Peygamberlere Saygısızlığın Dinî Hükmü

277

1. Peygambere saygı göstermenin önemi
Peygambere saygısızlığın dinî neticeleri gibi önemli bir konu­ya girmeden önce şunu belirtmeliyiz: İslâm inancına göre, “peygamber”in taşıdığı ana özellikler, kendisine inanılması ve saygı gösterilmesi bakımından son peygamber Muhammed Aleyhisselâm ile ondan önce gelip geçmiş peygamberler arasında hiçbir fark yoktur. İlmihal seviyesindeki din eğitiminin programı için­de yer alan, Müslümanların çoğu tarafından ezberlenen ve hemen hemen her yatsı namazının sonunda okunan “Âmene’r-Resûlü” âyetlerinin ilk cümleleri bu gerçeğin açık ifadelerinden biridir: “Bizzat Peygamber, Rabbinden kendisine indirilen vahye iman etti, Müminler de iman ettiler. Bunların her biri Allah’a, onun melekle­rine, kitaplarına ve peygamberlerine inandı. O’nun peygamberlerin­den hiç biri arasında ayırım yapmayız.”1 Aslında bütün İlâhî din­lerin ve mukaddes kitapların tutumu bundan farklı değildir. Yani sonra gelen peygamber önceki peygamberleri onayladığı gibi önce­ki peygamberler de kendilerinden sonra peygamberler geleceğini ve İlâhi daveti sürdürüp tamamlayacaklarını haber vermişler, ümmet­lerinden onlara da iman etmelerini istemişlerdir. Kur’ân-ı Kerîm’de önceki peygamberlerin bu ifadelerini nakleden âyetler mevcuttur.2 Ancak bunun bir istisnası vardır: Son Peygamber Muhammed Aleyhisselâm. Zîrâ O, peygamberlerin sonuncusu olduğunu haber ver­miştir.3 Binaenaleyh peygambere hürmetin öneminden ve ona saygısızlığın dinî sonuçlarından söz ederken, bu konuya bütün hak peygamberler dâhildir.

Peygambere saygı, onun yüklenmiş olduğu İlâhî görevin bir icabıdır. Gerçi peygamber de bir insandır. Hz. Îsa da dâhil hiç bir peygamber insanüstü bir özelliğe sahip değildir. Ancak Cenâb-ı Hak, kendi mesajını insanlara iletecek ve onları yer­yüzündeki “halife”si olgunluğuna eriştirecek olan peygamberleri insanlar arasından seçmiş ve tâbir caiz ise özel bir eğitim ile yetiş­tirmiştir. Peygamber dinin tebliğcisidir. Ancak kendisi iletişim kurduğu yüce âlemden İlâhî mesaj alıp insanlara tebliğ eder. Bu mesaj kişilerin bütün fikir ve duygu âlemlerine, bütün davranış­larına yön verme durumundadır. Buna mukabil insanlar mesajın İlâhî kaynaklı olup olmadığını doğrudan kontrol etme imkânına sahip değildir. Yapabilecekleri yegâne şey; mesajı iletenin dürüst, saygıdeğer, inanılır ve güvenilir olup olmadığını tespit etmektir. Gerçi bu noktada, mesajın, aklı tatmin edişi veya en azından akıl prensiplerine ters düşmeyişi ve bir de peygamberin göstereceği mû­cize faktörleri de söz konusudur. Ne var ki filozof da aklı tatmin edici açıklamalar yapabilmekte, büyücü veya para-psikoloji alanın­da etkili olanlar da tabiatüstü görünümü veren hâdiseler meydana getirebilmektedir.

Peygamberin şahsiyeti, insanlara sunduğu mesajın İlâhî kay­naklı olduğunun garantisini teşkil ettiği gibi, bu mesajın gereklerini yerine getirme açısından da büyük bir önem taşır. Çünkü insan­lar, çeşitli kesimleriyle büyük kitleler (ümmet) mücerret fikirleri anlayıp benimsemekte ve hayatlarında tatbik etmekte güçlük çe­kerler. Bu fikirleri kendilerine sunanların hareket ve davranışları­na bakmak, onların şahsiyetlerini örnek almak isterler. Bu sebeple de peygamber, İlâhî mesajı tebliğ ettikten başka, bizzat ona uygun bir hayat örneği veren, kâmil insan tipini canlandıran şahsiyettir, İslâm inancına göre “peygamber” budur ve gelip geçen bütün pey­gamberler bu üstün özelliklere sahip olmuşlardır.

Peygamberin gerek hayatında, gerek ebediyete göçüşünden sonra fonksiyonunu yerine getirebilmesi için sahip olduğu üstün şahsiyetin korunması gerekiyor. Onun şahsiyeti iftiralar, yanlış yorumlar, maksatlı tefsirlerle zedelenince getirdiği dinden şüphe edilmeye başlanır. Böylece İlâhî mesaj, yani vahiy etkili olmaktan çıkar. İnsanlar dinin gerçeklerini tahrif ederek bozmaya ve kendi nefislerine uymaya başlarlar.

Kur’ân-ı Kerîm’de adı geçen 30’a yakın peygamberden övgü ve saygı ile bahsedilmekte, onların şahsiyetlerini zedeleyecek ve İlâhî gö­revlerini etkisiz hâle getirecek hiçbir hata onlara nisbet edilme­mektedir. İslâm âlimleri, peygamberlerin suçsuzluğu, günah işlemek­ten korunmuş (masum) olduğu konusu üzerinde önemle durmuşlar; tefsir, hadis, kelâm, peygamberler tarihi (kısas-ı enbiyâ) gibi ilim dallarında meydana getirdikleri eserlerde bu konuyu da işlemişler­dir. Hattâ İslâm literatüründe konuyla ilgili olarak “İsmetu’l-enbiyâ” adıyla müstakil bir telif türü meydana getirilmiştir. Yine Kur’ân’da son peygamber Muhammed Aleyhisselâm’ın seçkin vasıf­larından bahseden, Allah nezdindeki üstün değerinden söz eden birçok âyet vardır.4 Bu tür âyetlerde Allah’ı sevmenin ve O’nun ta­rafından sevilmenin ancak Peygamber’ini sevmek ve O’na uymakla mümkün olduğu ifade edilmekte,5 Hz. Peygamber’e itaatin Allah’a itaat anlamına geldiği haber verilmektedir.6 Hattâ O’na seslenirken herhangi birine sesleniyormuş gibi davranmaktan,7 O’na yüksek sesle hitap etmekten,8 huzurunda edebe aykırı davranışlarda bulunmaktan,9 Müslümanlar men edilmektedir. Konuyla ilgili olan (ve ülkemizde bazı yerlerde, her Cuma namazında, hatibin minbere çıkışından önce müezzin tarafından okunan) bir âyet-i kerîmenin meâli şöyledir: “Şu bir gerçek ki bizzat Allah da, melekleri de Peygamber’e övgü ve senâda bulunurlar. Ey iman edenler! Siz de ona salâvat getirin, hürmet ve tâzîm ile kendisini selamlayın.”10

Yine Kur’ân-ı Kerîm’de, Hz. Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem), her konuda hakem kabul edilmesi, onun tarafından verilen hüküm ve bulunan çö­zümlerin tam bir gönül hoşluğuyla benimsenmesi mümin olmanın şartı olarak kabul edilmiş,11 dille veya başka vasıtalarla ona ezi­yet edilmesi kesinlikle yasaklanmıştır. Birçok âyette “Allah” ve “Resûl” veya “Nebi” beraber zikredilmiş ve biri için gerekli gö­rülen haklar diğeri için de gerekli görülmüştür.12 Bilindiği üzere Saadet Asrı’nın Medine döneminde (M. 622-632) İslâm Devleti kurul­muş bulunuyordu. Bu defa devlet otoritesine karşı çıkamayan mu­halifler (münafıklar ve Yahudiler) Hz. Peygamber’i dedikodularla yıpratmaya, edebe aykırı söz ve davranışlarla gözden düşürmeye ça­lışmışlardır. Kur’ân’da bu tür fiiller de kesinlikle yasaklanmış ve bu yollarla Resûlüllah’a eziyet edenlerin acıklı bir azaba çarptırıla­cakları haber verilmiştir.13 Konuyla ilgili âyetlerden birinin meâli şöyledir: “Şüphe yok ki Allah’a ve Peygamberine eziyet edenleri Cenâb-ı Hak dünyada da âhirette de lanete uğratmış ve onlara horlayıcı bir azap hazırlamıştır.”14

2. Saygısızlığın tarifi ve tarihçesi

Peygamberler tarihiyle ilgili Kur’ân âyetlerinde söz konusu edilen ve inkârcılar tarafından onlara yönelik olarak yapıl­dığı haber verilen saygısızlıkları iki noktada toplamak müm­kündür: Maddî ve bir de mânevî tecavüz. Maddî tecavüz peygamberin şah­sına yöneltilmiş dövme, yaralama, öldürme türünden fiiller olabildiği gibi peygamberle birlikte inananlarına karşı kitle seviyesinde yöneltilmiş boykot, savaş ve benzeri şekillerde de olmuştur. Pey­gamberler tarihinin incelenmesinden anlaşılacağı üzere mücadele etmek mecburiyetinde kalmayan, inkârcılardan eziyet görmeyen ve saygısız davranışlarla karşılaşmayan hiçbir Allah elçisi yoktur. Kur’ân’da, bu tarihî realite Resûl-i Ekrem Efendimiz’e, bir teselli vesilesi ola­rak bildirilmektedir.15 Mânevî tecavüze gelince, bunun, Resûlüllah Sallâllahu Aleyhi ve Sellem’e karşı yapılmış olanının genel hatları Kur’ân’da “eziyet” olarak belirtilmiştir. Eziyet alay etme, küçümse­me, çekiştirme, ayıplama, iftira etme, aile hayatını karalama vb. şekillerde olabilir. Bütün bunlara doğrudan veya dolaylı olarak de­ğinen âyetler mevcuttur.16 Peygambere yönelik maddî eziyet onun hayatta bulunmasına bağlı olduğu hâlde mânevî eziyetin zaman açısın­dan bir sınırı yoktur. Hattâ denebilir ki mânevî eziyet peygamberin asrından uzaklaştıkça etkisini artırabilir. Çünkü iftira ve ithamlara konu teşkil eden şahsın çağdaşları ve bunlarla bizzat görüşen nesiller hayatta olduğu dönemlerde karalamalar etkili olacak çev­reler bulamaz. Fakat zaman uzadıkça işin gerçeğine yakından vâkıf olanlar aradan çekilir, dedikodular gelişerek yayılır, kolaylıkla etki­leyebileceği çevreler bulur.

İslâm literatüründe peygambere saygısızlık “seb” ve “şetm” kelimeleriyle ifade edilmiştir. Bu kelimeler sözlükte, sövmek anla­mına gelir. Türkçemizde küfretmek anlamındaki sövmenin konu­muzla bir ilgisi yoktur. Çünkü bir sinir boşalması olan bu tür kaba ifadenin herhangi bir insana karşı bile kullanılması çok çirkin bir olaydır. Peygamberlere veya diğer yüksek şahsiyetlere yöneltilen seb ve şetm; dil uzatmak, ta’n etmek, şahsiyet zedeleyici ve yara­layıcı asılsız tenkitlerde bulunmak mânâlarına gelir.

Hz. Peygambere karşı gösterilebilecek saygısızlıkların dinî hük­münü ilk defa detaylı bir şekilde konu edinen ve eş-Şifâ adlı eseri sonraki çalışmalara kaynak teşkil eden Kadı Îyâz (öl. 544/1149) seb veya şetmi şöyle tasvir eder: “Peygamber Aleyhisselâm’a doğ­rudan dil uzatan, onu ayıplayan, bizzat kendisine, soyuna, dinine veya ona has vasıflardan birine bir eksiklik ve kusur nisbet eden, ona dolaylı bir şekilde dil uzatan, yahut da şahsiyetini yaralamak, hakaret etmek, şânını küçümsemek, küçük düşürmek ve ayıplamak maksadıyla birine veya bir şeye benzeten kimse ona sebbetmiş olur…

Aynı şekilde Resulullah’a lânet okuyan, beddua eden, zarar görmesini is­teyen, yermek amacıyla makam ve şerefine yakışmayan şeyleri ona nisbet eden, onun yüce katına münasebetsiz, asılsız ve çirkin sözler yakıştıran, mâruz kaldığı bazı musibet ve problemleri diline dolayarak kendisini ayıplayan, yahut da herkeste vuku bulabi­lecek bazı beşerî arızaları bahane ederek onu gözden düşürmeye çalışan kimse de ona sebbetmiş olur. Bütün bu saydıklarım Ashâb-ı Kiram döneminden itibaren İslâm âlimleri ve fetva adamlarının it­tifak ettiği hususlardır.”17

Kur’ân-ı Kerîm’den ve peygamberler tarihiyle ilgili eserlerin incelenmesinden anlaşılacağına göre, hemen bütün peygamberler, hitap ettikleri insanların eziyetlerine ve saygısızlıklarına mâruz kal­mışlardır. Bu, hakla bâtılın, ilimle cehaletin, faziletle rezaletin mücadelesinden çıkan kaçınılmaz bir sonuçtur. Fikirden yoksun, fazi­letten uzak, mâneviyat ve gönül dünyasıyla ilgisi kesilmiş her birinin başvurduğu çare budur: Kaba-kuvvet, tecavüz, iftira, ka­ralama…

Hz. Peygamberin Saadet Asrı’nda ona dil uzatanlar müşrikler, münafıklar ve Yahudiler olmuştur. Bu saygısız cephenin ortak nok­tası İslâmiyet’in doğuşuyla menfaatlerinin zedelenmiş olmasıydı. Mekke müşrikleri, Kâbe’ye sahip olmanın avantajını istismar ede­rek hemcinslerine nispetle üstün haklar taşıdıklarına inanıyorlardı. Temel haklarda bütün insanların eşit olduğunu ilân eden İslâmiyet’in tebliğcisine bu sebeple cephe almışlardı. Medine’deki münafıkların durumu da bunun bir benzeriydi. Medine civarındaki Yahudi kabilelerine gelince, İslâmiyet güneşinin Medine ufuklarında doğuşu onların özellikle sömürüye dayanan ekonomik menfaatlerini alt-üst ediyordu. Buna bir de tarihî fitne temayüllerini ve kıskanç­lık duygularını eklemek lâzımdır.

Bununla beraber Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem), şahsına yönelik olup Müslüman cemaatin dinî hayat ve sosyal bünyesini saracak seviyeye ulaşmayan tan ve saygısızlıklara göz yummuş, bu tür davranışlara karşılık vermek suretiyle içe dönük bir huzursuzluğun ortaya çıkmasına yol açmak istememiştir. Ancak İslâm devletiyle imzaladık­ları anlaşmayı bozan ve düşmanla işbirliği yapan Yahudileri cezalandırmış, Müslümanların varlığı ve birliği için tehlike arz eden, fitne ve anarşi odakları haline gelen Kâ’b b. Eşref gibi sayıları sınırlı bazı zorbaları bertaraf etmiştir.

Asr-ı Saadet’in Medine döneminde Peygamber’e ve Müslümanlara eziyet eden, İslâm birliğine karşı cephe alan, bu sebeple de haklarında “vur” emri çıkarılan (demi heder edilen) bazı kişiler olmuştur. Bunların sayısı, Zürkani’nin tespitine göre, altısı kadın olmak üzere on beştir. Eziyetlerinin genel karakteri başta Hz. Pey­gamber olmak üzere Müslümanları yermek ve İslâm dinine dil uzatmaktı. İslâmiyet’in doğuşu sırasındaki Arap dünyasında şiir yo­luyla yapılan yerme (hiciv), fertler, kabileler ve toplumlar arasın­da kullanılan en etkili mânevî bir silâhtı, tıpkı bugünün basın dünyası gibi. Hicve maruz kalan taraf en büyük hakaret ve tecavüze uğradığını kabul eder, buna mutlaka karşılık vermek isterdi. Çünkü şiire çok düşkün olan Arap kavimleri onu kitleler arası bir haberleşme vasıta­sı, kitlelerin psikolojisini ve değer hükümlerini etkileyen bir faktör kabul ediyordu. Bununla beraber siyer ve tarih kaynaklarından an­laşılacağı üzere haklarında ‘’vur” emri çıkarılanların sadece 4-5 ta­nesi öldürülmüş, diğerleri Müslüman olmuş veya yeniden İslâm’a dönerek Hz. Peygamber’den özür dilemiş, böylece herkesin sahip olduğu insan haklarına onlar da kavuşmuştur.

Son peygamber Muhammed Aleyhisselâm’a, kendi hayatında say­gısızlık gösteren, biraz önce söylediğimiz üzere, müşrikler, münafık­lar ve Yahudilerdi. Bir de dinden dönen, sayıları sınırlı bir kaç kişi. Sonraki yüzyıllarda ise bazı gayrimüslimler, azınlıklar (zimmîler), bir de Müslüman göründüğü halde Kelâm ve Mezhepler Tarihi mütehassıslarınca İslâm dışı kabul edilen ve literatürümüzde genellik­le Bâtınîler (gulat) diye adlandırılan aşırı gruplar.

Bilindiği üzere bütün samimi Müslümanların gönlünde Resûl-i Ekrem’in müstesna bir yeri vardır. O’nun kullandığı eşyadan ve kesip attığı sakaldan (Hırka-i Şerif, Sakal-ı Şerif, Emânât-i Mu­kaddese) tutunuz da adına (Muhammed, Ahmed, Mustafa), yaşayış tarzına, hanımları ve çocuklarına… kadar birçok hatırası Müslümanların gönül aydınlığı olmuştur. Münafıklar müstesna, hiçbir Müslüman bilerek ona saygısızlık göstermeyi hayalinden bile geçirmez. Bu sebepledir ki son devirlere kadar İslâm tarihi boyunca hiçbir Müslüman tarafından Hz. Peygambere karşı dil uzatma, sebbetme vaka­sına rastlanmamıştır. Vuku bulmuş birkaç hâdise varsa bunlar ka­sıtsız, fuzûli konuşma sırasında, dolaylı bir şekilde olmuştur.

İslâm dünyasının dışında doğru gelişen materyalizm ve emperyalizmin tesiriyledir ki, yaklaşık bir asırdan bu yana, bazı Müslüman ülkelerde Hz. Peygamber’e (sallallahu aleyhi ve sellem) karşı saygısızlık temayülleri baş göstermeye başlamıştır. Buna dünya çapındaki misyoner faaliyetlerinin etkilerini de ekle­mek lâzımdır. Zîrâ gerek komünistler, gerek sömürgeciler ve gerek misyonerler çok iyi bilmektedir ki, Müslüman ülkelerde başarılı ol­manın ilk şartı, Müslümanların gönlünde taht kurmuş bulunan Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) sevgisini yok etmek, dolayısıyla onlardaki direnme gü­cünün kaynağını teşkil eden İslâm engelini ortadan kaldırmaktır. Özellikle son yıllarda bir kısım yayın organlarında gittikçe dozajını arttıran saygısızlık cüretlerini, doğrudan materyalizm, emperyalizm ve mis­yoner faaliyetleriyle yahut da hasis menfaatleri uğrunda bunlara yardım eden veya bilmeyerek âlet olan gruplarla açıklamaktan baş­ka makul bir yol yoktur.

3. Peygambere saygısızlığın cezası

Saygısızlığın tarifinden ve bu konuda bazı âlimlerin görüş­lerinden yukarıda bahsetmiştik. Konuyla ilgili eserlerde say­gısızlık kabul edilen hususları şöylece sıralamak mümkün­dür:

Sövmek (seb ve şetm) : Dil uzatmak, şahsiyet zedeleyici ithamlarda bulunmak.

Ayıplamak (ta’yip) : Akıl, din ve örf açısından doğru ve güzel bulunmayan hususları nisbet etmek. Bu hususlar peygambe­rin bedeni, huyu veya hayatıyla ilgili olabilir.

İftira (kazif) : Zina ettiğini iddia etmek veya veledi zina olduğunu söylemek.

Fizyonomisini değişik olarak anlatmak: Siyah, cüce, kör, topal… diye vasıflandırmak.

Alay etmek, hafife almak.

Dolaylı ve üstü kapalı bir şekilde yukarıdaki hususları ifa­de etmek (ta’riz).

Tespit edebildiğim kadarıyla Hz. Peygambere saygısızlık gös­termenin dinî hükmü konusunu ilk kez ele alıp etraflıca inceleyen Kadı îyâz olmuştur (öl. 544/1149). Ancak mesele ilk dönemlerden itibaren İslâm âlimlerince ele alınmış ve detaylı bir şekilde tartışıl­mıştır. Kadı İyâz’ın naklettiğine göre Abbasî halifelerinden Harun Reşid, Hz. Peygamber’e (sallallahu aleyhi ve sellem) dil uzatana verilecek ceza hakkında İmam Mâlik’in görüşünü sormuş ve Irak’lı âlimlerin, dayakla cezalandırabileceği tarzında fetva verdiklerini sözlerine ilâve etmiştir. Mâ­lik bu tarz fetvaya öfkelenmiş ve halifeye şöyle cevap vermiştir: “Ey müminlerin emiri! Peygamberlerine dil uzatıldıktan sonra Müslümanların varlığı nasıl devam edebilir? Peygamberlere dil uzatan (söven) öldürülür, Ashâb-ı Kirâm’a dil uzatan ise dayakla cezalan­dırılır.” Kadı Îyaz’ın kanaatine göre söz konusu Irak âlimlerinin görüşü ciddiye alınmamalıdır. Çünkü Peygambere sebbedenin ölüm­le cezalandırılması hakkında âlimlerin ittifakı (icmâ) vardır.18 Bazı İslâm bilginleri bu konuda risaleler yazmışlardır.

A. Müslüman’ın dil uzatması

İslâm ahkâmına göre Kâinat’ın Efendisi Muhammed Aleyhisselâm’a dil uzatmanın suç olduğu şüphesizdir. Bu suçu işleyen kimse Müslüman’sa cezası ölümdür. İslâm âlimleri bu dinî hüküm için Kur’ân’dan ve Hz. Peygamber dönemindeki uygulamalardan çeşitli de­liller bulmuşlardır. Kur’ân-ı Kerîm’de Resülullah’a (sallallahu aleyhi ve sellem) eziyet edenlerin, O’nunla alay edenlerin, O’nu küçümseyenlerin dünyada ve âhirette lânete uğratıldıkları, horlayıcı ve elem verici azaba mâruz bırakıla­cakları, dünyada ve âhirette cezalandırılacakları ifade edilmektedir.19 Asr-ı Saâdet’te sayıları fazla, olmasa da bu suçları sebebiy­le can güvenlikleri kaldırılanların (demi heder edilenlerin) bulunduğu da bilinmekte­dir. Halife Ebû Bekir’e adamın biri ağır sözler sarf etmiş, o da ka­bul etmeyerek gerekli cevabı vermiş; hâdiseye şahit olan Ebû Berze de, “Ey Resûlüllah’ın halifesi, müsaade et de şu adamın boynunu vurayım.” demiştir. Hz. Ebû Bekir ise kendisine şu cevabı vermiştir : “Bu ancak Resûlüllah’a yapılan bir eziyet için verilebilecek cezadır.” Halifenin bu hükmüne ashaptan kimse itiraz etmemiştir.

Emevî Halifesi Ömer b. Abdülaziz de aynı mahiyette hüküm ver­miştir.20 Ancak üzerinde ittifak edildiği söylenen bu genel hük­mün ayrıntılarına inmek ve suçun işleniş şekliyle işleyenin duru­muna göre farklılık arz eden sonuçları ayrı ayrı değerlendirmek ge­rekmektedir.

Yukarıda altı madde hâlinde sıraladığımız saygısızlık ifade­lerinin sonuncusu olan dolaylı dil uzatma (ta’riz) doğrudan ölüm hükmünü giymez. Bu tür ifadeler kullanan kimsenin genel durumu incelenmeli ve sözlerinden ne kastettiği araştırılmalıdır. İyi hâl sa­hibi olan, ithamları açık bulunmayıp dil uzatmayı kastetmediğini söyleyen kimse ölümle cezalandırılamaz, münasip bir şekilde uya­rılır veya tedip edilir.

Zor kullanılarak söz konusu suçu işlemeye icbar edilen kim­se ise herhangi bir şekilde cezalandırılamaz.21 Bu tür icbarlar İslâmiyet’in ilk yıllarında güçsüz bazı Müslümanlara tatbik edilmiş ve kendilerine saygısız ifadeler söyletilmiştir.

Hz. Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) hürmete şayan, tenkit dışı bir insan olduğunu bilmeyen bir Müslüman düşünülemez. Bununla birlikte Müslümanlığı yeni benimsemiş veya her nedense bu gerçekten haberdar olamamış kim­se mazur sayılabilir mi? Genellikle âlimler, kolay istismar edilebile­ceğini göz önünde bulundurarak bilmemeyi (cehalet) mazeret say­mamışlardır.22 Ancak başta Gazzâlî olmak üzere bazı âlimler, İslâmiyet’e yeni girmiş olanların, ayrıca maddî veya psikolojik engel­lerle karşılaşanların itikat konularında bir süre için mazur sayılabileceklerini kabul etmişlerdir.23 Meselâ peygamberlere beşerî zaaflar nisbet eden bugünkü muharref Kitâb-ı Mukaddes’in ifadelerinden etkilenen veya Hz. Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) hürmete şayan bir insan olduğunu kabul etmekle beraber bir dinî meseledeki davranışın İslâm’a yakışmayan ve hoş olmayan beşerî bir zaaf olduğunu bilmeyen kimse, geçici bir süre için mazur sayılabilir. Zaten böyle kişiler hatasında ısrar et­mez, uyarılınca gerçeğe hemen boyun eğer.

Bilmemek veya icbar altında bırakılmak gibi bir mazereti olmadığı hâlde açıkça peygambere dil uzatan kimsenin cezasının ölüm olduğu İslâm hukukçuları arasında ittifak edilen bir nokta ol­makla beraber bunun tatbik edilişi konusunda farklı görüşler ortaya çıkmıştır.

Peygambere sövme -hâşâ- gibi hiçbir Müslüman’ın havsala­sının alamayacağı bir suçu işleyen kimseye verilecek ceza konusunda sert hareket eden birçok âlime göre bu kişi zındık muamelesi­ne tâbi tutulur ve tövbe etmesi istenmeden ölüm cezası infaz edilir. Cenaze namazı kılınmaz, Müslüman kabristanına da gömülmez.

İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe dışındaki üç mezhep imamının da benimsediği rivayet edilen bir görüşe göre ise mürted muâmelesine tâbi tutularak tövbe etmesi istenir. Tövbe ettiği takdirde İslâm’a dönmüş olur. Fakat ölüm cezası düşmez. Çünkü irtidat Allah’a kar­şı işlenen bir suç olup tövbe ile ortadan kalkar, sahibi de cezadan kurtulur. Peygambere sövme suçunda ise onun şahsı açısından kul hakkı statüsüne girmiştir. Kul hakkı ise tövbe ile ödenmiş olamaz. Binaenaleyh suçlu öldürülür; fakat Müslüman olduğu için cenaze namazı kılınır, diğer hukukî işlemleri de buna göre yürütülür.

Başta Ebû Hanife ve diğer Hanefî hukukçuları olmak üzere Şafiî’den gelen tercihe şâyan rivayete ve diğer iki imamın da bir gö­rüşüne göre peygambere söven kimsenin tövbe etmesi istenir, şayet tövbe ederse ölümden kurtulur. Aksi takdirde mürted kabul edilerek ceza uygulanır, Müslüman muamelesine tâbi tutulmaz.24

B. Gayrimüslimin dil uzatması

Dört halife devrinde ve sonraki dönemlerde İslâm fetihlerinin hızla yayılması ve bütün müesseseleriyle İslâmiyet’in kendini ka­bul ettirip hâkimiyetini kurmuş olması sebebiyle olacaktır ki, bu karşı durulmaz maddî ve mânevi gücün muhaliflerinde, azınlık hâ­linde veya başka statüye sahip gayrimüslimlerde psikolojik tepki­ler meydana gelmiştir. Bu tepkilerden biri de Kâinatın Efendisi Muhammed Aleyhisselâm’a dil uzatmaktır. İslâm hukukçuları bu tür davranışlara engel olmak için hukukî tedbirler düşünmüşlerdir. İmam Şâfî’ye (öl. 204/820) göre, devlet reisinin azınlıklarla yapacağı an­laşmalarda onlara karşı daima şu şartları öne sürmelidir. Bu kaçınılmaz şartları kabul etmeyen gayrimüslimlerle anlaşma yapılamayacağı gibi kabul ettikten sonra ihlal edenin garantisi de ortadan kalkar.

Kur’ân’a, İslâmiyet’e ve Hz. Peygamber’e dil uzatmamak.

Nikâhla bile olsa Müslüman kadınla cinsi ilişki kurmamak (İslâmiyet’te gayrimüslim erkeğin Müslüman kadınla evlenmesi ya­saktır).

Müslüman’ı dininden uzaklaştırmaya çalışmamak.

Düşmanla işbirliği yapmamak.25

Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) döneminde haklarında “vur” emri çıkarılan gayrimüslimlerin bulunduğu malûmdur. Bunların hepsi Müslüman cemaate karşı düşmanlık yapmış değildi. Bir kısmı sadece Resülullah’a sebbettiği için ölüme mahkûm edilmiştir. Binaenaleyh gayrimüslimin böyle bir suçunun cezası ölüm olmalıdır.26 Ashâb-ı Kiram devrinde de benzer hâdiseler olmuş ve aynı ceza ile sonuçlanmış­tır.27

Ancak gerek Asr-ı Saâdet’te, gerek onu takip eden dönemde mey­dana gelen ve ölüm cezasıyla sonuçlanan olaylarda suç unsurlarının tam tahlilini yapmak mümkün değildir. Ayrıca anlaşmalı gayrimüs­limlerin aynı dönemlerde işledikleri bu tür suçların bazen ölümle cezalandırılmadığı da göze çarpmaktadır. Ebû Hanîfe ve diğer Hanefî âlimlere göre Hz. Peygamber’e (sallallahu aleyhi ve sellem) dil uzatan gayrimüslim, bu hare­ketiyle anlaşmasını bozmuş sayılmaz; binaen aleyh hemen öldürülmeyip münasip bir şekilde tedip olunur. Ancak ısrarı hâlinde dev­let başkanı tarafından siyaseten katline hükmedilebilir.28

Bazı önemli hususlar

İslâmiyet’i yeni benimsemiş veya karşı çıkılmaz sebeplerle İslâmî konularda cahil kalmış bazı kimselerle münafıklar hâriç, bütün Müslümanlar, Peygamberlerine karşı samimi ve engin hürmet duyguları beslerler. Bu, her şeyden önce Kur’ân-ı Kerîm’in emir ve tavsiyesidir. Kendi tutumu da aynı mahiyettedir. Kur’ân’ın bu üslûbu sadece, “Rahmeten li’l-âlemîn” (kâinatın rahmet vesilesi) olarak gönderilmiş bulunan Muhammed Aleyhisselâm için29 değil, Kitâb-ı Mukaddes’te de adı geçen ve Yahudilerle Hristiyanların da ka­bul ettiği bütün peygamberler için söz konusudur. Müslümanlar bu asil duygularını daima korumuşlar ve bu duyguyu zayıflatıp tahrip edecek faktörleri bertaraf etmeye çalışmışlardır.

Resûl-i Ekrem Efendimiz’in “Benim adımı kullanabilirsiniz; ama künyemi kullanmayın.”30 buyurduğu sahih olarak rivayet edilmiş­tir. Fakat başka rivayetlerden, onun, künyesinin (Ebü’l-Kasım) de kullanılmasına müsaade ettiği anlaşılmaktadır.31 Hz. Ömer’in de önceleri “Muhammed” adının ve diğer peygamberlere ait isimlerin kullanılmasını yasakladığı, fakat sonra buna müsaade ettiği, hattâ kendi çocuklarına da Muhammed adı taktığı rivayet edilir.32 Bu tür nakillerde göze çarpan yasaklar, Hz. Peygamber’e (sallallahu aleyhi ve sellem) gösterilmesi gereken hürmeti koruma esasına dayanır. “Muhammed” adını veya “Ebü’l-Kasım” künyesini taşıyan birine karşı kullanılabilecek saygı­sız bir ifade dolaylı bir şekilde de olsa Resülullah’a (sallallahu aleyhi ve sellem) yapılmış olma vehmini uyandırabilir. Resûl-i Ekrem’in şahsiyeti, anılma şekli diğer­lerinden tam olarak ayrıldığı çevre ve zamanlarda ise bu mahzur ortadan kalkar. Bu noktada örf de önemli rol oynayabilir.

Yine peygamber saygısı prensibinden hareket eden İslâm âlim­leri gerek Resûl-i Ekrem’e (sallallahu aleyhi ve sellem) gerek diğer peygamberlere yöneltilmiş tenkitlerin sadece cevaplandırmak amacıyla nakledilebileceğini söylemişlerdir. Konuyla ilgili olarak detaylı bilgi ve tartışmaların ilim çevrelerinin dışına taşırılmasını ve halka aktarılmasını hiç bir şekilde doğru bulmamışlardır.

Kanaatime göre, bu noktada temas edilmesi gereken bir husus da şudur: İnsanların öyle davranışları vardır ki, işlendikleri çağa ve sosyal şartlara göre değerlendirilmesi gerekir. Bu davranışlar o ça­ğın sosyal şartları içinde gayet tabiî karşılanırken günümüzde ya­dırganabilir. Hattâ ayıp ve kusur telâkki edilebilir. Bu söylediklerime Hz. Peygamber’in hayatından da örnekler bulmak mümkündür.

Resûl-i Ekrem’in (sallallahu aleyhi ve sellem) Hicrî-Kamerî takvime göre 63 yıl süren hayatının ilk 25 yılı bekârlık devresine aittir, ikinci 25 yılı kendisinden 15 yaş büyük olan Hatice Validemiz’le geçmiştir. Onun vefatı üzerine aile ocağının düzenini korumak amacıyla kendisin­den çok yaşlı bir hanımla evlenmiştir. Ömrünün son 7-8 yılı ise Arap kabileleriyle dinî-siyasî münasebetlerin kurulduğu, ihtida ve fetihlerin ço­ğaldığı bir dönem olduğundan, bu devirde Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), birden fazla kadın himaye ve haremine almıştır.

Hz. Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) özel hayatı, İslâm fıkhının ibadet, muamelât, kadınlara mahsus haller, ceza hukuku bakımından bir model ve kay­nak durumunda olduğundan ayrıntılı bir şekilde sonraki dönemlere rivayet yoluyla intikal ettirilmiştir. Tabiî bu rivayetlerin içinde ha­dîs tekniği açısından doğru (sahih) olmayanlar da vardır. Namaz gibi en açık, en yaygın bir ibadetin Resülullah’tan alınış ve sonraki nesillere aktarılışında dört mezhebin hayli farklı tespitleri bulundu­ğuna göre, onun aile hayatıyla ilgili daha çok farklı tespitlerin var oluşu da rivayet tekniği açısından gayet tabiîdir. Bu tür rivayetle­rin hepsini vuku bulmuş telâkki etmek, dinî gerçekler sanıp uyulmasını tavsiye etmek elbette doğru değildir. Ve bunları indî yorumlarla abartıp halka aktarmak, yâr u ağyarın önüne sürmek -art niyet­lerin veya marazî ruhun mahsulü değilse- gaflet ve basiretsiz­liğin sonucu olmalıdır. İşte Hâtemü’l-Enbiyâ Efendimiz’in hukuku (hakları) konusunda en güzel kitabı yazan Kâdı İyâz’ın yanlış anlaşılmasın­dan endişe ettiği, halka aktarılmasında mahzur bulduğu ve Hz. Peygamber’e (sallallahu aleyhi ve sellem) saygısızlık telâkki ettiği hususlar bu tür konulardır.33

Peygamberlerde bulunan en üst seviyedeki olgunluk vasıfları­nın, günahtan korunmuş olma özelliğinin (ismet) kendisinde veya bir başkasında bulunduğunu iddia eden kimse de peygambere kar­şı saygısız davranmış olur. Allah’tan başka hiçbir varlığın (melek­ler dâhil) peygamberden üstün olamayacağını bilmek ve değerlen­dirmelerini ona göre yapmak her Müslüman’ın dinî görevidir.

Allah’tan başka hiçbir varlığa tanrılık nisbet etmemek, yalnız O’na kulluk etmek İslâm’ın ana prensibidir. Bunun dışında kalan her türlü saygı, sevgi ve nazik davranışı Hz. Muhammed’den (sallallahu aleyhi ve sellem) esirgeme­mek de Müslüman olmanın sembolüdür. “Muhammed” adı, “Pey­gamber” (Nebî, Resul) kelimesi ibadetlerimizin ayrılmaz bir parçası hâline gelmiştir. Ezanda, kamette, tehiyyatta, salli-bâriklerde, diğer ibadet ve zikirlerimizde bu ad ve kelimeler her gün, her mümin tarafından yüzlerce defa saygıyla anılmaktadır. Yahudi ve Hristiyanların mahrum olduğu bu saygı nimetinin kıymetini bilmeli ve onların düştüğü mâneviyat bunalımına düşmemeliyiz.


Dipnotlar
1. el-Bakara, (2), 285.
2. bk. msl. Âl-i İmran, (3), 81; es-Saf, (61), 6.
3. el-Ahzab, (33), 40; Buhârî, “Menâkıb” 18; Müslim, “Fezâil” 22.
4. Bu konu için bk. Kadı îyaz, eş-Şifâ, (nşr. Muhammed Emin Karaali ve diğerleri), Dımaşk 1392, I, 51-135.
5. Âl-i İmrân, (3), 31.
6. en-Nisâ, (4), 80.
7. en-Nûr sûresi (24), 63.
8. el- Hucurat, (49), 2.
9. al-Ahzâb, (33), 53.
10. el-Ahzâb sûresi (33) 56
11. el-Nisa sûresi (4), 65.
12. bk. Muhammed Puad Abdülbâki, el-Mu’cemü’l-müfehres li el-fâzil-Kur’ân, “Resûl” ve “Nebî” maddeleri.
13. el-Bakara, (2), 104; et-Tevbe, (9), 61.
14. el-Ahzâb, (33), 57.
15. bk. mal. Âl-i İmrân, (3), 184.
16. bk. Muhammed Fuad Abdülbâki, el-Mu’cem, “Resûl” ve “Nebî” maddeleri.
17. Kâdı îyaz, eş-Şifâ (nşr. Muhammed Emin Karaali ve diğerleri), Dımaşk, 1932, II, 473-474.
18. eş-Şifâ, II, 492-493.
19. el-Mâide, (5), 33; et-Tevbe (9), 61, 65-66; el-Ahzâb (33), 57; el-Mücadile (58), 8.
20. Kâdı îyâz, eş-Şifâ, II, 491, 492; ayrıca bk. 485-487.
21. bk. en-Nahl, (16), 106 ve tefsiri,
22. bk. Zürkanî, V, 316.
23. Konuyla ilgili olarak bk. B. Topaloğlu, İslâm İtikadı Açısından Kıyafet ve örtünme (İslâm’da Kılık-Kıyâfet ve Örtünme), İstanbul 1987, s 22-24.
24. Kadı îyâz, eş-Şifâ, II, 448-495; îbn Teymiyye, es-Sârimü’l-meslûl alâ şatimi’r-Resûl, Haydarâbâd 1322, s. 296 vdd., 310, 322-326; Zürkanî, Şerhu’l-Mevâhib, v, 318 vdd.
25. Îbn Teymiyye, es-Sârimü’l-meslûl, s. 9-10.
26. Îbn Teymiyye, ag. esr., s. 108-165.
27. Aynı eser, s. 194-199.
28. Kadı Îyâz, eş-Şifâ, II, 566-574; Îbn Teymiyye, ag. esr., s. 4-12.
29. el-Enbiyâ, (21), 107.
30. Buharî, “Edeb” 106, Ebû Dâvûd, “Edeb” 66.
31. Ebû Dâvûd, “Edeb” 67-68.
32. Kadı îyâz, eş-Şifâ, II, 467-471.
33. bfe. eş-Şlfâ, II, 483, 484, 530-545.

Ergün Çapan/Yeni Ümit Dergisi

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.