Ter Dökmeden Netice Yok

164

Beri tarafta Kur’ân, toplum içinde gelişen yanlış anlayış ve telakkileri tashih etmeye devam ediyor, insanlar arasında konuşulan konuların doğrusunu ortaya koyarak düşünce kaymalarının önüne geçiyordu.

Zira, tarihte olduğu gibi o gün de, küfür cephesini temsil edenler hep kendilerini farklı görüyor ve mü’minleri alay konusu yapmaya çalışıyordu. Gelen ayetler, önceki peygamberlerin hayatından örnekler vererek, yaşadıkları hayatı örnekleriyle gözler önüne seriyor ve böylelikle mü’minlere, ‘sabırlı olun’ mesajı veriyordu. Gelen bir ayet, Nûh (aleyhisselâm)’ın yaşadığı sıkıntılardan bahsettikten sonra, insanlığın ikinci atası olarak anlatılan Hz. Nûh ve ona inananlara, kendi kavminin söylediklerini şu ibret verici cümlelerle aktarıyordu:

– Bize göre sen, sadece bizim gibi bir insansın! Bizden ne farkın var ki! Hem, sonra senin peşinden gidenler, toplumumuzun en düşük kimseleri! Bu da gözler önünde! Ayrıca, sizin bize karşı bir meziyetiniz olduğunu da sanmıyoruz! Bilakis, sizin yalancı olduğunuzu düşünüyoruz![1]

Zaman değişip asır başkalaşsa da küfrün mantığı hep aynıydı; dün nasıl tepki veriyorsa bugün de aynı tepkiyi veriyordu. O günün Mekke’sinde, “Bugün hangi şartlarda yaşıyor olursak olalım, yarın mutlaka bizler de affa mazhar olur ve kurtuluruz.”[2] düşüncesinin sakat ürünü olan bu anlayış, referanslarını dine dayandırmak isteyen farklı anlayışların elinde yön değiştirecek ve onları, “Sayılı günler dışında bize cehennem ateşi dokunmaz.”[3] sonucuna götürecekti. Hatta bunlar, meseleyi daha da ileri götürecek ve cennete, kendileri dışında kimsenin giremeyeceğini iddia edeceklerdi.[4]

Sırf fakir oldukları için ve kendi statülerinde olmadıklarından dolayı kimsesizleri huzurdan kovmak istemeye kadar giden bu saygısız tavır,[5] şimdi boyut değiştirmiş; alın teri dökmeden nimetlere konma planları yapıyordu.

Mekke müşrikleri, zaman zaman gelip Efendimiz’in sohbetini dinliyor; okuduğu Kur’ân’a kulak veriyor ve iman adına oluşturduğu halkalara katılarak olup bitenleri anlamak istiyordu. Ancak, bütün bunlara rağmen onlar, iman adına bir mesafe almayı asla düşünmüyor ve zaten bunları da, iman adına ulaşılan noktaları tespit edip, imansızlıklarında tutunabilmek için yapıyorlardı. Dolayısıyla görüp dinlediklerinin kendilerine bir faydası olmuyor, yine yalanlamalarına devam edip alayvâri tavırlarında ısrar ediyorlardı. Zira onlar, Allah düşüncesinde yolda kaldıkları yetmiyormuş gibi bir de, asıl hidayette olanın kendileri olduğunu söylüyor ve:

– Şayet bunlar cennete gireceklerse, şüphesiz orada bizim için ayrılan yer daha fazla olacak, diyor; cennette kendilerine şimdiden yer ayırıyorlardı. Çok geçmeden, bu konudaki kavl-i faslı da Cibril getirecekti:

– O kâfirlere ne oluyor ki, Seninle alay etmek maksadıyla sağdan-soldan dağınık gruplar halinde boyunlarını uzatarak Sana doğru koşuyorlar!
Onlardan her biri, iman etmeden Naîm Cenneti’ne yerleştirilmeye mi hevesleniyor?

Hiç heveslenmesin! Hiç kimsenin, öteki insanlar üzerinde böbürlenmeye hakkı olamaz! Çünkü Biz, öbür insanlar gibi onları da, o bildikleri nesneden, meniden yarattık![6]


Dipnotlar:
[1] Bkz. Hûd, 11/27
[2] Bkz. A’râf, 7/169
[3] Bkz. Bakara, 2/80
[4] Bkz. Bakara, 2/111; Mâide, 5/18
[5] Bkz. En’âm, 6/52; Kehf, 18/28
[6] Bkz. Meâric, 70/36-39

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.