İnsanların İslâm’la Tanışmalarını Engelleme Çabaları

192

Bu arada hac mevsimi yaklaşmış, Kureyş’i ayrı bir telaş almıştı. Şüphesiz en çok endişe ettikleri konu, dışarıdan Kâbe’ye gelenlerle Efendiler Efendisi’nin görüşmesi ve gelen ayetleri onlara da anlatıp tebliğ etmesiydi. Ne yapıp edip, mutlaka buna bir çözüm bulunmalı ve hac için O’nun gelenlerle konuşması engellenmeli; en azından konuşsa bile konuştuklarına itibar edilmeyecek kadar aleyhinde propaganda yapılmalıydı. Bu meseleyi çözmek için, tek gündemle Velîd İbn Muğîre’nin evinde bir araya geldiler. Maksatları, insanlarla Efendiler Efendisi’nin arasına girip tebliğ yapmasına engel olmak ve yeni mesajların kalplerde neşv ü nema bulmasının önüne geçmekti.

Yaşlı ve tecrübeli Velîd söze başladı:

– Ey Kureyş cemaati! Biliyorsunuz ki hac mevsimi gelip çattı; gruplar halinde Arap toplulukları buralara gelecekler! Şu adamınızın durumunu da biliyorsunuz! O’nunla ilgili olarak, bir fikir üzerinde ittifak edin de; yarın aranızda farklı görüş ve uygulamaya mahal verilmesin! Yoksa, biriniz diğerinizi yalanlar, arkadaşını nakzeden bir hareket yaparsa, güvenirliliğiniz ortadan kalkar.

– Önce sen ey Abdişems’in babası! Sen bize bir şeyler söyle ve yol göster ki, onun etrafında konuşalım, dediler. Velîd onlardan bu cevabı bekliyordu ve:

– Bilâkis, önce siz bir şeyler söyleyin de ben dinleyeyim, diye ısrar etti.

– O’na, ‘Kâhin’ diyelim.

– Hayır! Vallahi de bu asla tutmaz! Çünkü O, kâhin değil; biz ne kâhinler gördük! O’nunki asla, kâhinlerin yaptıkları gibi öyle işitilmeyecek, gizli veya kafiyeli söz değil ki!

– O zaman, ‘mecnûn’ diyelim.

– O, mecnûn da değil! Biz ne mecnûnlar, ne deliler görüp tanıdık; bu hiçbirine benzemiyor! O’nda ne boğulacak gibi bir hâl, ne aklının karışıklığı nedeniyle sağa sola yalpalayarak yürüme ne de bir vesvese görebiliyoruz!

– Öyleyse, ‘şâir’ diyelim.

– O, şâir de değil ki! Şiirin kafiyesini, ahengini, rengini ve musikisini biz iyi biliriz; O’nun söyledikleri şiir de değil!
– Peki, öyleyse ‘sihirbaz’ diyelim.

– İşin garibi O, sihirbaz da değil! Bizler, ne sihirbazlar gördük, ne sihirlere tanıklık yaptık. Bunda, ne onların üfleyip okumaları ne de düğüm düğüm üstüne bağladıkları var!

Akıllarına gelen bütün alternatifleri sıralamış, ama bir türlü mesafe katedememişlerdi. Anlaşılan bu ihtiyara da bir şey beğendirmek mümkün değildi. Bu kadar lafı uzatıp kendilerini uğraştıracağına, kestirmeden kendi kafasındakini söyleyiverseydi sanki ne olurdu. Onun için aralarından bazıları:

– Peki, senin fikrin ne ey Ebû Abdişems, diyerek meseleyi kısa tutmak istiyordu. Ancak, onun da diyebileceği pek bir şey yoktu:

– Bana biraz mühlet verin de düşüneyim, dedi ve uzun uzun düşünmeye durdu. Bir türlü aklına çözüm gelmiyordu. Biraz önce konuşulanlar arasındaki alternatifleri geçirdi zihninden bir bir. Evet, bunlardan birisi tutabilirdi! Döndü cemaate ve şunları söyledi:

– Yemin olsun ki, O’nun sözlerinde ayrı bir tat, bir cazibe var; kökü sağlam ve bol ve bereketli meyveye gebe! Bu konuda siz ne söylerseniz söyleyin, doğru olmadığı çabuk anlaşılır. Söyledikleriniz arasında O’nun için en yakın olanı, ‘sihirbaz’ kelimesidir; öyle bir söz söylüyor ki, onunla baba ile oğulun; adam ile karısının ve insanlarla kabilelerinin arasını açıyor.

Yaşanılan bu olayı da, bütün yönleriyle anlatıp gelecektekilere örnek olabilmesi için yine Cibril-i Emîn gelecek ve şu mealdeki ayetleri getirecekti:

– O düşündü, ölçtü ve biçti.

Kahrolası, nasıl da ölçtü biçti!

Hay kahrolası! Nasıl, nasıl da ölçtü biçti?

Sonra baktı. Derken, suratını astı ve kaşlarını çattı. Arkasından da sırtını döndü ve kibirinden kabardıkça kabardı. Daha sonra da arkasına bakmadan çekip gitti ve:

– Bu, dedi. Büyücülerden nakledilen büyüden başka bir şey değildir! Bu, beşer sözünden başka bir şey değildir![1]

Velîd’in dediği gibi başka denilebilecek bir şey yoktu ve bu kavil üzerinde ittifak ederek meclisten ayrıldılar. Artık, genel politika belli olmuş ve Efendiler Efendisi’ni toplumdan tecrit etmek için başvurulacak müşterek bir yöntem üzerinde ittifak edilmişti. Bundan sonra her biri, aynı dili konuşacak ve yalanda ittifak ederek bile bile Allah Resûlü’nü karalama yarışına girişeceklerdi. Bugünkü anlamda bu, aynı yalan haberi bütün medyaya aynı anda servis yapma gibi bir hadiseydi.

Günler gelip de hacılar akın akın Mekke’ye yöneldiğinde, her köşeyi tutan bir Kureyşli, misafirleri karşılıyor ve her biri de konuyu Efendimiz’e getirerek –inanmasalar bile– O’nun sihirbaz olduğunu söylüyordu. Böylelikle insanların, O’nun yanına gelmelerini engellemiş ve semavî mesajın kendilerine ulaşmasının da önüne geçmiş olduklarını sanıyorlardı.[2]

Beri tarafta ise, Allah Resûlü’nün üzerine yine vahyin ağırlığı çökmüş; Cibril-i Emîn yine yeni bir mesaj getiriyordu. Gelen ayetlerde Cenab-ı Mevlâ, bu sinsi plandan haber vermişti. Allah Resûlü’nün aleyhinde komplo kurarken onların içinde bulundukları ruh hâletini teker teker ortaya dökerek, bu işi tezgahlayanlar ve bilhassa Velîd İbn Muğîre hakkında şunları söylüyordu:

– Sen onu bana bırak! Tek olarak yarattığım, sonra çok çok mal, servet ve etrafında dolaşan oğullar verdiğim, her türlü imkânı önüne serdiğim o adamın hakkından ben geleceğim![3]

Doğru ya, bir de bu işin yarını vardı. Ancak bugünden yapılması gerekenler, atılması gereken adımlar olacaktı. Herkes, kendince bir gayretin içindeydi ve bütün bu gayretlerin sonunda, Allah adına adım atanların sonuca gitmesi gerekliydi. Onun için Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), hac mevsimi gelip de insanlar akın akın Mekke’ye yönelince, Ukâz, Mecenne ve Zilmecâz panayırlarını daha bir hızla dolaşacak ve karşılaştığı herkese:

– Ey insanlar! Gelin, siz de ‘lâ ilâhe illallah’ deyin ve siz de kurtulun, diyerek Rabbinin adını duyurmaya çalışacaktı.

Kureyş’in bütün çabalarına ve Ebû Leheb’in adım adım takip ederek yaptıklarını yıkmaya çalışmasına rağmen hac mevsimi gelip gidecek ve geri dönenlerin zihninde sadece Allah Resûlü’nün mesajı ve gökler ötesinden getirdiği haberleri canlı kalacaktı. Zira, Mekke’de görüp duydukları tek yenilik buydu ve bu, sadece Mekke’yi değil, bütün dünyayı değiştirecek çapta bir yenilikti.


Dipnotlar:
[1] Bkz. Müddessir, 74/18-25
[2] Bkz. İbn Hişâm, Sîre, 2/105
[3] Bkz. Müddessir, 74/11-30. Velîd İbn Muğîre’nin on oğlu vardı. Hudeybiye’den sonra Müslüman olacak olan Halid bin Velîd de bunlardan birisiydi.

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.