Aleyhteki Kampanya Genişliyor

207

Artık Kureyş, işin dozunu her geçen gün daha da artırıyor ve insanları Allah Resûlü’nden uzaklaştırabilmek için her türlü yola başvuruyordu. Ağza alınmadık sözler sarfediyorlar, gün yüzü görmemiş yalanlara tevessül ediyorlardı! Bütün bunlarla onlar, Müslümanların kuvve-i maneviyelerini sarsmak; hakaret ve karalamalarla küçük düşürmek ve Müslüman olmayanları da korkutarak O’na ulaşmalarını engellemek istiyorlardı.

Velîd İbn Muğîre’nin evindeki plan, istedikleri gibi netice vermeyince artık akıllarına geleni yakıştırır olmuşlardı. Önlerine gelene istedikleri cümleleri savuruyorlardı. Topyekûn bir karalama kampanyasıydı bu. Ağzı laf yapan hemen her Mekkeli, etrafına topladığı kalabalıklara hitap ediyor ve böylelikle aleyhte bir kamuoyu oluşturmaya çalışıyordu.

Bunun için de, öncelikle Allah Resûlü’nün şahsını hedef almışlardı; bir gün ‘mecnûn’, başka bir zaman ‘sihirbaz’, bir başka gün ‘yalancı’ ve akıllarına estiği diğer bir gün de ‘şâir’ diyor ve kendilerince Efendiler Efendisi’ni alaya alıyorlardı. Bazen:

– Bu nasıl peygamber ki, çarşı-pazarda yürüyüp yemek yiyor,[1] diyerek burun kıvırıyor, zaman zaman da:

– Bu Kur’ân, şu iki beldede bulunan büyük şahsa gelmeli değil miydi,[2] gibi kuruntularıyla, sanki Allah’ın rahmetini kendileri taksim ediyormuşçasına bu konudaki tercihi de kendileri yapmak istiyorlardı. Halbuki, bu işin yegâne sahibi de Allah’tı ve O (celle celâluhû), risalet vazifesiyle kimi serfiraz kılacağını da çok iyi bilirdi.[3]

– Siz de bizim gibi bir beşersiniz, diye de Resûlün, kendi cinslerinden bir varlık olmasını garipsiyorlardı. Halbuki risaletin kemali için, gelen peygamberin de muhataplar cinsinden olması gerekiyordu ve Allah (celle celâluhû) da, risalet vazifesini kulları arasından dilediğine verir ve böylelikle ona ihsanda bulunurdu.[4]

Gün geliyor, hevâlarına tâbi akıllarına başka bir düşünce hakim oluyor ve peygamberin yalnızlığını gündeme getirerek:

– O’nunla birlikte bir melek indirilseydi de yanında kendisine yardımcı olsaydı ya! Yahut büyük bir servete konsaydı da içinde her türlü yiyeceğin olduğu cennet gibi bir bahçesi olsaydı,[5] diyorlardı.

Bütün bunların temelinde, risalet gibi önemli bir vazife için Allah Resûlü’nün tercih edilişini kabullenememe, toplumsal baskı, taassup, haset, inat, korku, gurur ve kibir gibi şahsi problemleri yatıyordu.

Küfrün kuralı yoktu ve çok geçmeden yönlerini Kur’ân’a çevirdiler. Kimi zaman ‘eskilerin masalları’, bazen ‘faydasız ve süslü söz’, akıllarına estiğinde ‘şeytan veya cin sözü’ ve zaman zaman da ‘beşer sözü’ yakıştırmasında bulunuyor ve böylelikle, Allah kelamının insanlar üzerindeki tesirini kırmak istiyorlardı.[6]

Mekke’de kılıçlar çekilmeden önce, kelimelerin savaşı olanca hızıyla devam ediyordu. Bir taraftan kendi yandaşlarına:

– Şu Kur’ân’a kulak asmayın! Onun karşısında bir üstünlük sağlayabilmeniz için sürekli karışıklık meydana getirin,[7] diyerek anarşiyi körüklüyor, diğer yandan da suret-i haktan gözükebilmek için akla gelmedik hilelere tevessül ediyorlardı. Kelime oyunlarının her türlüsüne başvuruyor ve karşılarındakileri devre dışı bırakabilmek için akla hayale gelmedik oyunlar oynuyorlardı. O kadar ki, belli bir dönem iman etmiş gibi görünmeyi yeğliyor, ancak aradan biraz zaman geçtikten sonra yeniden küfrünü ilan ederek, sanki aradığını bulamamış bir insan rolü oynamaya çalışıyor; kendi saflarındakilere moral olmaya çalışırken Efendiler Efendisi ve O’nunla birlikte olanların kuvve-i maneviyelerini çökertmek istiyorlardı.[8] Bu ne gariplik ki, üstlerinde dalâlet ve küfrün en koyu tonunu taşıdıkları halde Müslümanlara aynı sıfatları yakıştırmaya çalışıyor, en masum insanları dalâletle itham etmek istiyorlardı.

İşi daha da ileri götürenler vardı; Kureyş’in şeytanı olarak da bilinen Nadr İbn Hâris, Hîre’den yeni gelmişti. Bu adam, zaman zaman uzak ülkelere gider, melik ve krallarla aynı meclisleri paylaşır ve böylelikle farklı kültürlere ait bazı bilgilere sahip olurdu. O günkü Mekke düşünüldüğünde kısaca Nadr, genel kültürün çok üzerinde bir bilgiye sahipti. Onun için, Resûl-ü Ekrem Efendimiz ne zaman İslâm’ı anlatmak için bir meclise gelse, hemen arkasından o da gelir ve insanlara:

– Vallahi de ey Kureyş topluluğu! Ben, O’ndan daha güzel konuşuyorum! Hem, hangi özelliği var ki Muhammed, benden daha iyi konuşsun, diyerek böylelikle, Efendiler Efendisi’nin etkinliğini kırmaya çalışırdı.[9]

Aynı Nadr bir gün, bir cariye satın almış ve bu cariyeyi, İslâm’ı tercih etme kertesine gelenleri yolundan çevirme maksatlı kullanıyordu. Allah Resûlü’nün hanesine yönelen herkesin yolunu kesip bu cariyesine teslim ediyor ve izzet ü ikramın en güzeliyle kendisine iltifatta bulunmasını tenbihleyerek İnsanlığın İftiharı ile görüşmesine engel olmaya çalışıyordu.[10]

Küfür bu ya, akla hayale gelmedik ve kapağı açılmadık yeni yeni yöntemlerle, her gün yeni bir yüzle kendini gösteriyor ve bütün bunlar, o günün gündemini oluşturuyordu. Efendiler Efendisi’yle karşılaştıklarında olmadık isteklerde bulunuyor ve sanki iman edeceklermiş gibi rol yaparak kafa karıştırmak istiyorlardı. Peygamberliğini ispat edebilmesi için bazen merdiven dayayıp gökyüzüne tırmanması gerektiğini ileri sürüyor, bazen de cennete uzanıp da onun meyvelerinden kendilerine mükellef bir sofra kurması gerektiğini söylüyorlardı. Hoş, bütün bunları yerine getirse de inanacak değillerdi; bütün bunları, sadece diyalektik malzemesi olarak kullanıyor, kendilerince gönül eğlendiriyorlardı!
İnançları sarsık, varlığa bakışları miyop, karekterleri kaypak, ufukları çıkmaz ve akılları da nefislerinde tutsaktı. Bile bile imandan kaçıyorlardı! Büyük çoğunlukla, kendilerini ilah görüyor, yaptıkları her yanlışı birer fazilet eseri olarak göstermeye çalışıyorlardı.
Velhasıl, bugüne kadar içinde bulundukları durumun yanlışlığını bir türlü kabullenemiyor ve “Biz yanlış yapıyormuşuz!” deme faziletini gösteremiyorlardı. Tabii ki bu, büyük bir fazilet nişanesiydi ve o gün için onların çoğu, bu fazileti ortaya koyacak konumda değillerdi.
Onun için de, yanlışlıklarını dile getirenleri en büyük düşmanları olarak niteliyor ve kendilerine topyekûn savaş ilan ediyorlardı.

Neyse ki, mü’minlerin Allah’ı, inananların yanında Resûlullah vardı… Müşriklerin olabildiğince yaygın ve kuralsız yüklenmelerine karşılık Kur’ân, gelen her yeni ayetiyle mü’minleri kuşatıyor ve hakkı temsil eden duruşlarında sebat etmeleri gerektiğini hatırlatıyor; Resûl-ü Kibriyâ da, her fırsatta ashabıyla bunları paylaşıp imanlarını takviye ediyordu. Hayırlı işlerin çok muzır mânilerinin bulunduğu, şeytan ve şeytani düşüncenin, hayır yolunu tercih edenlerle sürekli uğraşacağı haber veriliyor ve böylelikle, daha onlar planlarını ortaya koymadan mü’minlerin mevzi almaları temin ediliyordu. Sıklıkla, önceki ümmetlerden misaller veriliyor ve Hak adına yol almanın kolay olmadığı vurgulandıktan sonra neticenin, mutlaka inanan ve hayatını takva ölçülerine göre şekillendirenler lehine gelişeceği ortaya konuluyordu.

Bazen de gelen ayetler, öncelikle ve bizzat Allah Resûlü’nü teselli ediyor ve:

– Onların iddia olarak ortaya koyup söyleyegeldiklerinden dolayı Senin sadr u sinenin daralıp canının sıkıldığını biliyoruz; ama Sen, Rabbini hamd ile tenzih etmekten geri durma ve hep, yüzünü yere koyup secde edenlerle beraber ol! Sana ölüm gelip çatıncaya kadar da, Rabbine ibadetten ayrılma,[11] şeklindeki emirlerle sükûnet telkininde bulunuyordu. Başka bir zaman:

– Seninle alay edip duran o küstahların hakkından Biz geliriz! Onlar ki, Allah yanında başka ilahların peşinden gitmeyi tercih ediyorlar; halbuki yarın, her şeyi ayân-beyan görüp bilecekler,[12] diyor ve son gülenin, kendileri olacağının müjdesini veriyordu. Muştuyu veren Allah olduktan sonra O’na güvenmemek olur muydu! Zaten yaşadıkları her hadise, kendilerini bir adım daha Allah’a yaklaştırıyordu. O da, adeta başlarını okşayıp sırtlarını sıvazlarcasına merhametini hissettiriyor ve:

– Senden önce de nice peygamberler böyle alaya alındılar; ama unutma ki çok geçmeden, o alay edip durdukları hususlar, birer realite olarak kendi başlarına gelip dört bir yandan kuşatıverdi de perişan oldular,[13] diyerek bunu, okunan Kur’ân ayeti olarak önlerine koyuyordu. Zira bu türlü karşı çıkmalar, aslında şahıslara değildi; müşrik ve kâfirlerin asıl derdi, Allah davasını etkisiz hale getirmek ve yeryüzünden Allah’ın adını silmekti. Sebep planında önde göründükleri için onların hışmından mü’minler nasibini alıyorlardı; ama O’nun için çekilen bu sıkıntıların mükâfatı da büyük olacaktı. Habîb-i Ekrem’ini teselli ederken Yüce Mevla:

– Onların, Senin hakkında ileri geri konuşup da Seni yalanlamalarının Seni ne kadar üzdüğünü elbette biliyoruz; aslında onların hedefi Sen değilsin; onlar Seni yalanlamıyorlar; o zalimler, bile bile Allah’ın ayetlerini inkâr ediyorlar. Senden önce de nice peygambere aynı yaftalar takılmak istendi de onların hepsi, aleyhlerinde çevrilen bütün tuzaklara rağmen Allah’ın inayeti yetişip onları kucaklayacağı âna kadar dişini sıkıp sabretti,[14] ifadelerini kullanacak ve bütün bunların ardında, nusret-i ilâhî olduğunu ortaya koyacaktı. Ne büyük şefkat! Ne büyük iltifat! Ve ne büyük teselli!


[1]Bkz. Furkân, 25/7
[2]Bkz. Zuhruf, 43/31
[3]Bkz. En’âm, 6/124
[4]Bkz. İbrâhîm, 14/10, 11
[5]Bkz. Furkân, 25/8
[6]Konuyla ilgili detay bilgi için bkz. Haylamaz, Reşit, Güller ve Dikenler, 1/206 vd.
[7]Bkz. Fussilet, 41/26
[8]Zürkânî, Menâhilu’l-İrfân, 2/296
[9]Kurtubî, el-Câmi’ li ahkâmi’l-Kur’ân, 14/47
[10]Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, 4/335
[11]Bkz. Hicr, 15/97, 98, 99
[12]Bkz. Hicr, 15/95, 96
[13]Bkz. En’âm, 6/10
[14]Bkz. En’âm, 6/33, 34

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.