Önce cephe ardından mazlumun yanı: Ficar ve Hılfü’l-Fudûl

469

Fîcâr Savaşları

Hemen her hareketiyle diğer akranlarından ayrılan Efendiler Efendisi, artık yirmi yaşlarına gelmiş ve her haliyle Mekkelilerin takdirini kazanmıştı. Gelişmeler karşısındaki duruşu ve sonuçları itibariyle ortaya koyduğu yorumları dikkatle izlenir olmuş, kararlarındaki isabet sebebiyle müracaat kaynağı haline gelmiş ve bugüne kadar ortaya koyduğu çizgi vesilesiyle yavaş yavaş kendisine, en güvenilir insan mânâsında ‘el-Emîn’ denilmeye başlanmıştı.

Bu arada Kureyş’in de içinde bulunduğu Kinâne kabilesiyle Kaysoğulları arasında yeni bir savaş1 patlak vermişti. Bu iki kabile, teamülde uygulanan kuralları da aradan kaldırarak birbirlerine saldırıyordu. Bu savaşta Hâşimoğullarının bayraktarı, Efendiler Efendisi’nin bir diğer amcası Zübeyr İbn Abdilmuttalib; Kureyş’in komutanı ise, Ebû Süfyan’ın babası Harb İbn Ümeyye idi.

Aslına bakılacak olursa, ağırlıklı olarak ticaretle uğraşan Mekke halkı, en azından ticaretin yoğun olarak yaşandığı belli başlı aylarda, bölgede barış ve huzur ortamının oluşabilmesi için aralarında anlaşmış ve bu aylarda savaş yapmayı haram kabul etmişlerdi. Bu, o kadar yaygın bir uygulama idi ki, en azılı kabileler bile bu prensibe uyar ve bu aylarda kılıçlarını kınlarından çıkarmazlardı. Zaten bu savaşlara, haddi aşma ve günah mânâsında ‘Ficâr’ denilmesi de, böyle bir ilkenin çiğnenerek yasaklara uyulmamasından kaynaklanıyordu. Çok çetin günlerdi. O kadar ki, savaşın rengi her an değişebiliyor; öğleye kadar galip durumda olan, akşam üstü mağlubiyet yaşayabiliyordu.

Muhammedü’l-Emîn de, kendisi bizzat savaşa iştirak etmemekle birlikte2 savaş halindeki amcalarına yardım ediyor; cephede göğüs göğüse mücadele eden yakınlarına lojistik destek sağlamak maksadıyla ok taşıyordu.3

Nihayet, bu anlamsız savaşın insanları yorduğu bir dönemde Kureyş arasından birisi ileri atılacak ve iki tarafı sulha davet edecekti. Teklif kabul görmüştü. İki tarafın da ölüleri sayıldı ve hangi taraftaki ölü sayısı daha fazla ise, karşı tarafın bu fazlalık kadar diyet ödemesi kararlaştırıldı. Böylelikle Mekke’ye, yeniden huzur ve sükûn hâkim olmaya başlamıştı.

Hılfü’l-Fudûl

Bu arada Mekke’de, beklenmedik bir gelişme daha yaşanıyordu; yine haram aylardan birinde adamın birisi, henüz güneşin yeni doğmaya başladığı bir zaman diliminde Ebû Kubeys dağına çıkmış, avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Belli ki, önemli bir hadise, yine huzuru kaçıracak bir olay vardı. Çok geçmeden etrafında büyük bir kalabalık toplanıvermişti. Çaresizlik içinde kıvranıp duran ve her şeyini yitirmiş olmanın sancısıyla sinir küpü haline gelen bu adama ilk yaklaşan yine, Efendimiz’in amcası Zübeyr oldu. Yanına yaklaştı ve:

– Sana ne oldu, bu kadar öfkenin sebebi ne, diye sordu.

Adam çok dertliydi. Kendisini dinleyecek birilerini bulma ve bu vesileyle derdine çare bulabilme ümidiyle konuşmaya başladı. Özetle, Kureyş arasından Âs İbn Vâil, bu adamın getirdiği malları elinden almış ve malların bedelini, aradan yıllar geçmesine rağmen ödemiyordu. Bugün-yarın derken oyalamış ve şimdi de borcunu inkâr edip açıktan ödemeyeceğini ilan etmişti. Birilerinin araya girerek alacağını tahsil konusunda yardım etmelerini talep etmiş, onlar da bu işe bulaşmak istememişlerdi. Anlaşılan, durup dururken kimse başının belaya girmesini istemiyordu. O da, ‘bir umut’ deyip tek çareyi buraya çıkıp durumdan herkesi haberdar etmekte bulmuştu.

Durumu netlik kazanıp da ortada bir zulüm olduğu tescil edilince, vicdan sahibi olan Mekke ileri gelenleri, yaşının olgunluğu ve Mekke’deki konumu itibariyle Abdullah İbn Cüd’ân’ın4 evinde bir araya gelecek ve bu türlü durumlarda mazlumun hakkını zalimden alarak adaleti tesis edeceklerine dair aralarında kalıcı bir söz vereceklerdi.

İnsan haklarının hiçe sayıldığı, güçlünün haklı görülüp zayıfın da sürekli horlandığı cahiliye döneminde bu hadise, devrim niteliğinde bir adımdı ve İnsanlığın İftihar Vesilesi Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) de, bu adımı atanlar arasındaydı. Yıllar sonra bu hadise yâdına düştüğünde, “O gün, Abdullah İbn Cüd’ân’ın evindeki sözleşmeye ben de şahit olmuştum. Benim için o, vadi dolusu kırmızı develerden daha hayırlıdır. Vallahi de ben, şimdi de böyle bir gayret için davet alsam, tereddüt etmez, bu davete icabet ederim.” buyuracaktı.

Toplantı dağılırken artık herkes şunu çok iyi biliyordu: Bundan böyle Mekke’de, kendi ailesinden veya dışarıdan bir başkası tarafından zulme maruz kalan herkesin muhatabı bu meclisti. Kabile gücü, şeref ve konumuna bakmadan adil bir değerlendirme yapılacak ve zulmü yapan kim olursa olsun gidilip ondan, mazlumun hakkı talep edilecekti.

İlk uygulama da, tabii olarak Ebû Kubeys dağında ortalığı ayağa kaldıran Zebîdli mazluma ait olacaktı. Hep birlikte Âs İbn Vâil’in kapısına dayanmış, adamın hakkını talep ediyorlardı. Karşısında Mekke ileri gelenlerinin ittifak ederek hak talep ettiklerini gören Âs İbn Vâil, kaçacak bir zemin bulamayacak ve istemeyerek de olsa Zebîdli zâtın alacağını geri verecekti.5

Artık Efendiler Efendisi Mekke’de, parmakla gösterilen, müracaat kaynağı bir ‘Emîn’di. Bu sıfat, O’na yakıştığı kadar hiç kimseye yakışmamıştı ve bunu, içinde yaşadığı toplum ittifakla O’na layık görüyor ve isminden daha çok artık, O’nu bu sıfatla çağırıyorlardı. En yaşlı, tecrübeli ve bilge insanların arasında O’nun kapısı da aşındırılmaya başlanmış ve O’na, sosyal statünün kendiliğinden takdir ettiği kalıcı bir statü verilmişti.


Yazar: Dr. Reşit Haylamaz/EFENDİMİZ isimli kitabından alınmıştır.

Dipnot:

  1. Bu savaş, eskiden beri yaşanan Ficâr savaşlarının sonuncusuydu. Bundan önce de üç kez yaşanmış ve söz konusu kabileler, yüzyıllarca hep savaş ortamında olağanüstü hal yaşamışlardı.
  2. Efendimiz’in (s.a.s.) bu savaşlarda bizzat yer almaması, savaşın haram aylarda gerçekleşiyor olmasından veya taraflar itibariyle birini diğerine üstün tutacak dini bir telakki yahut fazilet açısından bir üstünlük bulunmayışındandır.
  3. İbn Hişâm, Sîre, 1/326 vd.
  4. Abdullah İbn Cüd’ân, cömert bir insandı. Bu toplantıda da mükellef bir sofra tertip etmiş ve Mekke ileri gelenlerine güzel bir ziyafet çekmişti. İyiliğe meyilli ve olgun bir insandı. Hz. Âişe validemizin amcası, Züheyr’in de babasıydı. Bu sebeple Âişe validemiz bir gün, “Yâ Resûlallah! Şüphesiz İbn Cüd’ân yemek yedirir, misafire izzet-i ikramda bulunurdu; bütün bunların ona, kıyamet gününde bir faydası olacak mı?” diye sormuş ve Efendimiz (s.a.s.) de, “Hayır. Çünkü o, bütün bunları yaparken bir defa bile, ‘Rabbim, ne olur din gününde benim hatalarımı temizleyip affeyle!’ diyemedi.” cevabını vermişti. Bkz. Müslim, Sahîh, 1/196 (214)
  5. Bkz. İbn Sa’d, Tabakât, 1/128; Süheylî, Ravdü’l-Ünf, 1/91
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.