Efendimiz’i (sas) En Çok Etkileyen ve Yaşlandıran Sûre ve Âyetler

1.173

Bu makalede, vahyin birinci ve ilk muhatabı olan Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) en çok etkilendiği, hatta saçlarını beyazlatıp, yaşlanmasına sebep olduğunu beyan buyurduğu sûreler ve âyetler incelenecek; özellikle de istikamet konusu ele alınacaktır.

Konuyla alâkalı farklı rivayetler ele alınarak, âyetlerin bu derin tesirdeki sebepleri ve müminlerin bundan alması gereken dersler üzerinde durulacaktır.İnsanlığa gönderilen son rehber Yüce Kur’ân, şüphesiz her bir sûresi, âyeti, hattâ harfiyle, okuyan, dinleyen ve içten kendisine inananlar üzerinde derin tesirler bırakır; his ve heyecanlarını tetikler, tasvirleriyle karşısındakileri hayal âleminden gerçek âlemlere taşır ve prensipleriyle onları ideal insan ve kâmil mü’min olma ufkuna ulaştırır. Ancak Kur’ân’ın yukarıda işaret edilen özelliklerinin, her insandaki tesiri aynı seviyede olmaz.

Zaten aynı olması da beklenemez. Kur’ân’ın bu tesiri, kendisine inanma, söylediklerini iyice anlama, üzerinde derinden düşünme ve Mütekellim-i Ezelî’nin marifeti seviyesinde, muhataplarda farklılık arz eder. Şüphesiz vahyin ilk ve birinci muhatabı, Hz. Muhammed’dir (sallallâhu aleyhi ve sellem). Dolayısıyla da onu en iyi anlayan, Mütekellim’ini en iyi tanıyan ve bildirilenleri en yakından hisseden de elbette yine O’dur (sallallâhu aleyhi ve sellem).

Bunun yanında dil bakımından da Arap’ın en fasihi Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) olduğu için, elbette onu en iyi anlayan da yine O olacaktır. Kur’ân, şüphesiz öncelikle bir dil mu’cizesidir. Onun bu mu’cizevî yönü, herkesi derinden etkilemiş, inanmayanları bile önünde diz çöktürmüştür.

Aynı zamanda bir dil üstadı olan Elmalı’nın da işaret ettiği gibi, Kur’ân’ın mânâları tam olarak anlaşılıp bitirilemez. Bir mânâsı inkişaf ederken, arkasından bir mânâ daha, arkasından bir mânâ daha… yüz gösterir. Nurunun apaçık parlaklığı içinde gizlilik ortaya çıkar. Mümine hitap ederken, kâfire bir korku fırlatır. Kâfiri korkuturken, mümine bir müjde nüktesini uzatır. Avama hitap ederken, havassı düşündürür. Âlime söylerken, cahile dinletir. Cahile söylerken âlime dokundurur. Geçmişten bahsederken geleceği gösterir. Bugünü tasvir ederken, yarını anlatır. En sâde müşahedelerden, en yüksek hakikatlere götürür. Müminlere gaybı anlatırken, kâfirleri şimdiki zamandan usandırır. Ve bütün bunları, duruma, makama, konuma, zamana ve konuya göre en uygun, en güzel kelimelerle ifade eder.1

Allah Resûlü’nü (sallallâhu aleyhi ve sellem) En Çok Etkileyen Sûre ve Âyetler

Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) en çok etkilendiğini beyan buyurduğu sûre ve âyetlerle ilgili farklı rivayetler vardır. Bu rivayetlerden birinde Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu anh), bir defasında Allah Resûlü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem):

“Yâ Resûlallah! Saçınızda ak görüyorum. Birdenbire ihtiyarladınız; bir derdiniz mi var?” diye sorar. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) de: “Evet beni Hûd Sûresi yaşlandırdı/ihtiyarlattı.” buyurur. “Bu suredeki peygamber kıssaları ve ümmetlerinin helâk oluşları mı ihtiyarlattı?” denilince de Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Hayır. Oradaki: “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” âyeti beni ihtiyarlattı2 şeklinde cevap verir.

Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem), başka bir rivayette: “Hûd, Vâkıa, Nebe’, Hâkka ve Tekvir sureleri beni ihtiyarlattı”3 buyurdular. Diğer bir rivayette Karia ve Meâric’i (Seele Sâiliun) de vardır. Ve yine başka bir rivayette de Kıyamet, Mürselat, İnşikak ve İnfitar sûrelerini zikreder.4

Kur’ân’da Kıyâmet Manzaraları

Yukarıdaki rivayetlerde ismi geçen sûrelerin tamamındaki ana tema, kıyamet ve kıyametin dehşetidir. Yani fânî olan bu dünya hayatının son bulması ânında meydana gelen ve bütün varlığı derinden etkileyen kıyamet sahneleriyle, bu merhaleden sonra insanların önüne apaçık bir kitap olarak açılan amel defterlerinin sahiplerine arz edilmesidir.

Âyetlerde tasvir edilen sahnelere bakıldığında, haber verilen hâdiselerin gerçekten de insanı dehşete düşürdüğü, hayatın zevk ve lezzetlerini unutturacak kadar ağır ve acı olduğu görülecektir. Zîrâ göklerin yarılacağı, denizlerin fokur fokur kaynayacağı, ay ve güneşin dürüleceği, yıldızların söneceği, dağların birer pamuk balyası gibi havalarda uçuşacağı, Allah’ın (celle celâluhu) izni olmaksızın hiç kimsenin konuşamayacağı, bedbahtların Cehennem’e atılacakları ve çektikleri azabın dehşetinden, devamlı surette anırıp canları çıkasıya feryad edecekleri, (Hud 11/105-106), yerin şiddetle sarsılacağı, dağların darmadağın edilip parçalanarak, uçuşan toz zerreleri hâline geleceği, ashab-ı şimalin kızgın ateşlerde ve kaynar sularda kaynatılacağı, kapkara bir duman tabakası altında kalacakları, zakkum ağacının meyvesinden yiyecekleri, karınlarını onunla doldurarak susamış develerin suya saldırışı gibi saldırarak bu sudan içecekleri, dini yalan sayan sapıkların ziyafetinin kaynar sular ve peşinden de Cehennem’e atılış olacağı, (Vakıa 56/4-96), sûra üfürülür üfürülmez herkesin bölük bölük toplanacağı, dağların yürütülüp, her tarafın dümdüz olacağı, Cehennem’in bütün dehşetiyle pusuda bekleyeceği, girenlerin ebedîyen veya uzun bir zaman içinde kalacağı, ne bir serinlik ve ne de başka bir içeceğin bulunmayacağı, içecek olarak sadece kaynar su ile irinin verileceği, meleklerin saf saf sıralanarak, Rahman’ın izin verdiklerinin dışında, asla konuşmayacakları, konuşanların da ancak doğruyu konuşacakları, her şahsın önünde, yalnız yapıp ettiklerini bulacakları, kâfirin: “Ah ne olurdu, keşke toprak olaydım!” diyeceği (Nebe, 78/18-40), insanların yaptıklarının tek tek Allah’a arz olunacağı, hesap defteri sol tarafından verilenlerin: “Eyvah! Keşke verilmez olaydı bu defterim! Keşke hesabımı bilmez olaydım! N’olurdu, ölüm her şeyi bitirmiş olaydı! Servetim, malım bana fayda etmedi! Bütün gücüm, iktidarım yok oldu gitti!” diyeceği, bunun karşısında Allah Teala’nın Cehennem bekçilerine: “Tutun bağlayın onu, kelepçeleyin! Sonra da Cehennem’e fırlatın! Sonra da onu, yetmiş arşın uzunluğundaki zincire vurun!” şeklindeki emri vereceği (Hakka 69/13-32), Güneş’in dürülüp ışığının söneceği, yıldızların yerlerinden düşüp dağılacağı, dağların yürütüleceği, doğurmak üzere olan develerin ve kıyılamaz malların terk edileceği, vahşi hayvanların diriltilip toplanacağı, denizlerin ateşlenip kaynatılacağı, nefislerin eşleştirilip, ruhların bedenlere gireceği, hesap defterlerinin açılacağı, gök cisimlerinin yerlerinden kaydırılacağı, Cehennem’in alev alev kızıştırılacağı (Tekvir 81/1-12), kapıları döven ve dehşetiyle kalblere çarpan karianın insanı dehşete düşüreceği, insanların uçuşan kelebekler gibi şuraya buraya fırlatılacağı, dağların atılmış rengârenk yünlere döneceği, hasenatı hafif gelenlerin barınaklarının kızgın mı kızgın olan Haviye adındaki ateşin olacağı (Karia 101/1-15), Peygamberlerin ümmetlerine şahitlik yapacakları, nankörlere: “Haydi, durmayın yalan dediğiniz o azaba girin bakalım!” denileceği, Hakkı yalan sayanların: “Yiyin, azıcık zevkedin bakalım. Gerçek şu ki siz mücrimsiniz!” hitabıyla azarlanacağı (Mürselat 77/11-50) tehditleriyle anlatılan dehşetli bir atmosferin meydana getirdiği korkunç hâdiseler, katlanılabilecek ve tahammül edilecek gibi değildir.

Peygamber efendimizi en çok etkileyen ayet camın önündeki Kuran-ı Kerim resmi

Kur’ân’ın ilk muhatabı olan ve aynı zamanda şefkatin de zirvesinde bulunan Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), Kur’ân’da müthiş tablolar hâlinde sunulan bu korkunç manzarayı hatırlayınca, tabii olarak etkileniyordu. Zaten etkilenmemesi de mümkün değildi. Zîrâ bizim uzaktan duyduğumuz, sadece bir bilgi olarak algıladığımız şeyleri O (sallallâhu aleyhi ve sellem) bizatihi hissediyor ve yaşıyordu. Yaşıyordu zîrâ Mirac‘da Yüce Allah, olacak ve meydana gelecek pek çok hâdiseyi kendisine bizzat göstermişti. Sadece Mi’rac’da da değil, zaman zaman Cehennem’i, Cehennem’in dehşetini bir ekrandan seyrediyor ve hissediyor gibi kendisine gösteriyordu. Bu yakînî bilgi ve imanla Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), hem bir peygamber ve hem de mes’ul bir kul olarak, bunlardan dehşete kapılıyor, mahzun oluyor ve etkileniyordu. Buna bir de ümmetini düşünmesini eklediğimizde, üzüntüsü daha da katlanıyor, bu hüzün, onun saç ve sakalını beyazlatmaya kadar gidiyordu.

Nasıl dehşete düşmesin ki, Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem), Yüce Mevlâ’nın (celle celâluhu) beyanıyla rahmet timsali bir peygamberdi. Ümmetinin derdiyle dertleniyor ve başlarına gelecek bu tablolardan dolayı da onlar adına endişeye kapılıyordu. Üzüntüsündeki temel sebep bunlardı.

Ayrıca bir rivayette Hûd Sûresi’nde kendisini ihtiyarlatan şeyin istikamet olduğuna işaret eder ki, bu da oldukça önemlidir. Önemlidir, zîrâ istikamet aslında İslâm’ın ana merkezini teşkil eder. Bunun böyle olduğunu şu rivayette görüyoruz. Bir defasında ashaptan Süfyan b. Abdullah es-Sakafi, Allah Resûlü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle dedi:”Bana İslâm’la ilgili öyle bir şey söyle ki, konuyla alâkalı bir daha başkasına herhangi bir soru sormayayım.” Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) da cevaben şöyle buyurdular: “İman ettim de, sonra da dosdoğru ol!”5 Bu söz, cevamiu’l-kelim hadîslerdendir. Cevamiu’l-kelim, Hz. Peygamber’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) çok kısa bir ifadesinde, pek çok faydalı mânânın bulunduğu, hikmet dolu sözleri demektir. Nitekim aynı sözün benzeri, Yüce Beyan olan Kur’ân’da da meâlen şöyledir:

“Şüphesiz, Rabbimiz Allah’tır deyip sonra dosdoğru yolda yürüyenlerin üzerine melekler iner. Onlara: ‘Korkmayın, üzülmeyin, size vaad olunan Cennet’le sevinin!’ derler.” (Fussilet 41/30)

İstikamet Ne Demektir?

Doğruluk mânâsına gelen istikamet; hayatın bütün alanlarını içine alan genel bir kavramdır. İstikamet, inançta, ibadetlerde, davranışlarda, insanî münasebetlerde, hattâ yeme-içme gibi alışkanlıklarda, ifrat ve tefritten yani aşırılıklardan uzak olup, nebiler, sıddîkler, şehitler ve sâlihlerin yolunda yürümenin adıdır.Aynı zamanda istikamet, mü’minin hayatını sürekli olarak dosdoğru olma yönünde sürdürmesi, doğrunun peşinden koşması ve ömür boyu doğruyu kollayıp gözetlemesi demektir.

Kur’ân’ın değişik beyanlarında, istikamet üzerinde olunması açıkça emredilmiş, istikamette olan kimseler övülmüş ve değişik mükâfatlarla müjdelenmişlerdir.İstikamet çok önemlidir; zîrâ mü’minin günde beş vakit sünnetleriyle beraber kıldığı kırk rekât namazın her bir rekâtında, okunmadığında namazın tam olmadığı ve aynı zamanda Kur’ân’ın da giriş sûresi ve özeti olan Fatiha’daki yedi âyetten biri, istikamet isteğiyle ilgilidir. Hayatî bir konu olması açısından Rabb’imiz bu surede, kendisinden istikameti istememizi emretmiş, sadece emretmemiş, bunu sürekli istememizi de hatırlatmıştır. Zîrâ sadece istikamet üzerinde olmak yetmez. Aynı zamanda istikamette süreklilik de gerekir. Yani işin başında insan istikamet üzerinde olabilir. Fakat şartların değişmesiyle, dünyanın içine dalmasıyla, konumunun yükselmesiyle, inancında, ibadetlerinde, muamalelerinde ve insanî münasebetlerinde başlangıçtaki isabet ve doğruluğu sürdürmesi, hattâ geriye gitmeden aynı kalması oldukça zordur. Zor olduğu için de Yüce Rabb’imiz, istikameti sürekli istememiz gerektiğini ve buna dikkat etmemizin lüzumunu hatırlatmıştır.

İstikamet, her işin başlangıcında kişi ya da toplumlar için önemli bir hazine konumundadır. Başlangıçta böylesine hayatî bir hazineden mahrum olan kimseler, varmak istedikleri hedeflerine varamadan dökülüp yollarda kalır ve asla hedeflerine ulaşamazlar. Merhum Elmalılı Hamdi Yazır’ın da ilgili âyetin tefsirinde dediği gibi: “Hakk’a ulaşmak için istikametten başka yol olmadığı gibi, her hususta istikamet kadar yüksek bir makam ve onun kadar zor hiçbir emir de yoktur. Hangi iş olursa olsun ve hangi hedef olursa olsun ona ulaşmanın en kısa yolu doğruluktur. Böyle olmakla beraber, her şeyden önce, bir işte doğrunun hangi çizgide olduğunu tayin ve tespit etmek çok zordur; ayrıca onunla ilgili çeşitli noktalardan münasebetini kesip, sarsılmadan dosdoğru olan o çizgi üzerinde yürüyebilmek daha zordur. Ve yine istenilen hedefe ulaştıktan sonra aynı şekilde o doğruluk üzere, hiç eğilmeden devam ve sebat edebilmek büsbütün zordur.

Bununla beraber şu kadarını hatırlatmalıyız ki, bu âyette Resulullah’a ‘Beni ihtiyarlattı.’ dedirtecek kadar zor gelen nokta, istikamet emrinin asıl kendisiyle ilgili olan kısmından ziyade, ümmetiyle ilgili olan kısmı olsa gerektir. Zîrâ buyuruluyor ki:

“Seninle beraber tevbe edenler de” Yani şirkten tevbe edip de imanda seninle beraber bulunan, Müslüman olan herkes de tıpkı senin gibi dosdoğru olsun. Ve azmayın, yani Allah’ın tayin ettiği sınırı aşıp da onun dışına çıkmayın, doğruluktan ayrılıp da ifrat veya tefrite sapmayın, aşırı gitmeyin ey Müslümanlar! Çünkü muhakkak ki O, bütün yapacağınızı görür. Gözünden hiçbir şey kaçmaz. Görür ve ona göre karşılığını verir; ceza veya mükâfat, karşılıksız bırakmaz.”6

Bir İstikamet Temsilcisi Olarak Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem)

Şüphesiz her konuda Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) Müslümanların kendilerine örnek alacakları kişi olduğu gibi, istikamet noktasında da ideal bir örnektir. Zîrâ Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem), Yüce Allah’ın (celle celâluhu) kendisine emrettiği ilkeleri en kamil bir şekilde yaşadığı ve aynı zamanda Kur’ân’ın ilk ve tam temsilcisi olduğu için, onun bütün davranışları, sözleri ve hareketleri, istikametin de en güzel örneğini teşkil etmektedir.

Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem), gerek nübüvvet öncesi ve gerekse nübüvvet sonrası 63 yıllık hayatının bütün kareleri, yaşadığı dönemdeki dost-düşman herkesin açık ve kesin olarak bildikleri bir gerçektir. İşte bu gerçeklik zaviyesinden hayatı, insanî münasebetleri, muameleleri, dost ve düşmanlarına gösterdiği muameleler, istikametin en zirve örnekleriyle doludur.Hayatı, Kur’ân’ın âyetlerinin hayata taşınmasından ibaret olan Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem), doğruluktaki istikametini, hayatının her aşamasında göstermiş, sözlerinde sâdık, anlaşmalarında vefalı, şakalarında bile yalanın olmadığı âbide bir temsilci olmasında görmekteyiz.

Dostlarına karşı engin merhamet ve hoşgörüsündeki istikametini, düşmanlarının akla hayale gelmedik hakaretlerini, komplo ve işkencelerini, sabırla karşılayıp, güç ve kuvveti ele geçirip de hepsini kılıçtan geçirmenin bütün yolları eline geçtiğinde, hepsini affederek gönüllerine girmesinde görmekteyiz. İbadetlerindeki istikametini, her dâim Allah’ın (celle celâluhu) seçkin ve eşsiz kulu olmasına ve ibadette zirveyi tutmasına rağmen, böyle bir konumun onu, hiçbir zaman başkalarını küçümsemesine sebep olmaması, insanî ve ailevî münasebetlerini aksatmaması, dünyadan el-etek çekmemesi, normal bir beşer gibi hayatını devam ettirmesinde görmekteyiz.

Hak-hukuk karşısındaki istikametini, şahsına karşı işlenen kusurları sonuna kadar affetmesine ve görmezden gelmesine rağmen, kamuya ve başkalarına ait kusur ve suçlarda, fail en güçlü ve kuvvetli bir kimse de olsa, o hakkı yerine getirinceye kadar durmaması, bütün yolları denemesi ve sonunda haksızdan haklının hakkını almasında görmekteyiz.

Harcamadaki istikametini, en meşru olan abdest ibadetinde bile gereğinden fazla su kullanmayı israf ve haram kabul ettiği hâlde, fakirlere, kölelere ve yetimlere vermeye ve isteyeni geriye çevirmemeye gelince, hiçbir zaman hayır dememesinde, hattâ ağzından bir defa olsun hayır çıkmamasında, kendisine ait verecek bir şey olmadığında bile: “Borcum olsun sana en kısa zamanda vereceğim!” demesindeki eşsiz cömertliğinde görmekteyiz.

İnsanlar arasındaki konumunu en güzel bir şekilde ayarlamasındaki istikametini, bir peygamber, Allah’ın (celle celâluhu) eşsiz bir kulu, kıyamette bile şefaatine insanların muhtaç olduğu bir şefaatçi, Cibril’le direkt görüşen ve Mi’rac şehsuvarı olmasına rağmen, kendisini hiçbir zaman başkalarından üstün tutmamasında, farklı görmemesinde, insanlar arasında bir insan olmasında ve sorgulamalar karşısında kendisini hiçbir zaman “la yüsel” sorgulanamaz olarak görmemesinde görmemekteyiz.

Dünya ve mal-mülkle alâkalı istikametini, ganimetlerin kendisine bol bol akmasına, krallar gibi yaşama, lüks ve müreffeh bir hayat standardını yakalama yollarının sonuna kadar açılmasına rağmen, hayatını en sade bir kul olarak yaşamasında, hayatının sonunun başından daha fakirce olmasında, dünyayı terk edip de ruhunun ufkuna yürürken, zırhının bir Yahudi yanında rehin kalacak kadar bile bir mala sahip olmamasında ve arkada bıraktığı aile efradına, devletin bir kuruşunu, ganimetlerin bir parçasını bile miras olarak bırakmamasında görmekteyiz.

İstikamette Mü’mine Düşen Görev

Şüphesiz Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu örnek hayatı, sadece kendisi için yaşamamıştır. Kıyamete kadar müminlerin rehberi ve örneği olması açısından, bütün mü’minlere örnek olması için de yaşamıştır. Çok yaygın olan “O’nun hayatı Kur’ân’dı.” sözü de bunu göstermektedir. Bu açıdan yukarıda kısaca zikredilen hususlar, aynı zamanda bizim için de alınması, yaşanması gerekli olan birer davranış modelleridir.

Ona yakın olduğumuz, davranışlarını benimseyip yaşadığımız, içselleştirdiğimiz ve ona benzeyebildiğimiz ölçüde, mü’minliğimizi derinleştirmiş, ona yakın olmuş, böylece Allah’ın (celle celâluhu) istediği ideal bir kul ve mü’min olmuş oluruz. Zaten Hûd Sûresi’nin ona ağır gelmesindeki sebep de ümmetiyle alâkalıydı. Yani: “Acaba ümmetimin böyle bir emir karşısındaki başarısı, becerisi ve bu emre uyması nasıl olur?” endişesiydi.

İstikamet Mü’mine Ne Kazandırır?

İstikamet bizi Allah’a (celle celâluhu), Peygamber’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve ideal mü’min olma noktasına ulaştırır. Aynı zamanda istikamet, hem ferdî, hem içtimâî ve hem de evrensel münasebetlerde, başarılı olmanın vazgeçilmez şartıdır.

İstikamet olmadan hedefe ulaşmak mümkün olmadığı gibi, başlangıçta istikametle başlanılan ancak daha sonra inhiraf edilip ayrılan yol da, hiçbir zaman insanları başarı ve neticeye götürmez. İstikamet aynı zamanda mü’minlerin en büyük ve en güçlü kredileridir. Bu değerli kredi kaybedildiğinde, kazanılanların kaybedilmesi er-geç mukadderdir. Mü’minler böyle bir istikamet, doğruluk ve adaletle içli-dışlı oldukları müddetçe, gerek düşmanlar ve gerekse hasedinden çekemeyenler, ne kadar karalarsa karalasın, hakaretler ederse etsin, sonunda mutlaka ve kesinlikle kazanan, istikametten ayrılmayan kutlular olacaktır.

Duygu, düşünce ve davranışlarda doğruluk-dürüstlük üzerinde durmak, aynı zamanda imanın amelî yanını oluşturmaktadır. Hayatını istikamet üzerinde geçirenleri Yüce Mevlâ müjdelemekte, meleklerin kendilerine sekine indirmesi ve huzur esintileriyle taltif etmektedir. Nitekim Yüce Beyan:

“Şüphesiz, Rabbimiz Allah’tır deyip sonra dosdoğru yolda yürüyenlerin üzerine melekler iner. Onlara: ‘Korkmayın, üzülmeyin, size vaad olunan Cennet’le sevinin!’ derler.” (Fussilet 41/30)

buyurarak, bu müjdeyi hatırlatmaktadır. Âyetteki müjdenin zamanı ve yeriyle alâkalı olarak bazı âlimler, vefat esnasında, bazıları kabirden kalkıldığında, bazıları hem ölüm hem de yeniden diriliş anında olacağını belirtmişlerdir. Ancak daha genel bakacak olursak, böyle bir sekine, huzur ve meleklerin gelmesi, sadece bu zamanlarda değil, mü’min istikamet üzerinde olduğu müddetçe her zaman insanın yanında olur ve böyle bir mü’min, âdeta meleklerle kol kola dolaşır.

Allah Resûlü de (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Kulun kalbi müstakim olmadıkça imanı müstakim olamaz, dili dosdoğru olmayınca da kalbi müstakim olamaz.”7; başka bir beyanlarında da: “Her sabah insanoğlunun uzuvları lisana karşı: ‘Bizim hakkımızda Allah’tan kork; zîrâ sen müstakim olursan biz de müstakim oluruz; sen eğri-büğrü olursan biz de eğriliriz’ derler.”8 buyurmuşlardır.

Yine istikametin kazandırdığı güzelliğe dikkat çeken Bâyezid-i Bistâmî de şu güzel sözleriyle istikametin değerine işaret etmektedir:”Falan kimse suda yürüyor, havada uçuyor.” dediklerinde, Bistami: “Balıklar, kurbağalar da suda yüzüyor; sinekler, kuşlar da havada uçuyor. Görseniz ki bir adam seccadesini suya sermiş yüzüyor veya havada bağdaş kurmuş oturuyor; zinhâr ona iltifat etmeyiniz! Onun hâl ve hareketlerindeki istikamete ve onların da Sünnet’e uygunluğuna bakınız!” der.9

Sonuç

Kur’ân’ın insanlar üzerindeki tesiri, muhataplarının ona bakış açısına göre değişir. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) Kur’ân’ın ilk ve en yakın muhatabı olduğu için de, en fazla tesiri O’nun üzerinde olmuştur. Allah Resûlü’nü (sallallâhu aleyhi ve sellem) en fazla etkileyen âyet ve sûreler ise, kıyametin kopuş esnasında vuku bulacak hâdiselerin haber verildiği sûrelerle, kazanılması ve sürekli yakalanması zor olan istikametin emredildiği âyettir.

Resûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayatı, istikamet çizgisinde geçmiştir. Hayatının her karesi, mü’minlerin almaları gereken istikamet örnekleriyle doludur. Zîrâ O, hayatı boyunca müstakim, Rabbi huzuruna da bir istikamet mümessili olarak varmıştır. İstikamette olmayan bir ferdin kurtulması zor olduğu gibi, istikametten uzak bir amelin de Yüce Mevlâ katında herhangi bir değeri yoktur. Zîrâ Allah Teâlâ, amellerin çokluğuna değil, amellerdeki istikamete bakar ve mükâfatı ona göre verir.

Yazar: Yücel Men


DİPNOTLAR
1. Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili, Mukaddime.
2. Beyhakî, Şuabu’l-Îman, 4/82.
3. Abdurrezzâk, Musannef, 3/368;Taberânî, Evsat, 18/83.
4. Abdurrezzâk, Musannef, 3/368.
5. Müslim, İman 62.
6. Elmalılı, Hûd Sûresi, 112.âyetin tefsirinde
7. Ahmed b. Hanbel, 3/198.
8. Tirmizî, Zühd 60.
9. Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ, 10/40; Beyhakî, Şuabü’l-iman, 2/301.

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.