Ey Resûlüm! Soysuzlara Boyun Eğme! (2)

658

Soysuz, Dedikodu’dan da Beslenir! 

Kur’ân, soysuzların bir vasfını da dedikoducu olarak belirler. Kendi menfaatlerinden başka hiçbir değer tanımayan bu bencil ruhlar, insanları birbirine düşürmek için söz götürüp getirirler. Aradaki sürtüşme ve kavgadan nemalanır, güç devşirir ve bunu kendi hesaplarına sonuna kadar kullanırlar. Halbuki insanî değerlerden azıcık da olsa nasibi olan ve kendisine saygı duyan ve duyulmasını bekleyen bir kimse böyle bir alçaklığa asla tenezzül etmez. Zira Mütenebbi’nin de dediği gibi “Gıybet, dedikodu ancak zayıf ve alçakların silahıdır.”  

Dedikodularla insanların hayatlarını karartmaya kalkışanların cennete giremeyeceği ikazını yapan Allah Resûlü, çeşitli vesilelerle ashâbını bu konuda uyarır. Bir gün onlara “Size en kötülerinizin kimler olduğunu haber vereyim mi?” diye sorar. “Evet, ey Allah’ın Resûlü!’ derler. Bunun üzerine, “Onlar, çıkardıkları ve yaydıkları dedikodularla dostların arasını bozan ve bir de suçsuz insanları ayıplayan/karalayan ve onlara haksızlık edenlerdir.” buyurur.1 O, “Nemmamlığın” insanı götüreceği kötü sona da dikkat çeker ve bütün mü’minleri bu konuda uyarır: 

“Şu iki kabirde yatanlar azap görmekteler. Ama bu azapları çok büyük günahlardan dolayı değildir. Birisi bevlederken kendisini pislenmekten korumazdı, ötekisi de insanlar arasında söz getirip götürürdü.”2

Evet soysuz, ürettiği ve yaydığı dedikodu ve iftiralarla dostlukları, arkadaşlıkları ve akrabalık bağlarını hedefler ve toplumun fertlerini birbirine düşürür; sıla-ı rahimi koparır. Sonra da tefrika ve ihtilafın zayıf ve güçsüz duruma düşürdüğü toplulukları istediği gibi yönlendirir ve idare eder. Saltanatını “Böl, parçala, uyut ve sonra da yut!” stratejisi üzerine kurar ve her geçen gün gücüne güç katar ve kendilerini müdafaa etmekten aciz bıraktığı mustazafların/masumların hakları üzerinde saltanat sürer.  

Soysuz, Hayrın ve Hayırlı Hizmetlerin Düşmanıdır!

Kur’ân, soysuzların bir vasfının da hayra mani olmak olduğunu bildirir: 

{مَنَّاعٍ لِلْخَيْرِ مُعْتَدٍ أَثِيمٍ} “Hayra, hayırlı işlere engel olan, hayırdan insanları alıkoyan, iyiliğe ve yardıma mani olan aynı zamandahak-hukuk tanımayan saldırgan/zalim ve olabildiğince günahkâr kimseye de boyun eğme!” 3

Bu ayete göre soysuz, iyiliğin ve yardımın/yardımlaşmanın amansız düşmanıdır. Her zaman iyilerin ve iyiliklerin karşısına dikilir. Bununla yetinmez bir de saldırgandır. Hayır peşinde koşanları bir eşkiya gibi adım adım takip eder/ettirir ve taraftarlarını üzerlerine saldırtır. Hak ve hukuk tanımadığı gibi mazlum ve muhtaçların hak ve hukuklarının gözetilmesine de müsaade etmez. Gerçek manada insan sevgisinden ve insanlıktan mahrum olduğu için kendi siyasî, iktisadî ve idarî menfaatlerine ters düşebilecek hiçbir hayır oluşumuna müsaade etmez. Tekelcidir; şayet hayır yapılacaksa o da onun emir ve çıkarları/emelleri doğrultusunda müsaade ettiği yer ve kimselere yapılmalıdır. O, yapılacak hayırlar ile muhtaçların maddi-manevi ihtiyaçlarının giderilmesi, toplum fertlerinin kaynaşması ve insanlığın yaşatılması niyetinde değil, bilakis hayırlar üzerinden güç, nufûz ve hakimiyet devşirme peşindedir. 

Bundan dolayıdır ki Kur’ân, namaz kılsa bile, hakiki iyilik ve insan sevgisinden mahrum bu zavallıların varlığına dikkat çeker ve onları şiddetle uyarır: 

“Vay haline o namaz kılanların ki, onlar namazlarının özünden uzaktırlar; halka gösteriş yaparlar ve her türlü hayırdan da insanları meneder, alıkoyarlar!”4

Buna göre gerçek mümin, hem Allah’a hem de insanlığa karşı sorumluluklarının idrakinde olan ve bunları, ihlas ve samimiyetle yerine getiren; kendisi iyilikler yaptığı gibi herkesin de iyilik yapmasına öncülük eden, yardımlaşma ve dayanışmanın önünü tıkayan değil aksine yaygınlaşmasına ve kurumsal ve evrensel bir mahiyet kazanmasına çalışan kimsedir. 

İslam’ın hâkim kılmak istediği üstün ahlak ve insanî ilişkiler ağı budur. Ancak sadece kendi yandaşlarını, menfaatlerini ve siyasî geleceğini düşünen soysuz, Hakk’ın emrettiği maddî-manevî yardımlaşma ve dayanışmaya mâni olur. Yapılacaksa da onu kendi onayına bağlar. Bu yönüyle o, hayrı kendisinin ve destekçileri “mele'”nin politik ve ekonomik çıkarları doğrultusunda kullanır. Dolayısıyla iman ve ibadetleri gösteriş ve nifak olduğu gibi dilindeki din, ahlak ve insanlık kavramları da büyük bir yalandır. Ufkunda “i’lay-ı kelimatullah ve insanlık ailesi” değil kendi yakınları vardır. 

Allah Resûlü, hadislerde  (الجواظ) “Cevvâz” yani “tekelci” olarak nitelendirdiği bu kişilerin cennete giremeyeceğini şöyle belirtir: (لا يَدخلُ الجنةَ الجوّاظُ ، ولا الجَعظَرِيُّ) “Malı, mülkü ve serveti tekelinde toplayan ve ondan başkalarının istifadesine mani olan kimse ile çevresine karşı kaba ve kötü sözlü/bozuk ağızlı kişiler cennete giremez.”5 Dolayısıyla soysuz, hayır hasenât değil servet düşkünüdür. Bunun için o malın üzerindeki Allah ve kul haklarını düşünüp hesaplamaz. Yolsuzluğu yol edindiğinden, helalden mi haramdan mı geliyor, buna da bakmaz. Gelen ve biriken malı, Allah’ın rızası istikametinde, toplum ve insanlık adına mı harcıyor yoksa israf mı ediyor, mevcut birikimle insanlık için ne gibi hayırlar ve yatırımlar yapabilir vs. hiç düşünmez. İşi gücü sadece servetini artırmak, çeşitli vesilelerle onu daima katlamaktır. Servetine duyduğu güveni Allah’a duymaz. Onun için ahiret hayatı üzerine değil, kendisini ebedileştireceğini sandığı serveti üzerine titrer! Meşru ya da gayr-ı meşru çeşitli yollarla elde ettiği mülk ve hakimiyetiyle çevresine karşı iftihar eder. Bu suretle gözleri malda olan ve siyasî ve iktisadî çıkarları için işleri güçleri insanları birbirine tutuşturmak/vuruşturmak olan yağcı hümeze ve lümeze gürûhunu etrafına toplar ve onlara önderlik yapar. Zaten çevresindeki bu gürûhun bütün hedefleri de soysuzun yakınlığına mazhar olup iftira ve koğuculukla/tetikcilikle para kazanmaktır.  

Soysuz, İlahî Sınır da Tanımaz!

Kur’ân’ın, soysuz olarak nitelediği kimselerin bir vasfı da مُعْتَد“, yani saldırgan oluşlarıdır. Hak ve adaleti gözetmeleri çıkarlarına ters düştüğü için onu rafa kaldırdıkları gibi bir de hadlerini aşar, ilahî, ahlakî ve insanî sınırları da hiçe sayarlar. Şahsî çıkar elde ettikleri konumlarını koruma adına her türlü baskı ve zulmü meşru’ görürler. Onlar için düşmanlıkta ya da kendini müdafaada had ve sınır yoktur. Mesele, saltanatlarının bekası meselesi ise gerisi teferruattır. Onlar için hedefe götürecek her yol mübah ve her vesile mübecceldir. Bunun için her türlü zulüm ve düşmanlığı yapar, hak ve adaleti gözetenlere mâni olur, onları suçlar ve gerekirse masumları asi ilan edip hapseder, işkence eder. Sözlü, yazılı ve görsel propagandayla zulmü, adalet diye benimsetir ve milyonları kandırıp peşinden sürükler. Hakkına razı olmaz, hak yemeye haklar çiğnemeye devam eder. Had ve sınır tanımadığından Allah’tan korkmaz; ilahi emir ve yasaklara da uymaz.

Halbuki mü’minler, tevazu ile emrolundukları gibi insanlara karşı muamelelerinde haddi aşmamakla da emrolunmuştur: “Allah Teâla, bana, ‘Birbirinize karşı öylesine alçakgönüllü olun ki, hiçbir kişi diğerine karşı haddi aşıp zulmetmesin. Yine hiçbir kimse, bir başkasına karşı kibirlenip üstünlük taslamasın.’ diye vahyetti.”6 Bu uyarıyı dinlemeyenlerin kötü akibetine dikkat çeken Allah Resûlü, üç kere üst üste “Söz ve davranışlarında ileri gidip haddi aşanlar helak oldu.”7 buyurur ve bu hususta mü’minleri özellikle ikaz eder. Zira “… Allah haddi aşanları doğru yola hidayet buyurmaz.”8 ve “… haddi aşanları da sevmez.”9 Bu zalimler, sözlü ve fiili olarak tevbe edip zulümlerinden vazgeçmez, haddi aşmaya ve soysuzluk yapmaya devam ederlerse, kalplerini de mühürler.10

Soysuz, Alabildiğine Günaha Dalmıştır. 

Kur’ân’ın soysuz olarak tanıttığı kişilerin bir özelliği de أَثِيمٍ olmalarıdır. “Esîm” “günahtan-vebalden çekinmeyen, günah yüklü, günahlardan beslenen, alabildiğince günahkâr” demektir. Günah, bu kişilerin artık tabiatlarının bir boyutu haline geldiği için onu önemsemezler. Sonuçta bu bağımlılık onları Allah’tan koparır, insanlıktan da uzaklaştırır. Ancak onlar bunun farkında bile olmaz. Zaten ayet-i kerimede sadece günahkâr oluşlarının zikredilmesi ve işledikleri günahların ne olduğunun belirtilmemesi, bu sıfatın onlarda kalıcılığını vurgular ve artık günahın, karakterlerinin değişmez bir parçası haline geldiğini gösterir.11

Fısk u fucûrla bütünleşen soysuz ile mü’minlerin günaha karşı tavırlarını karşılaştıran Allah Resûlü, bu farkı bir benzetmeyle çok veciz ifade buyurur: “Mü’min, günahını başucunda bir dağ gibi görür, hemen üzerine yıkılacağından korkar. Günaha alışmış fâcir ise onu burnuna konmuş bir sinek gibi görür ve kovalayınca hemen kaçacak zanneder.”12 Aslında bu kıstas da soysuzları tanıma adına önemli bir ipucudur. Zira hayatın günlük meşgaleleri içerisinde sürçen mü’min, kendisini Hak’tan uzaklaştıracak  hata ve günahlarda ısrar etmez bilakis onları tevbe ve istiğfarla temizler ve yeni sayfa açar. Allah Resûlü’nün “Samimî tevbe eden o günahı hiç işlememiş gibidir.”13 müjdesiyle Rabbine sığınır; yara alan irtibatını tamir eder ve affına doğru koşar. Bu açıdan mü’minin rağbeti daima tevbeye, soysuzun rağbeti ise günahadır. 

Allah Resûlü’nün ifadesiyle günahla bütünleşen ve “Esîm” haline gelen bu kimselerin sonunda kalb ve vicdanı da tamamen tefessüh eder: 

“Günah işleyince kalpte bir siyah nokta hasıl olur. Eğer tevbe edilirse o leke silinir. Günahlara devam edilirse o leke büyür ve kalbin tamamını kaplar.”14 

Kur’ân, bu içten içe çürümeyi dile getirirken şöyle buyurur: “Hayır! Gerçek şu ki onların işlediği kötülükler/günahlar sebebiyle kalpleri/beyinleri pas tutmuş vicdanları tefessüh etmiş, ruhları kararmıştır.15 Bu kötü akibete karşı muttaki/muhsin mü’minlerin vasıflarını sayarken onların temel özelliklerinin hemen tevbe etmeleri ve günahta ısrar etmemeleri olduğunu da özellikle belirtir: 

“O müttakiler ki bir kötülük işlediklerinde veya kendi nefislerine zulmettiklerinde, peşinden hemen Allah’ı anar, günahlarının affedilmesini dilerler. Zaten günahları Allah’tan başka kim affeder ki? Bir de onlar, bile bile işledikleri günahlarda ısrar etmez, o günahları sürdürmezler.”16  

Bunun tam aksine Kur’ân “ashab-ı şimalin” yani amel defterleri sol taraflarından verilecek olan kimselerin söylem, eylem ve kötü akıbetlerini dile getirdiği ayetlerde17 onların günahlarda ısrarcı olduklarını özellikle vurgular: “Çünkü onlar, bundan önceki hayatlarında lüks ve sefahat içinde şımarmış, kendilerini tamamen hazlarına kaptırmışlardı. Üstelik büyük günahları işlemekte pervasızca ısrar ediyorlardı.”18 Dolayısıyla ahiret endişesi taşımayan soysuz, dinî, ahlakî, hukukî ve insanî değerlere sırt çevirdiğinden işlediği günahları, yaptığı zulüm ve haksızlıkları önemsemez ve ebedi kurtuluşu için elindeki ömür sermayesini hoyratça tüketir. Günahkarlığı ile yetinmez bir de çevresindekileri de daha da kullanışlı hale getirmek için onları da günahlarına/zulümlerine ortak eder. Samimi mü’minler ise, Allah Resûlü’nün “Nerede olursan ol, Allah’a karşı gelmekten sakın. Kazara bir kötülük işlersen hemen arkasından iyilik yap ki onu temizlesin…”19 emrine uyar; iyiliklerini arttırmaya çalışır.  Günahı yol bellemiş soysuz ise kötülüğün arkasından yeni bir kötülüğe, her zulmün ardından bir başka zulme yelken açar.

Soysuz, Kabadır/Zorbadır! 

Kur’ân’da mü’minlere tanıtılan soysuzun bir vasfı da “عتل” yani kaba ve zorba  oluşudur: {عُتُلٍّ بَعْدَ ذَلِكَ زَنِيمٍ} “Son derece kaba, katı kalpli, despot, saygısız ve oburdur…”20 Bu kelime, hem lafzı hem de manasıyla oluşturduğu hava ile soysuzun bir çok karakteristik özelliğini deşifre eder. Bunun yerine başka bir kelime kullanılsaydı bu manalar verilemezdi zira bu kelime, aşırı derecede kabalığı ifadenin yanında, çok yiyip içen, obur; doyma bilmeyen, aç gözlü anlamlarına da gelir. Bundan dolayı da insanlar arasında çirkin ve sevimsiz bir tiptir. Onun için Hz. Ebu’d-Derdâ, “Utul” kelimesini “Kötü ahlaklı, çok yiyip içen obur, çok mal biriktiren fakat fakirlerin ve miskinlerin haklarını gözetmediği gibi onların haklarını yiyen, sahip olduklarını başkalarıyla da paylaşmayan cimri kimse.” diye tarif eder. Bu açıdan terim, soysuzu tam olarak deşifre eden bir kelimedir: Zorba, saygısız, önüne geleni çarpan, muhataplarına ölçüsüz ve yakışıksız sözleri rahatlıkla söyleyen, acımasız, ikiyüzlü, despot bir paranoyaktır. Ancak güce ve güçlüye tapar hale gelen bir topluluk, artık aşağılanmayı da iltifat kabul edeceğinden ondan şikayetçi değil, bilakis memnundur! 

Allah Resûlü, bir gün yanında bulunan bir topluluğa, “Size cennet ehlinin kimler olduğunu haber vereyim mi?” diye sorar ve ardından da şöyle buyurur: ‘Onlar her zayıf ve zayıf görülüp horlanan kimselerdir. Hatta onlar Allah’a yemin etseler, Allah onları yeminlerinde hanis kılmaz yani yeminlerini yerine getirir. Bir de size cehennem ehlinin kimler olduğunu bildireyim mi? Onlar, her kaba/zalim/despot ve obur, aynı zamanda servet biriktiren ve ihtiyaç sahipleriyle, Allah’ın kendisine verdiği bu nimetleri paylaşmayan kibirli/gururlu kimselerdir.”21 buyurur ve böyle bir kimsenin cehenneme doğru yuvarlanacağını haber verir. Dolayısıyla sahip oldukları bu özelliklerle baş aşağı cehenneme doğru giden soysuzlarla iş birliği yapmak mü’minlere kesin olarak kaybettireceğinden, onlardan uzak durulması, asla iş birliği yapılmaması gerektiği, Allah Resûlü’nün zatında bütün müminlere ders verilir. Zira bu zalimlere yakın durulması, fert ve toplumun zihninde onları aklar; bu özelliklerinin fark edilmesini perdeler hatta onlara güven duyulmasına sebebiyet verir. 

Soysuz, “Zenîm”dir!

İşte bütün bu vasıfları kendisinde toplayan kimseye dense dense ancak “zenîm” denir: ({عُتُلٍّ بَعْدَ ذَلِكَ زَنِيمٍ}) “Üstelik sadace kaba ve zorba değil bir de zenîm’dir.” Zenîm, yaptıklarıyla her türlü kötülüğün sembolü haline gelmiş, rezilliği bir marifet kabul eden haysiyetsiz, şerefsiz, karaktersiz, aşağılık, asalak, sahtekâr, fırıldak ve alçak kimse demektir. Bu haliyle zenîm, ihtiraslarına esir düşmüş, hayırsız ve dalkavuk bir tiptir. Kötülükleriyle ün salmış olmasına rağmen bundan hiçbir rahatsızlık duymayan zalim, hayasız, yüzsüz ve pişkin bir karakterdir. 

Allah Resûlü’nün cennete giremeyeceğini belirttiği22 bu kişilerin, kimler olduğu kendisine sorulunca şöyle buyurur: “Zenîm, sağlığı yerinde, yaratılışı güçlü fakat helal haram demeden bulduğunu yiyip içen, sahip olduğu güç ve hakimiyeti insanlara zulmetmede kullanan bir alçaktır.23 Farklı zaman ve vesilelerle kendisine yazık eden bu zavallının kötü akibetine dikkat çeken Efendimiz (aleyhissalatü vesselam), semanın bile onun Allah’a karşı bu isyanları karşısında ürperdiğini ve ağladığını belirtir: 

“Sema, Allah’ın yaratılışını tastamam yaptığı, karnını doyurduğu, dünyada kendisine mal ve büyük mülk verdiği halde bunları kötü yolda kullanıp insanlara alabildiğine zulmeden her kaba/despot ve soysuz zalimin başına geleceklerden ağlar.”24 

Fakat bu tiplerin mal, mülk ve hakimiyet hırsı o kadar gözlerini kör etmiştir ki yaptıkları zulüm ve haksızlıkları hiç önemsemezler. Bunların, içinde yaşadıkları toplumda bir ağırlıkları olsa bile, mizanda tartıldıklarında bir arpa tanesi kadar bile ağır gelmeyeceklerdir. Bir melek, tek tutuşta bunlardan yetmiş bin kişiyi cehenneme fırlatacaktır.25 

Sonuç 

Kur’ân, Allah Resûlü’nü ve müminleri, düşmanlığa kilitlenmiş müşrik, kafir ve münafıklara karşı “boyun eğme” diyerek uyardığı gibi26 “alçak ve soysuzlara” karşı da uyarır. Bu paranoyak kişilikler bütün bu gruplar içinde bulunabileceği gibi Müslüman toplumların içinden de bulunabilir. Kur’ân bu ayetleriyle isim vermeden ve belli bir kimseye hakaret etmeden, sadece bazı vasıflar üzerinden bir milletin ya da topyekûn insanlığın başına bela olabilecek alçaklara/soysuzlara karşı mü’minleri ikaz eder. Böyle bir şahıs ya da gürûhun günah ortağı olmamaları için temel özellikleriyle onu/onları tanımlar, deşifre eder. 

Konu fena huylar, kötülükler ve alçaklıklardan sakınmak ve onların sembolü haline gelip de o yola sevk edebilecek kimselerin peşine takılmamakla ilgili ahlakî ve sosyal bir mesele olunca çok renkli, ve zengin bir dil kullanır; muhtevayı tam yansıtabilecek, dikkat çekecek ve müminler üzerinde tesirli olabilecek yani irşadın hakkını verecek alışılmışın dışında farklı bir üslup ortaya koyar. Elmalı Hamdi Yazır’ın ifadesiyle “Kur’an o kötülük ve zulüm sembollerine itaat etmemeyi emrederken, tertibinin güzellik ve inceliğine bir leke kondurmamak üzere onları, her birinin sırasıyla çok beğenip takındığı şatafatlı bir tavır ve eda içinde deste deste mimliyerek süzgeçten geçirir ve bunlara uyanların, hepsinden daha aşağılık konuma düşeceğini göstermek üzere de “soysuz”u hepsinin sonuna takarak tümünü birden fırlatıp atıverir.”27  

Dolayısıyla müminlerin bu sıfatlardan uzak durmaları gerektiği gibi bu vasıflarla muttasıf kimselere karşı da dikkatli ve uyanık olmalı ve asla peşlerinden sürüklenip soysuzların tarafı/yandaşı olmamalıdırlar. Aslında imanlı, akıllı ve basiretli bir insanın böyle bir fert ya da gürûha itaat etmesi/boyun eğmesi düşünülemez. Fakat yine Kur’ân’ın beyanıyla, “Servet ve hanedan sahibi diye.”28 onun yakınlığından maddi-manevî istifade etmek ya da şerrinden emin olmak için insanlar, kendisine yaklaşabilir hatta taraftarı bile olabilir. Fakat her iki durumda da ona yakın durup yağcılık yapmayı uygun görenler zamanla onlara benzer onlar gibi olurlar. Zira soysuzluk hastalığı bulaşıcıdır. Bundan dolayı mü’minler, onları hakkıyla tanıyamayıp bir irtibat kurmuşlarsa bu özelliklerini fark ettikleri anda onlarla yollarını ayırmalıdır.

Dipnot:

  1. Ahmet İbn-i Hanbel, Müsned, VI/459 (27599); Heysemi, Zevâid, VIII/96)
  2. Buhârî, Vudû’ 55; Müslim, Tahare 34/111 (292)
  3. Kalem Sûresi, 68/12
  4. Mâûn Sûresi, 107/5-7
  5. Ebu Davud, Edeb 8
  6. Müslim, Cennet 17/64 (2865); Ebu Davud, Edeb 48
  7. Müslim, İlim 4/7 (2670); Ebû Davud, Sünnet 6 (4609)
  8. Mü’min Sûresi, 40/28
  9. A’raf Sûresi, 7/55
  10. Bkz. Yunus Sûresi, 10/74
  11. Bkz. Elmalılı Hamdi Yazır, Kalem Sûresi 12. ayetin ayetin tefsiri
  12. Buhârî, Daavât 4 (6308); Tirmizî, Sıfatu’l-Kıyâme 49
  13. İbn Mâce, Zühd 30
  14. Tirmizî, Tefsîr 74; İbn Mâce, Zühd 29
  15. Mutaffifîn Sûresi, 83/14
  16. Âl-i İmrân Sûresi, 3/135
  17. Bkz. Vâkıâ Sûresi, 56/41-56
  18. Vâkıa Sûresi, 56/45, 46
  19. Tirmizî, Birr 55
  20. Kalem Sûresi, 68/13
  21. Buhârî, Tefsir 68/1; Müslim, Cennet 14/46, 47
  22. Bkz. Ahmet İbn Hanbel, Müsned, (17993)
  23. Ahmet İbn-i Hanbel, Müsned, (17991, 18020); Heysemî, Zevâid, VII/131; İbn-i Hacer, Fethu’l-Bârî, VIII/531)
  24. Taberî, Kalem Sûresi 13. ayetin tefsirinde
  25. Bkz. Taberî, Kalem Sûresi 13. ayetin tefsirinde
  26. Bkz. En’am Sûresi, 6/116; Furkan Sûresi, 25/52; Ahzab Sûresi, 33/1, 48; İnsan Sûresi, 76/24
  27. Bkz. Elmalılı Hamdi Yazır, Kalem Sûresi, 13. ayetin tefsirinde
  28. Kalem Sûresi, 68/14
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.