Peygamber Yolu’nun Ruh ve Mânâ Boyutu

801

Bizim aksiyon ve düşünce hayatımızın temel dinamiği ruhî hayatımızdır; ruhî hayatımızı da dinî düşüncelerimizden ayırmamız mümkün değildir. Bu milletin her varoluş kavgası, İslâmî ruh ve mânâya sığınılarak gerçekleştirilmiştir.

“Peygamber Yolu”ndan kasıt, Efendimiz’in (sallallahü aleyhi ve sellem) vahyin rehberliğinde yaşayarak açtığı, mübarek sözleriyle izahını yapıp temel prensiplerini koyduğu, insan fıtratına en uygun; en kısa ve selâmetli tarzda ruhları tasfiye ve nefisleri tezki­ye eden, insanî latîfeleri inkişaf ettiren; bunun yanında cismanî is­teklerin ve bedenî arzuların aşılmasını sağlayan; esmâ, sıfât ve şuûnât-ı ilâhiye adına parlak bir ayna seviyesine ula­şmayı netice veren ve hedefi de sadece rızâ-i ilâhî olan yoldur. Bu yolu aslına uygun anlayan, bütün asırlara mikyas olacak misâlleriyle -her ferdin bu konuda eşit seviyede olduğu söylenmese bile- toplum olarak yaşayan ve eksiksiz bir şekilde bize aktaranlar da Efendimiz’in (sallallahü aleyhi ve sellem) ashabı olmuştur. Bundan dolayı daha sonra kaleme alınan İslâmî eserlerde bu yolun, özellikle ruh ve mânâ boyutuna, sahabe mesleği adı verilmiştir. Yazımızda bu mesleğin temel birkaç özelliğine değinmeye gayret edeceğiz.

Sahabe Mesleği

Efendimiz’in sohbetine katılıp onun boyasıyla boyanma şerefine eren, ölümü göze almadan imanlarını izhar edemeyecekleri zor bir dönemde İslâm’a sahip çıkan, bir ömür boyu yalana asla tenezzül etmeyerek sıdk ve sadâkatle dine hizmet eden ve böylece peygamberlerden sonra insanların en seçkinleri ve faziletlileri olma pâyesini kazanan Ashâb-ı Kirâm efendilerimizin, Allah’a kurbet yolunda takip ettikleri yola ‘sahabe mesleği’ denilmiştir. ‘Velâyet-i kübrâ’, ‘verâset-i nübüvvet’ ve ‘cadde-i kübrâ’1 ifadeleriyle de anılan sahabe mesleği, insanı bir bütün olarak ele alan ve onun sadece kalbini değil akıl, ruh, sır, nefis gibi latîfelerinin hepsini doyurmayı hedefleyen Peygamber Yolu’dur. Bu yol saadet asrından sonraki dönemlerde de Peygamber vârisi Hak Dostları tarafından en geniş cadde ve en selâmetli yol kabul edilmiştir.2 En geniş caddedir, zîrâ her mümin kendi fıtrat, kabiliyet ve gayretine uygun bir usûl ve seyirle bu yolda yürüyebilir. En selâmetli yoldur, çünkü keramet zannedilerek istidraçlar yaşama, ruhanî zevklere mağlup olma.. kısaca, kazanma kuşağında kaybetme tehlikesi bulunmamaktadır.

Sahabe Mesleğinin Bazı Temel Özellikleri

Sahabe Mesleği ruh ve mânâ boyutuyla incelendiğinde üç ana özelliğinin öne çıktığı görülmektedir. Bunlar Allah rızasını arama, engin bir ibadet hayatı ve hayatın her alanına sirayet eden güzel ahlâktır. Sahabe Mesleğini bütünüyle anlatmaya yetmese bile, bir fikir vereceği kanaatiyle bu üç konu üzerinde durmak istiyoruz.

Rızâ-ı İlâhî Hedefli Yaşamak veya Niyet Duruluğu

Sahabe Mesleğinin, konumuz açısından ilk önemli özelliği her meselede Allah’ın rızasını arama gayretidir. Rızâ-i ilâhî, yapılan amelin herhangi bir beklentiye bağlanmadan, ibadet Rabbimizin hakkı ve emri olduğu için yapılmasıdır. Zîrâ amel herhangi bir beklentiye bağlandığında o beklenti o amelin karşılığı olur ve o karşılık da beklentinin sığlığına mahkûm kalır. Zevk-i ruhanî de bu beklentilerden biri sayılmıştır. Zîrâ zevk-i ruhanî, amelin ona bağlandığı bir iş değildir, amele terettüp eden bir şeydir; amelin gayesi değil semeresidir.

Ayrıca kul açısından rıza, Allah’ın takdirlerini gönül rahatlığıyla karşılamak, zâhiren çirkin görünen acı hâdiselerde bile acele karar vermeyip O’nun icraatından hoşnut olmak, her şeyden önce ve her şeyden artık olarak O’nu sevmek, O’na yönelmek ve beklediklerini de yalnızca O’ndan beklemek anlamına gelir.

Sahabe Efendilerimiz karşılaştıkları her meseleye, “Acaba bu konuda Rabb’imizin bizden istediği nedir?” sorusuna cevap arayarak yaklaşmışlardır. O’nun razı olacağı hususları öğrenmek için de Kur’ân’a başvurmuş, kelâm-ı ilâhîye karşı gönül kapılarını sonuna kadar açmış ve marziyâtını kelâmından anlama hususunda tarihte eşine rastlanamayacak bir cehd ve gayret göstermişlerdir. Bu gayretin muvaffakiyetle neticelendiğini ise Cenâb-ı Hak bildiriyor: “Birinci dereceyi kazanan Muhacirler ve Ensar ile onlara güzelce tâbi olanlar yok mu? Allah onlardan razı, onlar da Allah’tan razı oldular. Allah onlara içlerinden ırmaklar akan Cennetler hazırladı. Onlar oraya devamlı kalmak üzere gireceklerdir. İşte en büyük mutluluk, en büyük başarı budur!”3

Sahabe mesleğinin önemli bir esası da yukarıda sözünü ettiğimiz Allah rızası gereği keşf, keramet, ilâhî sır ve tecellî gibi harikulâdeliklere talip olmamaktır. Zîrâ velâyet yolları içinde en güzeli, en müstakimi, en parlağı, en zengini, Sünnet-i Seniyye’ye ittibadır. Bu özelliğiyle sahabîlerin velâyeti “velâyet-i kübrâ” olarak adlandırılmış ve verâset-i nübüvvetten gelen bir velâyet olarak görülmüştür. Onlar, çoğu velilerin uğramak zorunda oldukları seyr ü sülûk duraklarına uğramadan lütf-u ilâhî ile doğrudan doğruya hakikate ulaşmışlardır.

Haddizatında, ashap harikulâde hâller bir yana, ibadetleri, salih amelleri ve dine hizmetleri mukabilinde dünyevî-uhrevî hiçbir beklentiye de girmemişlerdir. Kulluk hesabına ortaya koydukları hayırlı işleri Cehennem’den kurtulma ve Cennet’e girme mülâhazalarına kat’iyen bağlamamışlar; yapıp ettiklerini asla ebedî saadetin bir teminatı olarak görmemişlerdir. İbadet ve ubudiyetlerini sadece Allah rızası için yerine getirmiş; ateşten kurtulmayı da ebedî saadete nail olmayı da hep Allah’ın lütfuna dayanarak ve İlâhî rahmete ümit bağlayarak âdeta meccanen istemişlerdir. Onlar, asıl kerametin kesintisiz Allah’ın rızasına müteveccih bulunmada olduğuna inanarak bunun dışındaki bütün fevkalâdeliklerden irâdî olarak uzak durmaya çalışmış; iman, mârifet ve muhabbetin dışındaki harikulâde hâllere ve hatta, yukarıda işaret edildiği gibi, zevk-i ruhanî gibi mazhariyetlere karşı kapalı kalmayı tercih etmişlerdir. Daha sonra bu durum “maddî-mânevî füyûzât hislerinden feragat etme” şeklinde ifade edilmiştir.4

Gece Ruhban Gündüz Fürsân

Sahabeyi bir cümle ile anlatmak isteyenlerin6 söylemiş olduğu هُمْ رُهْبَانٌ بِالَّليْلِ وَفُرْسَانٌ بِالنَّهَارِ “Onlar gece rahip, gündüz atlıdırlar.” ifadesiyle sahabe mesleğinin birbirini tamamlayan iki temel özelliğine işaret edilmiştir:

1. Rahip zannedilecek kadar engin bir ibadet hayatı yaşamak… Elbette buradaki ruhbanlık, dünyayla ilginin tamamen kesilmesi, hiç evlenmeme, halka karışmadan ömrünü inzivada geçirme, bazı şeyleri kendine haram kılma vb. anlamlar taşımaz. Burada ruhban kelimesi, sahabenin, diğer ibadetlerin yanı sıra, özellikle gece ibadetine gösterdikleri titizliklerini ifade etmek için kullanılmıştır. Bu kelimeyi ilk söyleyen kişinin bir Hristiyan olduğu hesaba katılınca, onları anlatmak için kendi kültür dünyasındaki en uygun kelimeyi kullandığı anlaşılacaktır. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm bu mânâya “ehl-i kitap içinde, gece saatlerinde ayakta durup Allah’ın âyetlerini okuyarak secdeye kapanan bir topluluk da vardır”7 âyetiyle işaret etmiştir.

2. İlâhî mesajı dünyanın her tarafına ulaştırma gayreti… Evvelkine geniş mânâsıyla mücahede, ikincisine de yine geniş anlamıyla cihat denilebilir. Aslında, Efendimiz’in (sallallahü aleyhi ve sellem) “Bu ümmetin ruhbanlığı Allah yolunda cihattır.”8 beyanı da buna işaret etmektedir. Evet, ümmet-i Muhammed’in maddeten ve mânen yükselişi dünyayı kesben terk etmekle değil, i’lâ-yı kelimetullah ile mümkündür. Dolayısıyla, müminlerin, zamanın fitnelerinden korkarak inzivaya çekilmek yerine, uygun bir üslûp kullanarak iyiliği emredip kötülükten sakındırmak suretiyle fitne ve fesadı ortadan kaldırma gayreti içine girmeleri tam bir sahabe mesleğidir.

Zikredilen iki durum bir arada düşünüldüğünde şu anlaşılmaktadır: Samimi bir dava erinin mücahede ve uzleti, onun kalbî, ruhî, hissî ve şuurî tezkiyeye ulaşması açısından tamamen irşada hazırlanma gayreti sayılır. Bu mücahede ve uzletin ferdî ve sürekli olanı gece ibadetidir.9

Şu hususu da zikretmekte fayda mülâhaza ediyoruz: Genel olarak, her gün okunması âdet hâline getirilen Kur’ân’dan bir miktar ve Hz. Peygamber’den (sallallahü aleyhi ve sellem) gelen me’sûr dualarla, salât ve selâma vird denmekle birlikte, gece kılınan namaza da vird denilmiştir. Nitekim “Gece kılmayı âdet edindiği virdine kalkamayıp kaçıran kimse, gündüz zevalden önce kılarsa aynı sevabı alır.”10 müjdesini bizzat Hz. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) vermiştir. Ayrıca vird, nafile namaz kılma, Kur’ân okuma ve dua etmenin yanı sıra, tefekkür ve ağlama anlamında da kullanılmıştır. Dolayısıyla sahabe-i kiram efendilerimizin, özellikle gecelerini yoğun ve engin bir evrâd u ezkâr atmosferinde geçiriyorlardı denilebilir. Elbette bu keyfiyet sadece geceye has bir davranış da değildi. Gece veya gündüz ne zaman ve hangi ibadet olursa olsun sahabe aynı titizlik ve derinlikte o ibadeti ihsan şuuruyla yerine getirirdi.

Kişi şayet sahabenin ortaya koydukları enginlikte veya ona yakın ölçülerde ibadet ederse ondan hâsıl olacak semereyi elde edebilir ki, ona kısaca ikinci fıtrat denilmiştir. Malum İslâm’ın biri itikad, diğeri de bu itikadın amelî ciheti olmak üzere iki yönü vardır. İtikad, İslâm’ın temel iman esasları olan, Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, ahiret gününe ve kadere inanma demektir. Bundan başka İslâm’ın bir de amelî ciheti vardır ki, ibadet ü taat ve evrâd ü ezkâr bu kategori içine girmektedir. İtikada ait meseleler, İslâm’ın kökü, ibadete müteallik hususlar ise dalları ve semereleri hükmündedir.

Ahlâk-ı Âliye

Sahabe mesleğinin temel özelliklerinden biri de güzel ahlâkın her çeşidini, hayatın her safhasında ve muhatap ayırımı yapmadan tatbik etmektir. Onlar bu özelliklerini de şüphesiz, baştan başa ahlâk-ı âliye ile donatılmış Kur’ân’ı gereğine uygun anlayıp yaşayan En Mükemmel Rehber’den almışlardı. Aslında güzel ahlâkın Kur’ân’ın arızasız temsil edilmesi mânâsına geldiği, Hz. Âişe validemizin, Efendimiz’in ahlâkını anlatırken söylediği “O’nun ahlâkı Kur’ân’dı” şeklindeki sözlerinden anlaşılmaktadır.11 Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) hem maddî hem de mânevî açıdan güzel ahlâk üzere yaratılmış, en güzel şekliyle eğitilmiş ve güzel ahlâkı tamamlamak için de risaletle serfiraz kılınmıştır. Efendimiz’den önceki peygamberlerin de tamamı en güzel ahlâk üzere idiler. Ancak Hz. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bütün esmâ-i hüsnânın a’zam derecedeki tecellisine mazhar olduğu gibi bütün güzel ahlâk prensiplerinin de a’zam derecesini temsil etmekte ve hepsini bir arada kendinde cemetmiş bulunmaktaydı. Güzel ahlâkı tamamlama konusunu, ‘risaletinin diğer nebilerin risaletini, kıyamete kadar başka bir risalete ihtiyaç kalmayacak şekilde tamamlaması’ anlamında yorumlamak da mümkündür. Aksi takdirde diğer nebilere eksiklik îras edecek bir yaklaşıma kapı açılır ki o da yanlış olur.

Diğer bir anlamı da şudur: İnsanlık, eksikliklerini Allah Resulü’nün (sallallahü aleyhi ve sellem) getirdiği ahlâk ile tamamlayacak ve neticede kâmil hale gelecektir. Yani, Allah ahlâkıyla ahlâklanma, ancak Allah Resulü’nün ahlâkını örnek edinmekle mümkün olacaktır. Zaten sahabeyi sahabe yapan ve mesleklerini en mükemmel yol haline getiren de Efendimiz’i adım adım takip etmede gösterdikleri tehâlüktür. Sahabenin bu güzel ahlâkına bir misal vermek istiyoruz:

Îsâr

Kelime olarak insanın, başkalarını kendisine tercih etmesi demek olan îsâr; geniş anlamıyla toplumun menfaat ve çıkarlarını şahsî çıkarlarından önce düşünmek, şahsiliklere karşı bütün bütün kapanıp, yaşama zevki yerine yaşatma hazzıyla var olmaktır.

Îsârın karşıtı cimrilik ve şahsî çıkar duygusudur ki, Hak’tan, halktan ve Cennet’ten uzak kalmanın âmili sayılmıştır.12 Îsâr ruhundan ‘cûd’, ‘sehâ’ ve ‘ihsan’ sözcükleriyle ifade edeceğimiz cömertlik, semâhat ve civanmertlik doğmuştur. Cûd, mü’minin, gönlünde herhangi bir rahatsızlık duymadan, sahip olduğu şeylerin, hiç olmazsa bir kısmını infak etmesinin ve başkaları için var olabilmesinin adıdır. Sehâ, müminin, infakı ve başkalarını düşünmeyi önde götürmesi ve kendi mutluluğu içinde, hatta onun da önünde onların mutluluğunu düşünebilmesi; ihsan ise onun, ihtiyacı olduğu hâlde başkalarını kendine tercih edebilmesidir. “Onlar, mü’minlere verilen şeylerden nefislerinde herhangi bir kaygı duymaz ve muhtaç olsalar bile onları kendilerine tercih ederler.”13 âyetiyle işaret edilmek istenen îsâr zirvesi de işte budur.

Bu âyetin nüzûl sebebi olarak, sahabenin dillere destan îsâr kahramanlığını gösteren şöyle bir hâdise rivayet edilmektedir: Hz. Ebu Hüreyre anlatıyor: “Allah Resulü’ne (sallallahü aleyhi ve sellem) (yemeğe ihtiyacı olan) bir adam geldi. Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem) hanımlarına haber gönderdi, ancak onlar ‘Yanımızda sudan başka (yiyecek) bir şey yok.’ dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), “Bu adamı kim misafir edecek?” dedi. Ensar’dan bir zât -ki Ebu Talha olduğu zikredilmiştir- “Ben Yâ Resulallah!” diye cevap verdi. Ve adamı alıp evine götürdü. Hanımına, “Resulullah’ın misafirine yemek ikram et.” dedi. Hanımı, “Vallahi benim yanımda çocuklarımın yiyeceğinden başka bir şey yoktur.” dedi. Kocası da ona, “Sen yemeği hazırla, kandili yak, çocuklar akşam yemeği istedikleri zaman onları uyut.” dedi. Hanımı dediği gibi yaptı. Sonra kandili düzeltiyor gibi yapıp söndürdü. Ev sahipleri yemek yiyor gibi yapıp aç yattılar. Sabahleyin misafir Resulullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) yanına vardı. Allah Resulü, “Bu gece Allah, yaptıklarından ötürü, falan ve falandan son derece hoşnut oldu ve haklarında şu âyeti inzal buyurdu: “Kendilerinde bir ihtiyaç olsa bile onları kendilerine tercih ederler” dedi.14

Îsâr ve cömertliğin ulaşılması güç zirvelerinden birini gösteren bu durum sahabede, farklı derecelerde de olsa, âdeta tabiî bir hâl almıştı. Zîrâ hem mal hem de canlarını seve seve Allah rızası için harcayarak cömertliğin her türlüsünün destanını yazmışlardı. Onları anlatan kitaplar bu altın tablolarla bezelidir. Bu durum da elbette Peygamber Yolu’nda gitmenin bir neticesiydi, zîrâ O Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) mi’rac gibi bir makama yüceltilmiş olmasına rağmen insanlığın kurtuluşu için onların içine geri dönmüş ve kimsenin yapmaya güç yetiremeyeceği bir îsâr ahlâkı ortaya koymuştu.

Netice

Allah Resulü (sallallahü aleyhi ve sellem) maddî-mânevî yapısının sağlamlığı, duygularının duruluğu, düşüncelerinin resâneti ve meâliyâta açık vicdanının enginliğiyle, Hakk’ın mesajlarını olduğu gibi almaya, orijinalliğini koruyarak insanlığa aktarmaya ve gereğine uygun uygulamaya müsait ve müstait bir fıtratta yaratılmış; özü ve ruh safveti korunmuş, beşerî talim ve terbiyenin tesirine karşı kapalı kalmış, sonra da vahiyle donatılarak insanlığa gönderilmiş bir mürşid-i kâmil-i mükemmildi.

Bu mükemmeliyet ile vahyin beraberliğinden yanılmaz ve yanıltmaz bir yol, yani O’nun Sünnet’i meydana geldi. İşte sahabe-i kiram bu Zâtı tanımış, O’ndan terbiye almış, O’nu örnek edinmiş, O’nu takip etmiş ve Sünnet’i bütünüyle hayatlarının ruhu kılmışlardı. Onların bu konuda yanıltmaz tek kaynakları Kur’ân idi.

Sahabe,
1. Cenâb-ı Hakk’ın marziyatını anlamak için Kur’ân’a bakıyordu;
2. Efendimiz’in ahlâkını anlamak ve öğrenmek için Kur’ân’a bakıyordu;
3. Gece ruhban-gündüz fürsan kıvamını yakalamak ve dengesini korumak için Kur’ân’a bakıyordu.

Bu bakışta da Efendimiz’i âdeta bir prizma gibi görüyor, O’nun rehberliğinde Kur’ân’ı anlamaya çalışıyorlardı. Mükemmel bir ahlâka, fıtrat-ı sâniye oluşacak enginlikte bir ibadet-cihad dengesine ve seviyesine, Rabbe ulaştıracak kıvama ve risaletin temel hedeflerinden biri olan ahlâk-ı âliyeyi yaşamaya, Kur’ân’ı hayata hayat yaparak ulaşmaya çalıştılar ve elhak muvaffak da oldular.

Sahabeden sonra gelen nesiller de güçleri yettiği ölçüde bu yolu takip etmişlerdir. Ancak Sünnet-i Seniyye’nin her bir nevine tamamen bilfiil ittibâ etmek, ehass-ı havassa dahi ancak müyesser olduğundan, özellikle zühd dönemi adıyla meşhur olan asırlarda, toplum olarak Peygamber Yolu’nu takip etmede zorluk ve aksaklıklar ortaya çıkmış; neticede zâhid, nâsik, âbid vb. adlar verilen bazı şahsiyetler belli konularda temayüz etmiş ve onların yaşadığı bölgelerde daha çok bu konuları öne çıkaran zühd ekolleri oluşmuştur. Medine, Kûfe, Basra ve Horasan bu ekollere ev sahipliği yapmış kutlu beldelerdendir. Emevî dönemindeki bazı sebeplerden ötürü adı geçen ekollerde “gece ruhban gündüz fürsan” dengesi tam korunamadığından daha çok gece ruhbanlığı lehine gelişmelerin kaydedildiği müşahede edilmiştir. Durum böyle olunca da Sahabe Mesleğinden uzaklaşma söz konusu olmuştur. Öyle ise Peygamber Yolu’nun ruh ve mânâ boyutunu tekrar anlamak ve yaşayabilmek için sahabe mesleğinin iyi araştırılması ve yaşanması elzemdir.


Yazar: A. Yüce

Dipnot:

  1. Bkz: İmam Rabbanî, Mektubât, I, 414, 260. Mektup
  2. M. F. Gülen, Ölümsüzlük İksiri, s. 91.
  3. Tevbe, 9/100
  4. Bkz: M. F. Gülen, Kırık Testi, Himmet, Teveccüh, İnfak ve Gayret, 19.12.2005.
  5. Tarih kitaplarında ilk defa bu sözü, Müslümanlara esir düşen ve bir fırsatını bulup kaçan bir Rum askerine, bir sefer dönüşü İstanbul’a gitmekte olan İmparator Hirakl’ın, Müslümanların durumunu sorması üzerine söylediği rivayet edilmektedir. Esaretten kurtulan askerin ifadeleri şu şekildedir: “Onlar gündüz atlı savaşçı, gece ise rahiptirler. Zimmetlerindeki şeyin parasını vermeden ondan yemezler. Selâm vermeden içeri girmezler. Bir kavme baskın yapmadan önce karşı tarafı iyi araştırırlar.” Hirakl bunun üzerine şöyle diyor: “Eğer doğru söylüyorsan onlar ayaklarımı bastığım bu yerlere sahip olacaklardır.”5Bkz: el-Bidaye ve’n-Nihaye, VII, 53; Tarih-i Taberî, III, 99.
  6. Âl-i İmrân, 3/113
  7. Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 266
  8. Sahabenin geceleri ortaya koydukları engin ibadete dair misaller ve uygulamalar için bkz: S. H. Affanî, Ruhbanu’l-Leyl 1-3, el-Cezire, 2002; A. Yüce, Gece İbadeti, İzmir, 1996.
  9. Müslim, Müsafirîn, 142; Ebû Davut, Tatavvu’, 19; Tirmizî, Cum’a, 56; Neseî, Kıyamu’l-Leyl, 65
  10. Müslim, Müsafirîn, 139
  11. Tirmizî, Birr, 40
  12. Haşr, 59/9
  13. Buhari, Tefsir 59/6
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.