile bir hususta karşılıklı anlaştık ve asla verdiğimiz sözden vazgeçmek istemeyiz. Hem sonra bunu korkaklık olarak algılarlar. En iyisi Sen, oraya doğru yürü. Allah’a yemin olsun ki bunda bir hayır vardır.

Allah’ın Resûlü’nü sevindiren manzaraydı bu ve şunları söyledi:

– Nefsim yed-i kudretinde olana and olsun ki, benimle birlikte kimse gelmese bile Ben, yola çıkacak ve randevu yerine mutlaka gideceğim!

Derken Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), bin beş yüz kişilik bir ordu ile Medine’den yola çıktı. Yerine Medine’de Abdullah İbn Revâha’yı bırakmıştı. Ordu içinde on tane at vardı. Sancağı Hz. Ali taşıyordu.

Ayakları geri gitse de Ebû Süfyân da çıkmıştı yola. Yanında iki bin kişilik bir ordu vardı. Aralarında elli tane de atlı süvari bulunuyordu. Yürüyordu ama içinde kendisini yiyip bitiren bir korku vardı. Yoldan geri dönmek genel kabul olsa da, bu kadar kalabalıkla yola konulunca şartlar değişir ve insanlar dönmekten vazgeçerlerse ne yapacaktı. Onun için Merr-i Zahrân denilen yere gelip de Mecenne suyunun başında konakladıklarında, ne yapıp edip bu orduyu geri çevirmenin gerekliliğini düşünüyordu Ebû Süfyân. Göz göre göre ve sonucu belli olan bir zemine gitmek intihar olurdu. Zira Bedir ve Uhud’daki manzaralar zihinlerinde hâlâ canlıydı. Dinlenme işi bitip de ordu ayaklandığında:

– Ey Kureyş topluluğu! Haydi, geri dönün, diye bir ses duyuldu Ebû Süfyân’ın bulunduğu yerden. Görmüyor musunuz, bu yıl her tarafı kıtlık kasıp kavuruyor; en iyisi bugün geri dönüp bolluk ve yeşilliğin olduğu, hayvanlarımızın da yeşilliklerden yiyip bize bol süt verdikleri gelecek yıllarda savaşırız. Bu kıtlıkta savaş mı olur! Ben dönüyorum; haydi, sizler de dönün!

Mekke ordusunun zaten beklediği bir sesti bu ve hiç kimseden itiraz gelmeden Mekke’ye geri dönüldü. Bu kısa yolculukları sırasında ‘sevîk’ adını verdikleri undan yapılan bir çeşit çorba tükettikleri için yoldan dönen bu orduya kendileri, sevîk içen ordu manasında ‘ceyşü’l-sevîk’ demişlerdi.

Medine’deki durum çok farklıydı. Ashâbıyla birlikte çoktan yola çıkan Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), birkaç günlük yolculuktan sonra ve Zilkâde ayının ilk hilaliyle birlikte Bedir’e kadar gelmişti. Her yıl olduğu gibi Bedir’de yine panayır kurulmuş ve büyük gruplar hâlinde insanlar, ellerindeki emtiayı kaptığı gibi ticaret maksadıyla buraya kadar gelmişti.

Mekke ordusu ise gelmemişti. Buna rağmen Efendimiz, ashâbıyla birlikte burada tam sekiz gün onları bekleyecekti.1

Panayırın çoğunluğunu Efendimiz ve ashâbı oluşturuyordu. Bir aralık Allah Resûlü’nün yanına, Veddân gazvesinde O’nunla anlaşma yapan Mahşî İbn Amr geldi; her hâlinden şaşkınlık okunuyordu. Nihâyet:

– Yâ Muhammed, dedi. Sen bu kuyuların başına Kureyş ile karşılaşmak için mi geldin? Hâlbuki bize anlatılanlara göre sizin, hepiniz öldürülmüştü ve işiniz de bitmişti! Hâlbuki panayırın çoğunluğu sizlerden oluşuyor!

Demek ki Hicaz’da sürekli bir propaganda yürütülüyordu. Anlaşılan açıktan cepheye gelemeyenler, yine perde arkasına geçmiş ve psikolojik bir savaş yürüterek akılları bulandırmak istiyorlardı. Mahşî’nin tepkileri böylesine yoğun bir bilgilendirmenin etkisinde kaldığını gösteriyordu. Öyleyse düşmanın silahıyla silahlanmak gerekiyordu ve Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) şunları söyledi ona:

– Buna rağmen şâyet istersen, sizinle aramızdaki anlaşmayı da feshedebiliriz!

Hiç beklemediği bir tepkiydi bu, Mahşî’nin. Zaten zihnen bir çatışma yaşıyordu; nasıl olmuştu da, ‘bitti’ denilen insanlar bu kadar zinde olabilmiş, Ebû Süfyân’ın bile gözünü korkutarak ona geri adım attırabilmişti! Bitmek bir yana her geçen gün güçlenerek yürüyen bir kervan vardı ortada. Zaman, neyin yalan neyin hakikat olduğunu ortaya çıkarmıştı. Öyleyse göz göre göre maceraya kapılmanın anlamı olamazdı ve:

– Hayır, bizim böyle bir derdimiz yok! Bilâkis biz, Sana el uzatmaktan içtinab eder ve aramızdaki anlaşmaya sadık kalır, onu asla bozmayız, dedi Mahşî.

Mahşî’nin tepkisi, Bedir’e gelmenin ne kadar önemli olduğunu gösteriyordu. Aleyhte kurulan tuzaklardan haberdar olunmuş ve hâl diliyle karşı taraf bilgilendirilirken bir yanda da yüreklerine korku salınmıştı. İnsanlar, duyduklarından ziyade görüp duyduklarına itibar ederlerdi ve işte Bedir’de, gözlerle kulaklara aradıkları bu mesajlar veriliyordu.

Şimdi sıra, sağ salim olarak Medine’ye dönmeye gelmişti. Derken Resûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem), ashâbıyla birlikte Bedir’den ayrılıp Medine’nin yolunu tuttu.

Bu Dönemde Yaşanan Diğer Gelişmeler

Diğer taraftan tebliğ ve irşad alanı her geçen gün daha da genişliyor ve yeni yeni muhataplara ulaşılıyordu. Bunun için dil öğrenmek gerektiğinde dil öğreniliyor, bir yere elçi olarak gitmek gerektiğinde de ‘vazife’ deyip yola düşülüyordu. Başkalarının yapacakları tercümelere itimat edemediği için Zeyd İbn Sâbit kısa sürede İbrânice öğrenecek ve istenildiği zaman neler yapılabileceğini fiilen göstermiş olacaktı.

Bu sıralarda Medine’de doğum ve ölümler de vardı; Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ve ashâb, Hz. Ali ile Fâtıma Validemizin oğulları Hz. Hüseyin’in doğumuyla sevinirken, Rukiye Validemizin Hz. Osman’dan olan küçük emaneti Abdullah ile Ümmü Seleme Validemizin kocası Ebû Seleme de bu sıralarda vefat etmiş ve bu doğum sevincine hüzün katmıştı.

Yolculuk hâllerinde dört rekâtlı farz namazların ikişer rekât olarak kılınabileceği ruhsatı yine bu zaman zarfında ve uygulanmaya başlanmıştı.

Zina ve recm hükümlerinin Yahudilerle konuşulması da bu sıralarda gerçekleşmişti.

Arazi paylaşımı ve fey hükümlerinin tanzimi de bu tarihlere rastlayacaktı.


Yazar: Dr. Reşit Haylamaz/EFENDİMİZ isimli kitabından alınmıştır.

Dipnot:

  1. Bir taraftan da panayırın hakkı veriliyor ve alışveriş yapılıyordu. Çünkü ashâb-ı kirâm, böyle bir sonuçla karşılaşacaklarını tahmin etmiş ve yolculuklarını bu şekilde de değerlendirerek iki türlü kazanç elde etmeyi hedeflemişlerdi. Ticaret adına o kadar uygun bir zemin bulunmuştu ki Hz. Osman gibi sahabîler, o gün bir dinar karşılığı olarak bir dinar kazanmış ve böylelikle yüzde yüz bir kazanç elde etmişlerdi. Bkz. Vâkıdî, Meğâzî, 1/384; İbn Sa’d, Tabakât, 2/60
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.