Doğumu-Nesebi
Hz. Ömer (radıyallahu anh), meşhur Fil Vak’ası’ndan 13 yıl sonra doğmuştur. Asıl adı Ömer b. Hattâb b. Nüfeyl b. Abdiluzza b. Reyâh b. Abdillah b. Kurt b. Rizah b. Ady b. Kâ’b b. Lüeyy b. Gâlibi’l-Kureşî. Künyesi ise Ebû Hafs’dır. Kureyş kabilesinin Mahzûm oymağına mensub olan Hz. Ömer’in annesinin adı Hanteme binti Haşim’dir.
Şemâili
Hz. Ömer (radıyallahu anh), uzun boylu, iri cüsseli, beyaz tenli, alnı geniş, bıyıkları uzun ve saçları dökük birisiydi. Çocukluğunda deve çobanlığı yapan Hz. Ömer, gençliğinde neseb ilmi, silah kullanma gibi Araplarca şerefli işler arasında kabul edilen şeylerle meşgul oluyordu. Hz. Ömer aynı zamanda çok iyi bir hatipti.
Ailesi
Hz. Ömer, 8 erkek 4 kız çocuk babasıdır. Oğulları arasında Abdullah, Abdurrahman, Âsım, İslâm tarihine çeşitli özellikleri ile mâl olmuş meşhur kişilerdir. Abdullah, hadîs ve fıkhı; Âsım, ilim, fazilet, zühd ve takvası ile meşhurdur. Kızlarından Hz. Hafsa ise Hz. Peygamber ile evlenme şerefine nâil olarak, bütün mü’minlerin annesi olma unvanını kazanmıştır.
Hz. Ömer’in Lâkabı
Hz. Peygamber’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Allah’ım, Ömer b. Hattâb veya Ebû Cehil’den senin nazarında sevimli olanı ile İslâm’ı güçlendir.”1 duasının mazharı olan Hz. Ömer’in lâkabı “Fârûk”tur. Fârûk, hak ile bâtılın arasını ayıran demektir. Hayatını bu çizgi üzerinde hiç sapmadan sürdüren Hz. Ömer’e bu lâkab, bizatihi İnsanlığın İftihar Tablosu Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) tarafından verilmiştir.
Hz. Ömer’in Müslüman Oluşu
Abdullah b. Mes’ûd’a “Cevâhir kadrini, cevher-fürûşân olmayan bilmez.” fehvâsınca “O Müslüman olduğundan beri hep izzetli olmuşuzdur.” sözünü söyleten Hz. Ömer’in İslâm’a girişi şöyledir: Hz. Ömer, bir gün kılıcını kuşanarak Resûl-i Ekrem Efendimizi öldürme niyetiyle yola çıkar. Yolda Nuaym b. Abdullah ile karşılaşır. Nereye gittiğini soran Nuaym’a niyetini söyler. Nuaym, “Muhammed’i öldürdüğün takdirde, Benî Zühre ve Benî Haşim kabilelerinden kendini nasıl koruyacaksın?” der. Bu söz, Ömer’in niyetinde bir değişiklik meydana getirmez. Hatta “O, babalarının dinini terk etti, sâbii oldu!” diye karşılık verir. Bunun üzerine Nuaym “Ömer, sana bundan daha garibini söyleyeyim mi?” der ve ilave eder: “Enişten ve kız kardeşin de dinlerini değiştirdiler.” Bu sözleri işiten Hz. Ömer öfkeli bir hâlde yolunu değiştirerek, kız kardeşinin evine gider. O arada Habbâb b. Eret, evde yeni nâzil olan Tâhâ sûresini tâlim etmektedir. Ömer’in gelişini duyan kız kardeşi Fatıma ve beyi Saîd b. Zeyd, Habbâb’ı saklarlar, Kur’ân parçalarını da bir yere gizlerler.
Dışarıdan sesleri duyarak içeri giren Ömer, kız kardeşine, işittiği seslerin ne olduğunu sorar. Bu sorusuna net bir cevap alamayan Ömer, galiba dininizi değiştirdiniz, der. Kız kardeşinden “Ömer, eğer hak senin dininde değilse, ne yaparsın?” sözlerini işitir işitmez, kız kardeşini döver. Kız kardeşi yüzünden kanlar akarken gerçeği haykırarak, kelime-i şehadet getirir. Bu manzara karşısında insafa gelen Ömer onlardan, okudukları şeyleri getirmelerini ister. Tâhâ sûresini baştan “Muhakkak ki ben Allah’ım. Benden başka tanrı yoktur. (Yalnız) Bana kulluk et ve Beni anmak için namaz kıl.”2 âyetine kadar okur okumaz, “Bana Muhammed’in yerini gösterin.” der. Bu arada Habbâb, saklandığı yerden çıkarak, Allah Resûlü’nün ‘İslâm’ı Ebû Cehil veya Ömer ile aziz et.’3 duasını anlatır. Bundan sonrasını Hz. Ömer’in ağzından dinleyelim: “Safa tepesi yanında bulunan Allah Resûlü’nün yanına gidip karşısına oturdum. Resûlullah gömleğimden tutup bana; “Ey Ömer, Müslüman ol. Allah’ım ona hidayet ver.” dedi. Ben de kelime-i şehadet getirerek Müslüman oldum. Bunun üzerine Müslümanlar öyle yüksek sesle tekbir getirdiler ki Mekke’nin sokakları o sesle inledi.
Bir başka rivayette ise Daru’l-Erkam’a gelen Ömer, Hz. Hamza tarafından içeri alınır. Efendimiz kendisine “Bu hâlinden vazgeçmeyecek misin Ya Ömer? Yoksa Allah’ın, Velîd b. Mugîre hakkında indirdiği gibi senin hakkında da rezil rüsvay edici, ibret verici âyetler indirmesini mi bekliyorsun? Allah’ım, bu Ömer b. Hattâb. Dinini Ömer ile aziz kıl Allah’ım.” der.
Bazı Yönleriyle Hz. Ömer
Müslüman olmakla, İnsanlığın İftihar Tablosu Hz. Muhammed ’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) terbiyesi altına girerek, İslâm’ın sadık bir talebesi, sonraki dönemleri itibarıyla de bütün insanlığa üstad olan Hz. Ömer, İslâm öncesinde yetiştiği toplumun izlerini taşıyan birisiydi. Develerle güreş yapar, herkese sataşır, alabildiğine cesur, azametli, heybetli ve sözü dinlenir bir insandı. Fakat Müslüman olmakla bunlar yerini birer birer İslâmî çizgide olması gereken hasletlere bıraktı. Artık karşımızda, karıncaya bile basmayan, hassas, ince ruhlu muhasebe duygusu ile dopdolu, cihad aşkıyla yanan, mazlumun, mağdurun yanında olan dev bir kâmet vardı. İslâm’ın emir ve yasaklarını sistematize ederek, onun devlet hâline gelmesinde inkâr edilmez rolü olan Hz. Ömer’i, sayılamayacak kadar çok yönlerinden bazıları ile tanımaya ve tanıtmaya çalışalım.
a. Sabrı
Mekke dönemi, bütün Müslümanlar için çilenin, ıstırabın, gözyaşının, hasretin ve daha nice olumsuzlukların yudum yudum yudumlandığı bir dönemdir. Tam on üç sene, başta Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) olmak üzere, İslâmiyet’e giren herkes, toplum yapısındaki mevkiine göre bu olumsuzluklarla karşı karşıya kalmıştır. Evet, küfürle başları dönmüş, bakışları buğulanmış bu insanlar, “Rabbim Allah” diyenlere karşı ilan-ı harb etmişlerdi. Kaldı ki bu sadece Mekke dönemi ile de kayıtlı değildi. Aynı ıstıraplı, çileli, işkenceli hayat, değişik boyutları ile Medine dönemi için de geçerliydi. İşte Hz. Ömer, bütün bunlardan nasibini aldı.
İbn Ömer’in rivayet ettiğine göre babası, Müslüman olduğunu, Kâ’be’nin en kalabalık olduğu bir an, Mekke’nin en gür sesli adamı Cemil b. Ma’mer’e ilan ettirir. Bunun üzerine Kureyşliler, “Ömer, dininden dönmüş!” deyip ona saldırırlar. Yaklaşık öğleye kadar devam eden karşılıklı vuruşmalar, Âs b. Vâil’in gelmesiyle son bulur. O, Kureyşlilere “Nedir bu hâliniz?” der. Aldığı cevap karşısında da “Bırakın onu. Adam kendisine bir yol seçmiş. Ne istiyorsunuz ondan. Hem Adiyy oğullarının, ileri gelenlerini size böyle teslim edeceğini mi sanıyorsunuz?” diyerek Hz. Ömer’in serbest bırakılmasını sağlar.
Hz. Ömer’in sabrını, sadece yukarıda arz ettiğimiz misalde olduğu gibi başkalarından görülen eziyet ve işkenceye rağmen dini terk etmeme şeklinde anlamak yanlıştır. Bu anlayış, sabrın mânâsını alabildiğine daraltmaktadır. O, İslâm öncesi müreffeh hayatında istediği her şeyi alıp yiyebilirken, daha sonraları günlerce aç kaldığı olmuştur. Yetiştiği devir ve çevrenin her türlü (İslâm’a göre) menfî izlerini taşıyan ve hayatına tatbik eden Hz. Ömer, bunları bir çırpıda terk etmiştir. Bütün bunlar onun sabrının değişik boyutlardaki tezahürlerinden ibarettir.
b. Zühdü
Hz. Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Eğer benden sonra peygamber gelecek olsaydı, bu Ömer olurdu.”4 beyanı ışığında, peygamberâne bir fıtrat taşıdığını öğrendiğimiz Hz. Ömer, zühd konusunda zirvelerde bir hayat yaşıyordu. Halîfeliği sırasında on iki yamalı bir cübbe giymesi; Kâdisiye Savaşı’nda elde edilip kendisine gönderilen ganimetler karşısında hıçkıra hıçkıra ağlayıp “Bugün sevinç ve keyif günüdür, gülmen gerekirken ağlıyorsun!” diyenlere “Evet, doğrudur ama Allah kimlere bolluk vermiş ise mutlaka aralarına düşmanlık ve dargınlık koymuştur.” diyerek bir taraftan dünya malına meyl ü muhabbeti olmadığına diğer taraftan toplumları helâke götüren, Allah’ın umumî bir kanununa işaret etmesi; bir gün arkadaşları ile mezbelelikten geçerken duyulan kokular karşısında “İşte hırs ile koşuştuğunuz dünyanız budur!” diyerek onları irşadı; çeşit çeşit elbiseler giyme imkânı olduğu hâlde, bir tek elbise ile idare etmesi ve onu giyilemeyecek dereceye gelinceye kadar giymesi, onun zühdü hakkında fikir vermeye yetecek misallerdir.
İkrime b. Hâlid anlatıyor: Bir gün Hz. Hafsa, İbn Ömer ve İbn Mutî, Hz. Ömer’e “Eğer lezzetli ve kuvvetli yemekler yersen daha iyi vazife görebilirsin.” derler. Bu teklif karşısında Hz. Ömer “Biliyorum ki hepiniz benim hakkımda sâdık ve hayırhâh kimselersiniz. Fakat ben iki arkadaşımı belli bir yolu takip eder gördüm. Eğer onların yolundan ayrılırsam, vardıkları konağa yetişemem.” diye cevap verir.
Şu sözler de ona aittir: “Tamahkârlık fakirliktir. Başkalarından bir şey beklememek ise zenginliktir.”
“Kış mevsimi âbidlerin ganimetidir.”
“Allah’a yemin olsun ki biz hayatın lezzetlerine önem vermeyiz. Eğer bir oğlağın kesilip, pişirilmesini, en güzel ekmeklerin yapılmasını, kuru üzümlerin suya konulup keklik gözü gibi olunca bana getirilmesini emretseydim, yapardım, bu oğlaktan yer, bu hoşaftan içerdim. Fakat biz bu zevklerimizi âhiret hayatımıza bırakmak istiyoruz. Çünkü Allah ötede ‘Siz bütün güzel şeylerinizi dünya hayatında harcadınız, onların zevkini sürdünüz’5 buyuracaktır.”
c. Muhasebe ve Murakabesi
Nefis ve vicdan mekanizmalarını oluşturan her şeyi sorgulamak anlamına gelen muhasebe ve murakabe, İslâm’ın insanlığa kazandırmak istediği önemli bir davranıştır. İslâm’ın güzelliklerine uyanamamış ve onun kriterlerine göre hayat sürdürmeyenler, ‘otokontrol’ deyip bunu hayata geçirmek, böylece birçok menfî düşünce ve fiillerin önünü almak isteseler de bunda başarılı olmaları düşünülemez. Evet, ukbayı dünya gibi mütalâa etmeyen, burada yaptığı küçük-büyük her şeyin orada hesabını vereceğine inanmayan, Cennet, Cehennem gibi mefhumlara alabildiğine kapalı insanların otokontrolleri sadece bir aldatmacadan ibarettir.
İşte sadece bizim dünyamızda görülen, gerçek mânâ ve muhtevasını İslâm ile bulan muhasebe ve murakabe, Hz. Ömer gibi dünyada iken Cennet’le müjdelenmiş devâsâ bir kâmette doruk noktadadır.
Hz. Ömer’in muhasebesine ait örnekleri aşağıda okurken, onun hiç kimseye hesap vermeye mecbur olmadığı koskoca bir İslâm devletinin halîfesi olduğunu unutmamakta yarar var. Buna rağmen bu idrak, bu şuur, bu iz’an karşısında hayret etmemek mümkün değil.
“Hesaba çekilmeden önce nefsinizi hesaba çekin. Tartılmadan önce nefsinizi tartın.”
“Allah’a yemin olsun ki yeryüzü dolusu altınım olsaydı, O’nun azabı gelmezden önce hepsini verip kendimi o azabtan kurtarmaya çalışırdım.”
“İnsanların en iyisi bana ayıplarımı gösterendir.”
“Eğer Fırat kıyısında bir deve kaybolarak ölüp gitse (veya bir koyun suya düşüp boğulsa) Allah’ın onu bana soracağından korkarım.”
Yerden bir saman çöpü alarak “Keşke şu saman çöpü olsaydım; keşke hiç yaratılmasaydım; keşke annem beni hiç doğurmasaydı; keşke hiçbir şey olmasaydım; keşke unutulup gitseydim, keşke bir koç olsaydım. Sahiplerim kendilerine göre beni besleyip, sevdikleri için kesseydiler. Etimin bir kısmını kebap, bir kısmını kavurma yapıp yeseler, sonra dışkı olarak dışarı atsaydılar; ama beşer olmasaydım.” “Eğer gökten birisi seslenerek ‘Ey insanlar, biriniz hariç hepiniz Cehennem’e gireceksiniz!’ deseydi, o kişi ben olabilirim diye ümitlenir, ‘Ey insanlar, biriniz hariç hepiniz Cennet’e gireceksiniz.’ deseydi, o kişi ben olabilirim korkusunu taşırdım.”
“Benim valilerimden biri, halkına zulmetse, o zulüm bana ulaşsa, ben de onun o hâlini değiştirmezsem, o zaman ben zulmetmişim demektir.”
İbn Ömer anlatıyor: “Vefatından az önceydi. Şöyle söyleniyordu ‘Eğer Rabbim bana merhamet etmeyecek olursa, vay benim hâlime, vay anamın hâline.’”
Bunlar, bugünün insanının, kadınıyla erkeğiyle, idarecisiyle, ibadet ü taatında derinleşeniyle, derinleşemeyeniyle; hâsılı herkesin ama herkesin düşünce ufuklarını açacak, hayat çizgisine yön verecek çok ince sözler!
ç. Allah ile İrtibatı
“Allah ile irtibat” ilk bakışta çok müphem bir kavram. Bundan ne kastedildiği ancak beyanla anlaşılabilecek cinsten. Zira O’nun Kayyumiyetinin tecellileri ile hayatını sürdürebilen kâinat ve onun içindeki tüm varlıkların Allah’tan kopuk olduğu söylenemez ki! O’ndan kopukluk, ferdî planda ölümün, umumî plânda kıyametin kopması demektir. Hz. Ömer gibi bir dâhinin İslâm’a uyandıktan sonra Allah’tan kopuk olduğu düşünülemez bile. Öyleyse Hz. Ömer’in Allah ile irtibatı derken, bu irtibat vesilelerinin en kuvvetlisi olan namazı, daha doğrusu onun namazını kasdettiğimizi ifade edelim. Evet, namaz Ma’bud-kul münasebetinin en kestirme yolu, irtibat vesilelerinden en çok başvurulanı ve şartlarına riayetle madde-mânâ bütünlüğü içinde eda edilirse insanı Allah’a ulaştıran bir unsurdur.
Geceleri kalkıp sabahlara kadar namaz kılan, yana-yakıla dua eden Hz. Ömer, aile efradını da gece ibadeti için
“Ailene namazı emret; kendin de ona sabırla devam et. Senden rızık istemiyoruz; (aksine) Biz seni rızıklandırıyoruz. Güzel sonuç, takva iledir.”6
âyetini okuyarak uyandırırdı. Ağlamaktan dolayı yüzünde iki siyah çizgi oluşan, gönül ve kalb dünyamızın mimarlarından, mânâ âleminin sultanlarından olan Hz. Ömer, cemaat içinde kendini tutamayıp ağladığında sesi arka saflardan işitilecek kadar kendinden geçerdi. Çoğu zaman âyetlerin gerisini ağlamasından dolayı getiremez, bazen düşer, bayılır (daha sonra insanlar onu hasta zannederek evine ziyarete giderler) bazen de rükûa giderdi. Bir keresinde, Yûsuf sûresinde “Ben gam ve kederimi sadece Allah’a arz ediyorum”7 âyetine gelip takılmış ve âyeti tamamlayamadan rükûa gitmişti.
Hz. Ömer, Rabbi ile irtibat adına namaza durduğunda, bu dünya ile olan bütün bağlarını koparır, kendini mânâ âleminin huzur iklimine salar ve âdetâ kendinden geçerdi. Nitekim Ebû Lü’lü isimli talihsiz tarafından namazda iken hançerlendiğinde, kendi ifadesine göre üçüncü hançeri yiyinceye kadar, kendisine kasdeden o caniyi köpek zannetmişti.
Maddî âlemin dar boyutları içinde dolaşıp duran, aklı, kafası, ruhu gözüne inmiş maddeperest insanların anlayamayacağı, bu sebeple belki inkâr cihetine bile gidecekleri bir hâdise ile bu bahsi kapatalım. Misver b. Mahreme anlatıyor: “Ömer vurulduğu zaman bayılmıştı. Ayıltma çabaları ise sonuç vermiyordu. O arada bazıları ‘Eğer daha ölmemişse, onu namazdan başka bir şeyle ayıltamazsınız.’ dediler. Bunun üzerine bazıları ‘Ey mü’minlerin emiri. Namaz vaktidir.’ diye seslendi. Ömer ‘Ya Allah! Namaz kılmayanın İslâmiyet’ten nasibi yoktur.’ diyerek ayağa kalktı.”
d. Hz. Ömer’in Duası
Hz. Peygamber’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Ümmetler içinde ‘mulhemun’ (ilhama mazhar olarak konuşan) kişiler vardır. Eğer benim ümmetimden (bu konumda) birisi varsa, o da Ömer b. Hattâb’tır.”8 veya “Sizden önceki Benî İsrail içinde peygamber olmadığı hâlde (hak ve hakikati konuşan) insanlar vardı. Eğer benim ümmetimde de onlardan varsa, bunların bir tanesi Ömer’dir.”9 diye bizlere tarif ve tavsif ettiği Hz. Ömer, Rabbine yapmış olduğu duaları ile de bize ufuklar çizmiş, hedefler göstermiş dev bir kâmettir. Evet dua, kulun Rabbi ile konuşmasıdır. Her türlü ihtiyacını Kadîr-i Külli Şey olan Allah’a arz etmesidir. Dolayısıyla bir insanın duaları, duaya esas teşkil eden mevzular ve dua yapılırken takınılan tavır, alınan şekil, bize o insanı değerlendirme adına ciddi ipuçları vermektedir. İşte Hz. Ömer’in dualarından “Ârife işaret kâfîdir.” fehvâsınca birkaç örnek:
“Allah’ım; gizlediğim şeylerimi açığa vurduklarımdan daha hayırlı eyle. Açığa vurduklarımı da güzel eyle.”
“Allah’ım senin yolunda ve Nebinin memleketinde ölmek istiyorum.”
“Allah’ım yaşım ilerledi, kuvvetim bütün bütün azaldı, yardımcılarım da dağıldı. İfrat ve tefritlere girmeden (diğer rivâyette) sana karşı kusur işlemeden, kulluk vazifemi ihmal etmeden ruhumu kabzet.”
“Allah’ım, gaflet içinde olduğum hâlde beni öldürmenden, beni gaflet içinde bırakmaktan ve gafillerden kılmandan sana sığınırım.”
“Allah’ım emrin üzerinde bizi sâbit kadem kıl ve bizi muhafaza buyur.”
Halîfe seçildiği ilk gün şöyle dua etmiştir: “Allah’ım; ben katı bir insanım, beni yumuşat; cimriyim, cömert yap; zayıf biriyim bana kuvvet ihsan eyle.”
Vurulduğu gün ise “Allah’ım, benim ölümümü sana secde eden mü’min bir kulunun eliyle yapma.” duası dilinden dökülmüştür.
e. Hz. Ömer’in Hicreti
Hz. Âdem’den bu yana devam edegelen iman ve küfür mücadelesinde cihad, iman cephesini oluşturan mü’minlerin bu uğurda gösterdikleri her türlü çaba ve gayretin umumî adıdır. Mekân, zaman ve şartların değişmesiyle, şekil değiştirebilen cihad, insanlık tarihinin hiçbir döneminde durmamış ve durmayacaktr. Bu çerçevede Hz. Ömer, fiilleri ve sözleriyle bize ışık tutmuş, rehber olmuş bir şahsiyettir. O, cihadı hac vazifesinden daha üstün görmüş, “Allah yolunda cihada çıkmam, secde ederken alnımı yere koymam ve güzel hurmaların yerden toplandığı gibi güzel sözleri toplayanların yanında oturmam olmasaydı, vefat edip Hz. Peygamber’e kavuşmayı dilerdim.” demiştir. Yine o, Şam’da cihadı terk edip, tarım işleri ile meşgul olan arkadaşına “Gidip mü’min olmayanların boynundaki zilleti boynuna koydun!” diye haber göndermiştir. Bütün hayatı boyunca şehadet arzusuyla yanıp tutuşmuş, bu uğurda Uhud’a çıkarken zırh giymemiş ve “Allah’ım, Senin yolunda öldürülüp şehid olmayı ve Peygamberinin memleketinde ölmeyi nasib eyle.” diye dua dua yalvarmıştır.
Hicret, Hz. Peygamber döneminde cihad ameliyesinin ayrı ve önemli bir boyutu idi. Nitekim birçok âyet-i kerimede Allah; iman, cihad ve hicreti aynı çizgide ele almış,10 teşvik etmiş,11 hiçbir mazereti olmaksızın hicret etmeyenleri de kınamıştır.12 Bütün bunlar karşısında Hz. Ömer gibi bir dâhinin hicretten geri kalması zaten düşünülemez. O da sair arkadaşları gibi Hz. Peygamber’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) izin almış ve Medine’ye hicret hazırlıklarını yaparak, yola çıkmıştır. Fakat onun yola çıkışı bir başkadır. Bu konuda bazıları Mekke müşriklerinin kendilerini takip edip, yoldan alıkoyacakları veya öldürecekleri endişesi ile geceleri Mekke’yi terk ederken, kahramanlar âbidesi Hz. Ömer güpegündüz, hem de Mekke’nin sözde ulularına meydan okuyarak göç etmiştir. O, Hz. Ali’nin bizlere naklettiğine göre kılıcını kuşandı, yayını omzuna astı, eline birkaç ok alıp Kâ’be’ye geldi. Kureyş’in bütün ileri gelenleri Kâ’be avlusunda halka olup oturmuşlardı. Ömer, önce Kâ’be’yi tavaf etti, peşinden Makam-ı İbrahim’de iki rekât namaz kıldı ve müşriklerin oturduğu yere gelerek “Burunları kırılasıcalar. Kim anasının ağlamasını, çocuklarının yetim, karısının dul kalmasını istiyorsa şu derenin arkasında benimle karşılaşsın!” diye kükredi. Döndü, yoluna gitti; fakat hiç kimse onun peşine düşme cesaretini gösteremedi. Evet, Ömer gibi bir şecaat âbidesine de zaten bu yakışırdı.
Hz Ömer’in ra. hayatı hakkında sizler için hazırladığımız 42 sayfalık bu güzel eseri indir butonundan indirebilirsiniz.
Yazar: Dr. Ahmet Kurucan