Sert kaya ve istikbale açılan pencereler

362

Bir, iki, üç derken her geçen gün zorlaşan şartlara rağmen kazım işi devam ediyordu. Derine indikçe büyük kayalarla karşılaşılıyor ve bunları kırmak büyük maharet gerektiriyordu. Hz. Selmân ile Hz. Ömer’in karşısına da böyle bir kaya çıkmıştı; var güçleriyle vurmalarına rağmen ellerindeki malzeme parçalanmıştı ama kayalar olduğu gibi yerinde duruyordu! Üstesinden gelemeyeceklerini anlayınca durumdan Allah Resûlü’nü haberdar ettiler. Bu sırada Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), Türk yapımı bir çadırda dinlenmekteydi:

– Hemen geliyorum, dedi ve kayanın olduğu yere doğru ilerlemeye başladı. Biraz dikkatle O’na bakanlar, açlığını hissettirmemesi için karnına taş bağladığını görebiliyorlardı; çünkü üç gündür ağızlarından bir lokma geçmemişti. Geldi kayanın yanına ve önce bir kap su istedi; eline aldığı kabın içine hafifçe tükürdü ve ardından da ellerini açıp dua etmeye başladı. Duasını bitirir bitirmez de, elindeki kabı kayanın üzerine boşaltmaya başladı; sanki o sert kaya, yumuşak bir toprağa dönüşüyordu! Sonra da Hz. Selmân’dan balyozu aldı ve:

– Bismillah, diyerek vurmaya başladı. Daha ilk vuruşta kayanın üçte biri kopmuş, koparken de darbenin indiği yerden büyük bir kıvılcım çıkmıştı. Ancak bu kıvılcım, sıradan bir kıvılcım değildi; sanki Yemen tarafından büyük bir ateş çıkmış ve gecenin karanlığında etrafını aydınlatan güçlü bir lamba gibi Medine’nin bütününü aydınlatıyordu. Herkes pürdikkat gelişmeleri seyre durmuştu. Bunun üzerine önce, ‘Allahu Ekber’ diyerek tekbir getiren Allah Resûlü, ardından şunları söyledi:

– Bana Yemen tarafının anahtarları verildi; şu anda bulunduğum yerden Ben, köpek dişleri gibi sıralanmış San’ân’ın kapılarını görmekteyim.

Ardından elindeki balyozu ikinci kez kayanın üzerine indirdi; yine üçte biri kopmuş ve balyozun indiği yerden büyük bir ışık çıkmıştı. Bu seferki aydınlık Rum diyarından geliyordu; Medine’yi aydınlatan büyük bir ışıktı. Bunun üzerine bir tekbir daha getiren Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem):

– Şam taraflarının anahtarları Bana verildi; vallahi şu anda Ben, bulunduğum şu yerden Şam’ın kızıl saraylarını görmekteyim, buyurdu.

Ashâb-ı kirâm hazretlerinin merakı bir kat daha artmıştı; sanki Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), kapılarına kadar dayanan Ahzâb ordusunu bir kenara koymuş ve gelecekten araladığı perdeler arasından kendilerine, yarın olacaklarla ilgili yeni haberler veriyordu. Belli ki bu haberlerin arkası gelecekti.

Sonra Allah Resûlü, elindeki balyozla kayanın kalan parçasına bir darbe daha indirdi; bu sefer kaya bütünüyle parçalanmış ve tuz gibi olmuştu. Balyozun indiği yerden yine kıvılcım çıkmış ve bu darbenin etkisiyle Fars taraflarında kendini gösteren büyük bir aydınlık belirivermişti; gecenin zifiri karanlığında Medine’yi aydınlatan büyük bir lamba gibiydi. Bunun üzerine Efendiler Efendisi:

– Bana, Fars diyarının anahtarları da verildi, buyurdu. Vallahi de şu anda Ben, bulunduğum şu yerden Hîre’nin saraylarıyla Kisrâ’nın şehirlerini köpek dişleri gibi sıralanmış olarak görmekteyim! Bana Cibril haber veriyor ki ümmetim, buralara hâkim olacaktır; öyleyse sizler, yarınki zaferin müjdesiyle bugünden sevinin!

Resûlullah’ın verdiği müjdeler, kazım işinin bütün yorgunluğunu unutturmuştu. Hep birden:

– Elhamdülillah, diyorlardı. Allah’a hamd olsun ki bunlar, gerçekleşeceğinde şüphe olmayan doğru vaatlerdir; Resûlullah bize, bu kadar baskı altında bulunduktan sonra nusret vadediyor!

Bu sırada Allah Resûlü, Fars diyarından gelip Medine’ye yerleşen Hz. Selmân’a dönmüş, Kisrâ’nın saraylarını anlatıp özelliklerini vasfederek tarif ediyordu. Şaşılacak şeydi; Hz. Selmân hayretler içinde kalmıştı. Nasıl oluyor da Allah’ın Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) hiç görmediği hâlde bunları söyleyebiliyor ve söyledikleri de sadece gerçeği ifade edebiliyordu! Dudaklarından şunlar döküldü:

– Evet! Doğru söylüyorsunuz; onların sıfatları aynen ifade ettiğiniz gibi yâ Resûlallah! Ben şehadet ederim ki Sen, Allah’ın Resûlü’sün!

Resûl-ü Kibriyâ Hazretlerinin bir müjdesi daha vardı ve Hz. Selmân’a dönerek şunları söylemeye başladı:

– Bunlar, Benden sonra Allah’ın nasip edeceği fetihlerdir, ey Selmân! Şam, mutlaka fethedilecektir; Hirakl da, krallığının en uç noktasına kadar kaçacaktır! Sizler Şam’a hâkim olurken karşınıza çıkan bir başka güç olmayacak! Ve doğu da fethedilecek; Kisrâ öldürülecek ve bundan sonra artık yeni bir Kisrâ da olmayacak!1

Her birisi, başlı başına bir ufuktu bunların ve o günden bu sonuçları görmenin imkânı yoktu. Allah’ın Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), Hendek’in başında durup ufkunu istikbale yöneltmiş, kışın ortasında bahar muştuları veriyordu. Ufukta böyle bir fütûhat varken üç beş kin tüccarının, bir araya gelip de yaptığı kulislerle toplanan çapulcu birliklerin ne önemi olabilirdi ki!

Bu ifadeler, üzerlerine on bin kişilik bir güçle gelenleri gözünde büyütenler için ayrı bir moral kaynağı olmuştu. Şimdi ayaklar daha bir sağlam yere basıyor, sineler daha bir gür inip kalkıyordu.

Herkesin yaklaşımı aynı değildi; münafıklar yine iş başına geçmiş, Efendimiz’in verdiği müjdeleri dillerine dolamaya çoktan başlamışlardı. Şöyle diyorlardı:

– Muhammed, Yesrib’de durmuş, Hîre saraylarıyla Kisrâ şehirlerinin sizin için fethedildiğini gördüğünü söylüyor; hâlbuki şu anda sizler, açıktan düşmanın karşısına çıkamadığınız için hendek kazıyor ve kendinizi gizlemek zorunda kalıyorsunuz!

Çok geçmeden Cibril-i Emin yine gelecek ve onların bu ifadelerini deşifre edecekti.2

Bu kadar samimi gayrete mukabil Hendek ehli, ilâhî inâyetle mukabele görüyordu. O gün Hz. Câbir’in hazırlayıp pişirdiği keçi yavrusuyla ekmek, onar kişilik gruplarla gelen askerlerin hepsine yetecek, Abdullah İbn Revâha için getirilen birkaç hurma bereketlenip herkesi doyuracaktı. Benzeri bir bereketi Ümmü Âmir’in getirdiği hurma ezmesi ve Ebû Râfi’in pişirdiği koyunda göreceklerdi.

Derken, neşide ve kafiyeli sözlerle başlayıp devam eden ve zaman zaman gelen bu türlü ikramlarla şenlenen hendek kazımı tamamlanmak üzereydi. İşini erken bitirenler, geride kalanlara yardım ediyor ve böylelikle düşman önünde yekvücut olduklarını fiilen de göstermiş oluyorlardı. Kazma işlemi tam altı gün sürmüştü ve artık ortada, müşriklerin gelip de önünde duracakları geniş ve uzun bir engel vardı! İş bittiğinde Mekke ordusu da Medine’ye yaklaşmış, neredeyse Uhud’a dayanmıştı.

Artık savaş kapıya dayanmıştı ve Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) de, o ana kadar kazım işinde kendilerine yardımcı olan çocuklarla kadınların geri çekilerek muhkem yerlere dönmeleri emrini verdi.

Saflar Netleşiyor

Medine’ye yine Abdullah İbn Ümmi Mektûm’u vekil bırakmıştı. Kadınlarla çocukları daha güvenli olan bölgelere yerleştirmişler, dışarıdan gelmesi muhtemel saldırılara karşı da etraflarına engeller koyarak tedbir almışlardı.

Yanında üç bin kişilik bir ordu vardı; Muhâcirînin sancağını Zeyd İbn Hârise, Ensârınkini ise Sa’d İbn Ubâde taşıyordu. Hen­dek’in parolası, “Onlar asla yardım görmeyecekler.” manasında ‘Hâ Mîm; Lâ Yunsarûn’ idi.

Sırtını Sel’ dağına verecek, Hendek’i de önüne alarak burada teyakkuzda bekleyecekti. Hedeflenen yere gelindiğinde buraya Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) için bir çadır kuruldu; ashâbını buradan yönlendirecekti.


Dipnot:

  1. O gün bunları Allah Resûlü’nden dinleyen Selmân-ı Fârisî, Efendimiz’in o gün müjdesini verdiği bu hususların hepsini daha sonra bizzat gördüğünü anlatacaktır. Bir kısmı Hz. Ömer, diğer bir kısmı da Hz. Osman zamanında fethedilmişti. Bu hadislerden hareketle Ebû Hureyre de, kıyamete kadar fethedilecek olan yerlerin tamamının, daha o günden Allah Resûlü’ne bildirildiğini söylemektedir. Bkz. İbn Hişâm, Sîre, 4/176; İbn Seyyidinnâs, Uyûnu’l-Eser, 3/419
  2. Bkz. Ahzâb, 33/12
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.