Benî Nadîr kuşatması

303
Benî Nadîr’e Hareket

Artık zaman, haddi aşıp anlaşmayı ihlâl eden ve üstüne üstlük otoriteye karşı isyan edip meydan okuyan Benî Nadîr’e karşı hareket etme zamanıydı. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) de, Medine’de Abdullah İbn Ümmi Mektûm’u vekil bırakarak ashâbıyla birlikte Benî Nadîr yurduna yürüdü. İkindi namazını Benî Nadîr yurdunda kılacaktı.

Ashâbıyla birlikte Resûlullah’ın üzerlerine doğru gelmekte olduğunu görünce telaşlanan Benî Nadîr, bir taraftan taş ve oklarla mukabelede bulunmaya çalışırken diğer yandan da kalelerine doğru kaçışıyordu. O günün sonuna kadar da bu hâlleri devam edecekti.

Resûlullah için ağaçtan bir çadır kurulmuş, üzerine de Sa’d İbn Ubâde’nin gönderdiği çullar örtülmüştü. Müslümanlara hurma taşıma işini de Hz. Sa’d üstlenmişti.

Benî Nadîr’in, kendilerinden yardım bekledikleri bir başka Yahudi kabilesi olan Benî Kurayza, olup bitenleri seyrediyor ve meselenin dışında kalmayı tercih ediyordu. Ka’b İbn Esed sözünde durmuş ve Allah Resûlü’yle yaptıkları anlaşmaya sadık kalarak Huyey İbn Ahtab’ın taleplerine ‘evet’ dememişti. Ümit ettikleri gibi ne asker ne de silah yardımı yapmaya yanaştılar.

Artık muhasara başlamıştı; ancak gün de sona ermişti. Yatsı namazının ardından Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), ordunun başına Hz. Ali’yi bırakıp1 yanındaki on kadar ashâbıyla birlikte, atına binmiş olarak Medine’ye geldi. Üzerindeki zırh duruyordu.

Sabah namazını yeniden Benî Nadîr yurdunda kılan Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), çadırını namaz kıldırdığı yer olan Hatme mevkiine aldırdı ve kendisi de çadırın içine girdi. Çok zaman geçmemişti ki çadırın üstüne bir ok isabet ediverdi.2 Demek ki çadır, atış alanı içinde bulunuyordu ve bunun üzerine yeri yeniden değiştirilip Fadîh denilen yere alındı.

O gün de akşam olmuştu ama iki bin kişilik kuvvetle kendilerine destek sözü veren ne Abdullah İbn Übeyy’den ne de onun müttefiki olan diğer insanlardan bir ses vardı. Benî Nadîr riske girmiş ve savaşla yüz yüze gelmişti ama İbn Übeyy, her zamanki gibi yine evinde oturmayı tercih etmişti. Ümitler giderek azalıyordu. Durumu değerlendiren Sellâm İbn Mişkem ve Kinâne İbn Suveyrâ, Huyey İbn Ahtab’a yaklaşarak:

– Geleceğini sandığın İbn Übeyy’in yardımı nerede, diye onu sıkıştırmaya başladılar. O da durumun farkındaydı; çaresizdi. Bir hırs uğruna maceraya girmiş ve güvenilmeyecek kimselerin boş vaatlerine kanarak insanları da aynı çıkmaza sürüklemişti. Boynunu bükerek:

– Ben ne yapayım, dedi önce. Bir lider olarak tükenmişliğin ifadesiydi bu cümle. Ardından da:

– Demek ki başımıza bir musibet yazılmış; çekeceğiz, diyordu. Belli ki, bilerek tercih ettiği yolda karşılaştığı olumsuz sonucu, kadere havale edip kendince teselli olmaya çalışıyordu. Ancak bu, bilinçli bir tercihti ve faturayı kadere kesmekle işin içinden sıyrılamayıp bedelini de ödeyecekti.

Kuşatma günlerce devam etti.3 Tamamen içlerine kapanmışlardı ve sadece kalelerinin içinden dışarıya ok atıp taş fırlatıyorlardı.

Bir akşam vakti Hz. Ali gözlerden kaybolmuştu. Gelişi gecikince ashâb endişelenmiş ve durumdan Resûlullah’ı da haberdar etmek istemişlerdi:

– Yâ Resûlallah, diyorlardı. Uzun zamandır Ali’yi göremiyoruz! Resûlullah:

– Onu merak etmeyin; o size ait bir işle ilgileniyor, buyurdular.

Bu konuşmanın üzerinden çok zaman geçmemişti ki Hz. Ali çıkageldi. Meğer Hz. Ali, Efendimiz’in çadırını hedef alarak ok atan ve bu okunu da isabet ettiren Azvek adındaki gözüpek Yahudi’nin, yanındaki arkadaşlarıyla birlikte ve gecenin karanlığından istifade ederek Müslümanlara zarar vermek için kale dışına çıktığını görmüş, ava çıkan Azvek’i avlamak için gidip pusuya yatmıştı. Şimdi ise o, Azvek’i öldürüp geliyordu.

Efendiler Efendisi onun ifadelerine dayanarak, Hz. Ali’den kaçan Azvek’in arkadaşlarının peşinden Ebû Dücâne ve Sehl İbn Huneyf’i gönderdi. Onlar da gitmiş ve o gece, diğer fırsatçıları da bulup öldürerek geri gelmişlerdi.

Hurma Ağaçlarının Kesilmesi

Genel karakter itibarıyla Yahudiler, dünya malına karşı aşırı düşkün idiler ve onların bu zaafını bilen Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) de, muhasaranın uzaması üzerine hurma ağaçlarının kesilmesini ve yaptıklarına mukabil onların da evlerinin ateşe verilmesini emir buyurdular. Hâlbuki O, savaş esnasında bile ağaçlara dokunulmamasını emrediyor ve tabiî hayata müdahale edilmemesini istiyordu. Demek ki buradaki maksadı farklıydı; anlaşılan Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), Yahudilerin hurma ağaçları ve evleri konusundaki zaaflarından istifade ederek direnişten vazgeçmelerini hedeflemişti.

Kesim işiyle ilgili olarak görevlendirdiği isimler Ebû Leylâ el-Mâzinî ve Abdullah İbn Selâm, gözde hurmalıklarına girip de onları kesmeye başlayınca kale içinden feryâd ü figân yükselmeye başlayıverdi. Maksat hâsıl oluyordu. Kadınlar çığlığı basıp çoktan elbiselerini parçalamaya başlamış, kendilerini yere atıp dövünerek çığlıklar koparıyor ve etraflarına lanet yağdırıyorlardı.

Onlar da şaşırmışlardı; Muhammedü’l-Emîn’den böyle bir davranışı onlar da beklemiyorlardı. Ancak durum değişmiş ve şimdi göz göre göre hurmalıkları kesilmeye başlanmıştı. Gidişattan rahatsız olanların başında Sellâm İbn Mişkem geliyordu ve bir çırpıda soluğu Huyey İbn Ahtab’ın yanında alacaktı:

– Ey Huyey, diyordu. Salkım salkım acve hurmaları kesiliyor! Hâlbuki bunlar, dikimden itibaren ancak otuz yılda meyve vermeye başlayan ağaçlar!

Huyey de şaşkındı; gözleriyle görmese inanmazdı ama her şey gözü önünde cereyan ediyordu. Onun için önce Resûlullah’a haber gönderdi:

– Yâ Muhammed, diyordu. Yeryüzünde bozgunculuk yapmayı Sen yasaklıyordun; peki bu hurmalıkları niye kesiyorsun?

Onun bu sözleri, ashâb arasında da farklı anlayışların gelişmesine sebep olacaktı. Bir kısmı, bu hareketin bir yanlışlık ihtiva ettiğini düşünüp “Ağaçları kesmeyelim.” derken diğer bir kısmı ise, mala düşkün olan Yahudilerin bu manzarayı görüp de çılgına dönmeleri ve neticede muhasaradan vazgeçmeleri için böyle bir fiile tevessül etmenin daha sağlıklı olacağını düşünüyorlardı. Neyse ki Cibril-i Emîn’in soluğu imdatlarına yetişecek, gelen âyette şöyle denilecekti:

– O kâfirleri kızdırmak için herhangi bir hurma ağacı kesmiş iseniz veya kökleri üzerinde bırakmışsanız bu, hep Allah’ın izniyle ve o yoldan çıkmışları cezalandırmak için olmuştur.4

Demek ki meselenin iç yüzü çok farklıydı ve bütününe muttali olamadığı yerde bir mü’min, konuyu bütünüyle gören liderin söylediklerine itaat etmeliydi. Demek ki mesele, sadece Benî Nadîr’in zayıf noktasından hamle yapıp onları teslime mecbur etmek değildi. Aynı zamanda ümmet-i Muhammed adına bir itaat dersi hüviyeti de taşıyordu. Zaten sonuçları da alınmaya başlanmıştı. Çünkü çok geçmeden Huyey’den ikinci bir mesaj daha gelecekti:

– İstediğini Sana verecek ve yurdundan da çıkıp gideceğiz!

Ancak, şartlar değişmişti ve elbette artık, günlerdir devam edegelen olağanüstü ortamın beraberinde getirdiği hükümler geçerli olacaktı. Onun için Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem):

– Bugün için o şartları kabullenmek imkânsız; yalnız, silahlar dışında develerinizin yüklenebileceği kadar eşyanızı alıp gidebilirsiniz, buyurdu.

Huyey ağırdan alıyor ve Resûlullah’tan, kendileri adına savaş öncesindeki şartları kabullenmesini bekliyordu. Onun bu kadar ağırdan aldığını gören ve daha büyük bir musibete maruz kalacaklarından endişelenen Sellâm İbn Mişkem yine devreye girdi:

– Yazıklar olsun sana Ey Huyey! Bari, daha kötüsü başına gelip çatmadan bu şartları kabul et, dedi.

– Bundan daha kötüsü nasıl olabilir ki, diye mukabelede bulundu Huyey.

– Eli kılıç tutanların hepsi öldürülür; mal ve mülke el konulur ve çoluk çocuk da esir alınır! Hâlbuki bugün malımızın gitmesi bizim için daha ehvendir, diyordu Sellâm.

Ancak, Huyey yine bildiğini okuma taraftarıydı ve iki gün boyunca teklifi kabul etmeye bir türlü yanaşmadı.

Bu arada Benî Nadîr arasında ihtilaflar çoğalmış ve fikir ayrılıkları baş göstermişti. Aralarından Yâmîn İbn Umeyr ve Ebû Saîd İbn Vehb bir araya gelmiş, şunları konuşuyorlardı:

– Allah’a yemin olsun ki, O’nun beklediğimiz peygamber olduğunu sen de biliyorsun. Hiç olmazsa gel, Müslüman olalım da canımızla malımızı kurtaralım!

Kör bir inat uğruna hem ahireti hem de dünyayı kaybetmektense ikisini birden kazanmak kadar akıllıca bir hareket olamazdı ve arkadaşının teklifine diğeri de katılarak o gece gelip Müslüman oldular.

Her geçen gün durumları daha da kötüye giden Benî Nadîr’in baskılarına Huyey de dayanacak gibi değildi ve Allah Resûlü’ne yeni bir haber göndererek, silahlar hariç develerin taşıyabilecekleri kadar yükle yurtlarını terk etme teklifini kabul ettiğini açıkladı. Aynı zamanda bu, muhasaranın da sona erdiğini gösteriyordu.

Sürülme işlemine Muhammed İbn Mesleme mübaşeret ediyordu. Aralarında hâlâ ağır davrananlar vardı ve kendilerinin, Medineli bazı kimselerden alacakları olduğunu ileri sürüp ayak diremek istiyorlardı. Durumdan haberdar olan Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem):

– Öyleyse indirim yapıp peşin alın, buyurarak bu kapıyı da kapatmış oluyordu.5

İçte Hüzün Dışta Şatafat

Derken, istemeye istemeye ve arkalarında sağlam bina bırakmamak için evlerini de yakıp yıkarak Benî Nadîr yurdunu terk etmeye başladılar. Kapı kollarına kadar evlerini yıkmışlardı. Çoluk çocuklarını da alarak yurtlarından öyle ayrılıyorlardı. Ancak dış görünüşleri itibarıyla hiç de sürülmüşe benzemiyorlardı; kadınlar en güzel elbiselerini giymiş, düğüne gidiyor gibi süslenmiş ve hevdeçlere kurularak güle oynaya bir yolculuğa çıkmışlardı. Belli ki, başlarına gelenler karşısında üzüntülerini belli edip de düşmanlarını (!) sevindirmek istemiyorlardı. Müslümanların yoğun oldukları bir mıntıkadan geçerken Ebû Râfi’ Sellâm İbn Ebî Hukayk, devenin üzerindeki çulu kaldırarak:

– Biz bunu, dünyanın iniş çıkışı olarak algılıyoruz; her ne kadar hurmalıklarımızı burada bırakıp gidiyor olsak da biz, Hayber hurmalıklarının arasına gidiyoruz, diye aba altından sopa göstermeyi de ihmâl etmiyordu.

Eşyalarını, tam altı yüz deveye yüklemişlerdi. Kafile kafile geçip giderken def sesleri davullara karışmış, Medine semalarını neşidelerle şenlendirmeye çalışıyorlardı. Arkada bıraktıkları manzara, tam bir ibret vesilesiydi; Allah’ın Resûlü’nü bilip tanımalarına, risalet vazifesiyle serfiraz kılındığını yakînen görmelerine rağmen gerçeği göz ardı ediyor ve yok yere yurtlarını terk edip gidiyorlardı. Medine’yi, görünürde güle oynaya, ancak içleri kan ağlayarak terk eden Benî Nadîr Yahudilerinin ekserisi, Hayber’e gidip oraya yerleşecek ve bundan böyle, Huyey İbn Ahtab, Sellâm İbn Ebî’l-Hukayk ve Kinâne İbn Suveyrâ gibi önde gelenlerinin de aralarında bulunduğu Benî Nadîr, Hayber Yahudilerinin baş konuğu olarak ihtiram görecekti.

Her ne kadar onlar giderken böyle bir tavır sergilese de, beri tarafta Medine’de gizlenmeye devam eden münafıklar bu duruma çok üzülmüşlerdi.

Onlar bırakıp gittikten sonra gelen Cibril-i Emîn, çoğunlukla Benî Nadîr Yahudilerinin ikili davranışlarından, dünya malına karşı tutumlarından, kendilerini güçlü görüp de kalelerinin kendilerini koruyacağı zannıyla karşı çıkışlarından, münafıkların vaadine aldanıp da nasıl bir yanılgı içine düştüklerinden, dışarıdan bakıldığında birlik içinde yaşadıkları zannı veren bu insanların, aslında korku içinde geçen azap dolu yaşantılarından, kendilerini akıllı sanarak çıktıkları yolda akılsızlıklarının altında kalışlarından.. Hasılı dünya adına dünyevî her şeyden mahrumiyet yaşadıklarından bahseden Haşir sûresini getirecek ve bundan sonra söz konusu sûre, aynı zamanda Benî Nadîr sûresi diye de anılacaktı.

Benî Nadîr’in Arkada Bıraktıkları

Ektiğini biçen Benî Nadîr, her ne kadar tahrip olmuş olsa da büyük bir arazi, yanıp yıkılmış evler ve kılıç, kalkan ve zırh cinsinden savaş malzemesi bırakmıştı. Ancak bunlar, göğüs göğüse savaş cereyan edip de elde edilen ganimet cinsinden olmadığı için Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Allah’ın talim ettiği şekliyle hepsini Allah için ayırmış ve tasarruf yetkisinin sadece kendisinde olduğunu bildirmişti.6 Ortalık durulup da insanlar yeniden Medine’ye dönünce Efendimiz, yanına Sâbit İbn Kays İbn Şemmâs’ı çağırdı ve:

– Bana kavmini çağır, dedi. Hz. Sâbit:

– Sadece Hazreç’i mi yâ Resûlallah, diye mukabelede bulununca da:

– Hayır, Ensâr’ın tamamını, buyurdu Allah’ın Resûlü.

Bunun üzerine Hz. Sâbit, Ensâr’ı Resûlullah’ın yanına davet etti. Niye çağrıldıklarını merak ediyorlardı. Çok geçmeden Allah’ın Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), Ensâr’a seslenmeye başladı. Hamd ü sena ile başladı sözlerine, her zamanki gibi. Ardından da, içindekilerle birlikte yurtlarını bırakıp da buraya göç eden Muhâcirler konusunda bugüne kadar yapageldiklerinden dolayı takdirlerini ifade etti onlara. Daha sonra da şunları söylemeye başladı:

– Dilerseniz, Allah’ın Bana verdiği Benî Nadîr mülkünü Muhâcirlerle sizin aranızda da bölüştürebilirim! Ancak Muhâcir kardeşlerinizin elinde ne mal ve mülk ne de oturabilecekleri bir evleri var; onlar, bildiğiniz gibi sizin evlerinizde kalıp imkânlarınızdan istifade etmektedirler! İsterseniz, bunları sadece onlara veririm ve böylelikle de onlar, sizin evlerinizden çıkar ve bundan sonra kendi imkânlarıyla baş başa kalırlar!

Her ne kadar ifadeler yumuşak ve teklif makul gözükse de Resûlullah’ın bu sözleri Ensâr’ı endişelendirmişti. Acaba, kardeşlerini ağırlama konusunda kendilerinde bir kusur mu görülmüştü! Bir aralık göz göze geldiler ve hiç vakit geçirmeden Evs ve Hazreç adına Sa’d İbn Muâz ile Sa’d İbn Ubâde öne çıkarak şunları sıralamaya başladı:

– Yâ Resûlallah! Bilâkis onların hepsini Muhâcir kardeşlerimizin arasında taksim et! Hatta dilersen, bizim mallarımızdan da alıp onlar arasında paylaştır; ancak, onları bizden ayırma ve yine onlar bizimle birlikte kalmaya devam etsinler!

Daha dudaklarından bu cümleler dökülmemişti ki Ensâr’ın bulunduğu yerden şu sesler yükselmeye başladı:

– Evet, biz de aynı şekilde düşünüyoruz; razı olduk ve kabul ettik yâ Resûlallah!

Göz dolduran bir manzaraydı bu; demek ki cemiyet kıvam tutmuş ve davanın istikbale taşınması adına gerekli olan kıvam da yakalanmıştı. Allah ve Resûlü’nü razı edecek bir davranıştı aynı zamanda bunlar. Hizmette en önde koşturanlar ücret söz konusu olduğunda gerilerin de gerisine çekiliyor ve kendi nefislerine başkalarını tercih ediyorlardı. Zaten bu, Allah ve Resûlü’nün istediği bir keyfiyet değil miydi?

İşte bu keyfiyet, semalar ötesini de harekete geçirecek ve Cibril-i Emîn’in getirdiği mesajda Allah (celle celâluhû), onlar için şu ifadeleri kullanacaktı:

– Bunlardan önce Medine’yi yurt edinip imana sarılanlar ise, kendi beldelerine hicret edenlere sevgi besler, onlara verilen ganimetlerden ötürü içlerinde bir kıskanma veya istek duymazlar. Hatta kendileri ihtiyaç duysalar bile o kardeşlerine öncelik verir, onlara verilmesini tercih ederler. Her kim nefsinin hırsından ve mala düşkünlüğünden kendini kurtarırsa, işte felah ve mutluluğa erenler onlar olacaklardır.7

Diller gönülden geçenlere tercüman olmuş; yapılanlar Allah’ı memnun etmiş ve olup bitenlere Resûlullah da sevinmişti. Ellerini açtı ve daha oracıkta:

– Allah’ım! Ensâr’a da, onların çocuklarına da merhamet et, diye dua etmeye başladı.

Bundan sonra da, Benî Nadîr’den arta kalan ve savaşsız elde edildiği için ‘fey’ denilen malları Muhâcirler arasında paylaştırmaya başladı. İstisna olarak Ensâr’dan, imkânları olmadığı için sadece Sehl İbn Huneyf ve Ebû Dücâne’ye taksimde pay verilmişti. İbn Ebi’l-Hukayk’ın meşhur kılıcını da Sa’d İbn Muâz’a vermişti.


Yazar: Dr. Reşit Haylamaz/EFENDİMİZ isimli kitabından alınmıştır.

Dipnot:

  1. Hz. Ebû Bekir olduğu da ifade edilmektedir. Bkz. Vâkıdî, Meğâzî, 1/367; Sâlihî, Sübülü’l-Hüdâ ve’r-Reşâd, 4/322
  2. Yahudiler arasında Azvek adında güçlü bir adam vardı ve bu adamın attığı ok, Efendimiz’in çadırına kadar ulaşmıştı. Bkz. Vâkıdî, Meğâzî, 1/372; Sâlihî, Sübülü’l-Hüdâ ve’r-Reşâd, 4/322
  3. Kuşatmanın altı gece, on beş gün, yirmi gece, yirmi üç gece ve yirmi beş gece sürdüğüne dair farklı bilgiler vardır. Farklı rivâyetler için bkz. Sâlihî, Sübülü’l-Hüdâ ve’r-Reşâd, 4/323
  4. Haşr, 59/5
  5. Henüz faiz hakkında yasaklayıcı hüküm gelmediği için tefecilik yapan Benî Na­dîr’e borçlanan sahabîler vardı. Üseyd İbn Hudayr da onlardan birisiydi; Ebû Râfi’ Sellâm İbn Ebî Hukayk’tan, bir yıllığına seksen dinar borç almış ve bunun karşılığında yüz yirmi dinar borçlanmıştı. Henüz bir yıl dolmadan bu hadise patlak verip de Resûlullah’dan bu sözler şeref-sudûr olunca Hz. Üseyd, ana para olan seksen dinarı ödemek suretiyle borcunu kapatacak ve Ebû Râfi’ de parasını alıp Medine’yi terk edecekti. Bkz. Vâkıdî, Meğâzî, 1/372; Sâlihî, Sübülü’l-Hüdâ ve’r-Reşâd, 4/324
  6. Bkz. Haşr, 59/7
  7. Haşr, 59/9
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.