Şeytanın Yakın Takibine Karşı: İSTİÂZE

1.030

İstiâze, her türlü kötülükten korunabilmek için gerekli sebepleri yerine getirdikten sonra (fiilî istiâze) kavlî dualarla, Allah’ın himayesini talep etmek demektir. 

Bu kavram, Kur’ân’da Allah lafzı ile birlikte yedi, Rab ismi ile sekiz, Rahman ismi ve cin kelimesiyle birlikte toplam on yedi defa zikredilir.

Bu ayetlerde Hz. Nuh bilmediği şeyleri Allah’tan istemekten Rabbine sığınır.1 Hz. Yusuf, kendisine kötü niyetle yaklaşmak isteyen kadınların şerrinden ve kardeşi Bünyamin’i yanında alıkoymak istediğinde kardeşlerinin kendisine, “Onun yerine bizden birini al.” teklifleri karşısında öyle bir adaletsizliği yapmaktan Allah’a sığındığını ifade eder.2 

Hz. Mûsa, kavmine karşı alaycı bir tavır-davranış sergilemekten3 ve ahiret hayatına inanmayan kibirli-gururlu kimseler ve onların düşmanlıklarından Allah’a iltica eder ve O’nun yardımını diler.4 

Efendimiz’e (aleyhissalatü vesselam) de başta insî-cinnî şeytanların vesveselerinden, yaratılmışların ve karanlık güçlerin şerrinden; kalpleri kin ve nefretle dolu olanların, hiçbir delile dayanmadan Allah’ın ayetleri hakkında tartışan kimselerin her türlü kötülüklerinden Rabbine istiâzede bulunması emredilir.5

Bu örneklerden öyle anlaşılıyor ki peygamberler dahi istiâze olmadan insî ve cinnî şeytanların/varlıkların şerrinden kendilerini tam olarak koruyamazlar. Dolayısıyla bu anlatımlarda nebilerin diliyle verilen bir ders de şeytanın yaman bir takipçi olduğu gerçeğidir. Onun bu özelliğini nazara almadan hidayet üzere kalmak ve yaşamak adeta mümkün değildir.   

istiaze nedir? secde eden adam görseli

Şeytan Yakın Takipte…

Allah Resûlü’nün bu hususta dikkat çektiği bir nokta da sinsi şeytanın insanı yakın takibidir. O, bu gerçeği ve tehlikeyi ifade buyururken çok etkili bir benzetme de yapar: 

“Şüphesiz şeytan, ademoğlunun damarlarında dolaşan kan gibi içinde dolaşır.”6 

Öyle ki onu namaz anında bile yalnız bırakmaz: 

“Namaz için ezan okunduğu zaman, şeytan ezanı duymamak için arkasını dönüp yellenerek kaçar. Ezan bitince tekrar geri gelir. Namaz için kâmet getirilince yine arkasını dönüp kaçar. Kâmet bittiğinde ise yine gelir ve kişi ile nefsi arasına sokulmaya çalışır ve ona ‘Filan şeyi hatırla, filan şeyi hatırla!’ diye telkinde bulunarak namazdan önce aklında olmayan şeyleri hatırlatır da, sonunda insan kaç rek’at namaz kıldığını bilemez hale gelir.”7

Dolayısıyla mü’min, şeytanın her zaman kendisini takip ettiği bilinciyle hareket edip ona göre uyanık olmalı; istikamet adına istiâzeyi şiar edinmelidir. Vesveseyi ya da kötü düşünceyi baştan istiâze ile karşılamalı ve kesin olarak reddetmelidir.

Diğer taraftan aklına ve duygularına üşüşen vehim ve şüphelere karşı aklını ikna ve kalbini tatmin edecek ilmi cevaplar araştırmalıdır. Zihnine gelen kötü düşüncelerin üzerinde durup onları büyütmemeli bilakis ilme, enfüsî ve afâkî tefekküre, araştırmaya ve iyiliklere yönelmelidir.

Zira ilmin, iyiliğin ve salih amellerin meşgul ettiği kimseyi şeytanlar, kötülükler ya da şüpheler kolay kolay esir alamaz.  

İnsanların içlerine gönderilen vesveselerden tamamen kurtulmaları da mümkün değildir. Önemli olan kişinin gerek nefis gerek şeytan kaynaklı olsun içine gelen her çeşit vesvese, kötülük ve şüphelere kapılmamasıdır.

Zira vesvese musibete benzer. Üzerinde durulup ehemmiyet verildikçe şişer, önem verilmezse söner. Ona büyük nazarıyla bakılırsa büyür, küçük görülürse küçülür ve zamanla kaybolur. Kendisinden korkulursa hasta eder; insanı kesin doğrular hakkında tereddüde sevk eder. Korkulmazsa gizli kalır, hafif atlatılır. Mahiyeti bilinmezse devam eder, yerleşir; mahiyeti araştırılır ve gerekli cevaplar hazırlanırsa çeker gider.

Dolayısıyla vesvese ve vehimler karşısında vahyin ve ilmin gereklerini yerine getirmek ve onun dışına çıkmamak temel kuraldır. Yoksa içlerine doğduğu ve işlerine geldiği gibi hareket edip hevasına tabi olanlar vesveseler/hevesler karşısında mağlup olurlar. İman, ilim ve rızay-ı ilahi çizgisinde salih amel, cinnî ve insî şeytanlara karşı müminin en sağlam sığınağıdır. Bu yönüyle şeytan ve nefsin telkinlerine karşı panzehir ilim, irade, zikir ve salih ameldir. 

Zikir ve İstiâze

“Sinsi vesveseci” gerek cinnî gerekse insî şeytanlardan olsun mü’minlerin takvası, zikri, ibadet u taati ve istiâzesi karşısında kolayca saldırmaya cesaret edemez; etse bile zikirle bütünleşen ruhlar üzerinde tesirli olamaz ve geri döner. Ancak yine de vazgeçmez; kaplumbağa gibi kabuğuna çekilir ve tekrar pusuya yatar. Nitekim Allah Resûlü, zikir karşısında şeytanın takip ettiği stratejiyi veciz bir şekilde şöyle ifade eder: 

“Şeytan insanoğlunun kalbini ele geçirip yutmak ister. Kul, Allah’ı anarsa, şeytan geri çekilip gizlenir. Rabbini anmayı unutursa şeytan tekrar yaklaşır/kalbinin üzerine yerleşir ve onu duygularıyla ele geçirir.”8 

Nitekim “ân”ın önemine dikkat çeken Allah Resûlü dualarında şöyle buyurur: 

“Allah’ım rahmetini umarım. Beni göz açıp kapayacak kadar bile olsa bir lahza nefsimle başbaşa bırakma! Bütün halimi/işlerimi ıslah eyle. Senden başka ilah yoktur.”9 

Zira maddi-manevî bütün kazalar, göz açıp kapayabilecek kadar kısa bir zaman diliminde olup-bitiverir. Bu kadarlık bir süre, rakibini nakavt için nefis ve şeytana yeterlidir. 

Kur’ân, farklı ayetlerde de insanın zihin, duygu ve gönül dünyasını hedefleyen şeytanın hücumlarını savmanın ve onlardan korunmanın en etkili vesilelerinden birisi olarak yine istiâzeyi ders verir:

“Eğer şeytandan bir dürtü/vesvese gelip seni yanlış yapmaya götürecek olursa hemen Allah’a sığın! Çünkü O, duaları işitir ve her şeyi hakkıyla bilir.”10 

Mü’min, inanç esasları, malî ve bedenî ibadetler, emirler ve nehiyler, helaller ve haramlar, insanlara karşı davranışlar vb. gibi pek çok İslâmî konuda vesveseye maruz kalabilir.  Bu durumda kulun Allah’a sığınması, kalplerin hakiki sahibi “Malikü’l-Mülk”e yönelmesi çok önemli ve değerlidir.

Nitekim zikirden kopmanın şeytanın tesirini güçlendireceği bir ayette özellikle ifade edilir: 

“Kim Rahman’ın zikrine karşı ilgisiz ve duyarsız kalırsa, onun başına bir şeytan sararız, o da ondan ayrılmayan bir arkadaşı oluverir.”11 

Hatta bir başka ayette şeytanın, özellikle bu kimselere Allah’ı zikretmeyi unutturmaya çalıştığı da ifade buyrulur: 

“Şeytan, onların akıllarını çelmiş de onlara, Allah’ı hatırlamayı/zikretmeyi unutturmuştur. İşte onlar şeytanın takımıdır ve şunu unutmayın ki şeytanın takımı ziyan ve hüsrana mahkumdur.”12

Dolayısıyla daima Allah’ın zikrini esas alan mü’min, şeytanın içine girip vesvese atacağı ve duygularını ifsat edebileceği bütün boşlukları daha baştan kapatmış olur. Bu sayede onlar, içinde bulundukları zikir salih dairesinde hep hayır düşünür, hayır soluklanır; şeytanlara fırsat vermezler.

Şeytan bir yolunu bulup yaklaşmak istese derhal Kur’ân’ın öğütlerini ve ölçülerini hatırlar ve doğru yolu/doğru davranışı tercih ederek onun saldırılarını defederler: 

“Allah’a karşı gelmekten sakınanlara (muttakilere) şeytandan bir hayal/vehim ilişince, hemen Allah’ı anar, tefekkür eder ve kendilerini toplar; gerçeği görür ve basiretle hareket edip doğruya yönelirler.”13 

Yine de Vesvese Gelirse

İnsî ve cinnî şeytanlar, zikr-i müdâm ve takva üzerine dikkatli bir şekilde yaşayan bir Müslümanın kolay kolay kalbine girip onu şüpheye, günaha ve küfre götüremezler. Ancak kalbini bulandırmaya ve kulluk vazifelerini yerine getirirken huşu ve huzurunu bozmaya çalışmaktan da vazgeçmezler. Nitekim ashab-ı kiram bu hususta Allah Resûlü’ne dert yanar ve 

“Ey Allah’ın Resûlü! Güneşin üzerine doğduğu her şey bize verilse bile, dile getirmekten hoşlanmayacağımız bazı düşünceler/vesveseler içimize geliyor.” diye sorarlar. Bunun üzerine Allah Resûlü;

“Gerçekten içinize böyle düşünceler geliyor mu? İşte bu imanın ta kendisidir.” 14

buyurur.

Böylece Efendimiz, bu korkunun/endişenin samimi imandan kaynaklandığını ve bu tür vesveseler karşısında onların bu hassasiyetinin ve ilmî/fikrî mücadele vermelerinin imanlarını olgunlaştıracağını ve onları İslam’da daha da derinleştireceğini müjdeler. Zaten şeytanların ve nefsin ardı arkası kesilmeyen hücumları da müminlerin bu sağlam/sarsılmaz duruşuna ve vesveseyi/şüpheyi bile imana dönüştürme donanımlarınadır. 

Dolayısıyla şeytanın akla ve kalbe attığı vesvese, kötü düşünceler ve şüpheler, mü’minin kalbinin sözleri olmadığı gibi kendisi de onlardan rahatsızdır. O çirkin mana ve sözler, mü’minin kalbinden değil ona yakın olan lümme-i şeytanîden gelir.

Onun için vesvesenin asıl zararı, tesirine girme ve ona kapılma sonucunda ortaya çıkar. Yani vesvese ve şüpheyi zararlı zannedip, şeytanın işini kalbine mal etmekle insan zarar görür. Zaten şeytanın da istediği budur.

Mü’minin, rahatsızlığını ona karşı tepki şeklinde ortaya koyması; ilim, zikir, salih amel ve istiaze ile Allah’a sığınması itikadını daha da sağlamlaştırır. Atmacanın serçeye musallat olması onun uçma kabiliyetini inkişaf ettirdiği gibi, şeytanla mücadelesi de müminin imanda tahkike ulaşmasına vesile olacaktır. Fakat bu süre kısa değil uzun bir maratondur. 

Uzun Bir Mücadele

İnsî ve cinnî şeytanların “Hannâs” yani “sinsi” oluşları, onların hem çok tehlikeli olduğunu gösterir hem de nefis ve şeytana karşı verilecek mücadelenin uzun süreceğine işaret eder. Aynı zamanda sinsice hareket etmesi onun zayıf ve korkak olduğuna da delalet eder. Kur’ân “… Gerçekten şeytanın hilesi/hilekârlığı zayıftır.” buyurur ve onun zayıf ve acizliğini açıkça ifade eder.

Zaten doğrudan mücadeleye cesaret edebilseydi mü’minlerle yüz yüze karşılaşmaktan çekinmezdi. Dolayısıyla gizlice ve ne taraftan çıkacağı/saldıracağı belli olmadığı için daima dikkatli ve uyanık olmak gerekir.

Onun için bir kere ya da birkaç gün ya da bir ay uyanık olmak yeterli olmaz. Son nefese kadar her an teyakkuz halinde olmak gerekir. Zira ne zaman ve ne şekilde saldıracağı belli olmayan bir düşmana karşı bir anlık gaflet, mağlub olmak için yeterli bir süredir.  

Şeytanla bu uzun soluklu mücadelede Allah (celle celaluhu), insanı yalnız bırakmamış iman ve salih ameli onun için kalkan, zikir ve istiazeyi de ona kendisini müdafa edebileceği manevi bir silah kılmıştır. Bu imkanları kullanmayan kimse ise, şeytanın farklı yol ve yöntemlerle gelişleri karşısında aciz kalabilir ve sonunda teslim düşebilir. Nitekim Allah Resûlü,

“Şeytan insanoğlunun kalbi üzerine çöker. O, Allah’ı andığında şeytan kaçar ve gizlenir. Ancak gaflete düşünce şeytan döner ve yine vesvese vermeye başlar.”15 buyurur.

Dolayısıyla çok sinsi ve vesveseci insî ve cinnî şeytanlara karşı “daimi zikir/tefekkür” sağlam bir kaledir. Bir de Allah Resûlü’nün verdiği şu ölçü mü’minlerin endişelerini gidermesi ve mücadelede psikolojilerini güçlendirmesi açısından önemlidir: 

“Allah Teâla, içlerinden geçen kötü düşüncelerle amel etmedikçe veya onu konuşmadıkça, o şey yüzünden ümmetimi hesaba çekmeyecektir.”16

Vesvâsu’l-hannâs, Cinlerden de İnsanlardan da Olur

Nâs Sûresi çok vesveseci, bir nevi vesvesenin ve her türlü kötü düşüncenin üretim bataklığı olan “Vesvasü’l-hannâs” iki türlüdür: Biri metafizik sahada gizli takımdan, yani cin soyundan, diğeri de yeryüzünde, normal bir şekilde insanla yakın ilgi kurulabilen; tanıdığı, bildiği kendi cinsinden/soyundandır. Bu mana, En’âm suresindeki

“Böylece biz her peygambere insan ve cin şeytanları düşman kıldık. Bunlar, aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar.”17 

ayetinde açıktır. Nitekim Allah Resûlü de Hz. Ebû Zerr’e, insî ve cinnî şeytanların şerrinden Allah’a sığınıp sığınmadığını sorunca o, “İnsanlardan şeytan olur mu?” diye merak eder. Efendimiz de kendisine “Evet!” diye cevap verir.18  

İkinci olarak, (من الجنة والناس) ayetinde geçen “min” (من) harf-i cerr edatını min-i ibtidayye olarak alırsak mana vesveseye taalluk eder ki bu takdirde anlam, vesvese vereni değil, verdiği vesvesenin başlangıcını, ilgilenme yönünü gösterir.

Yani, kâh cinlerden vesveselendirir, kâh insanlardan. Buna göre vesveseci bazen insanı insanlardan bazen de cinlerden korkutur. Görünmeyen güçlerin yanında görünen/bilinen güçlerden de tehdit eder korkutur. Kâh bilinen kötülükleriyle korkutur kâh bilinmeyen.

Bazen de insanın akıl ve hayaline gelemeyecek kötülüklerle de korkutur. Bazen verdiği vesvese ve şüphelerle artık muhatabının imanının kalmadığı, çok kötü bir kalpli olduğu artık vicdanının tefessüh ettiğini telkin ederek onu yeis bataklığına sürükler, orada boğmaya çalışır. 

Sonuç

İnsanoğlu, hayatını devam ettirme ve koruma adına çevresindeki her şeyi kontrol altına almak ve kendisi için güvenli bir ortam oluşturmak ister. Ancak sınırlı gücü ve imkanları bunu tam olarak temin etmeye yetmez. Çevresinde görünen/görünmeyen, bilinen/bilinmeyen olumsuzluklar onu her an tehdit etmeye devam eder. Üstelik onların her birine karşı koyabilecek maddî-manevî gücü de yeterli değildir.

İşte bu noktada insanın bir “nokta-i istimdada” ve “nokta-i istinada” ihtiyacı zaruridir. Aksi takdirde insan, sakınmaya çalıştığı pek çok olumsuzluklar karşısında aciz kalır. Bir nokta-i istinada dayandığında çözebileceği meseleyi, terk ettiğinde büyütür ve yenik düşer. Kaldı ki sonsuz ihtiyaçlarla kuşatılmış bir insanın, acziyetini yoğun bir şekilde yaşaması onda sosyo-psikolojik uyumsuzluklara, saldırganlığa, ümitsizliğe; içe kapanma ve kendine güven/saygı gibi sorunlara da sebebiyet verir. Bunlar da kişide depresyon psiko-sosyal bozukluklar ve şizofren gibi psikiyatrik hastalıklara neden olabilir. 

Dolayısıyla insanoğlunun “aciz ve fakir” olduğunu idrak etmesi, güç ve kuvvetinin sınırlarının farkında olması ve bilgisini/donanımını aşan meselelerde enerjisini boşa harcamayıp Rabb’ine sığınması, onun için alternatifi olmayan tek yoldur. Bu durumda insan bütün acziyetine ve hiçliğine rağmen, ilim ve kudretiyle her şeyi ihata eden kudreti sonsuza iltica ettiğinde aczi kuvvete inkilap eder; yaşadığı bütün korkular en aza iner, iç tedirginlikleri de yerini sukûnete, psikolojk bir rahatlığa bırakır. Bütün ihtiyaçlarını yerine getirebilecek bir kudrete, Rabb-i Rahîm ve Kerîm’e sığınması onu büyük bir huzura kavuşturur. 

Yazar: Dr. Selim Koç

Dipnot:

  1. Hûd Sûresi, 11/47
  2. Yusuf Sûresi, 12/23, 79
  3. Bakara Sûresi, 2/67
  4. Bkz. Mü’min Sûresi, 40/27; Duhân Sûresi, 44/20
  5. Bkz. A’râf Sûresi, 7/200; Nahl Sûresi, 16/98; Mü’minûn Sûresi, 23/97, 98; Mü’min Sûresi, 40/56; Fussılet Sûresi, 41/36
  6. Bkz. Buhârî, Bedu’l-halk 11; İ’tikâf 11; Ahkâm 21; Müslim, Selâm 23-25
  7. Buhârî, Ezan 4, Amel fi’s-Salat 18; Müslim, Salat 19, Mesâcid 83
  8. Suyûtî, el-Câmiu’s-sağîr (4955); İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, VIII/614
  9. Ebû Davud, Edeb (5090)
  10. A’râf Sûresi, 7/200
  11. Zuhruf Sûresi, 43/36
  12. Mücadile Sûresi, 58/19
  13. A’râf Sûresi, 7/201
  14. Müslim, İman 60/209 (132); Ebû Dâvud, Edeb 118
  15. İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, VIII/614; Ebû Dâvud, Zühd (337); İbn Ebî Şeybe, Musannef, (34774)
  16. Buhârî, Talak 11; Eymân ve’n-Nuzûr 15
  17. En’âm Sûresi, 7/112
  18. Bkz. İbn Kesîr, Tefsîr, III/312
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.