Uhud’un ilk şehidi: Abdullah İbn-i Amr İbn-i Haram (ra)

1.198

Hicretin üçüncü yılı, Şevval’in on üçü. Perşembe akşamı. Medine’de bir heyecan var. Yarın Uhud’a çıkılacak. Her evde hazırlık yapılıyor cephe için. Her hanede farklı hikayeler yaşanıyor. Hanelerin duvarları birbirinden farklı konuşmalara şahit oluyor. Kimi, anne babasıyla vedalaşıyor kimi evlatlarıyla. Beyler, hanımlarıyla vedalaşırken, küçük kızlar, çocuklar, babalarının ayaklarına yapışmış ağlıyor: “Baba! Baba! Gitme ne olur!”

Ne desin babalar! Ne desin Medine’nin yiğitleri! Ne desin Allah Resûlü’nün havârîleri. “Sefer var kızım sefer! Gitmemek olur mu! Hanım! Devlet kuşu bu! Devlet kuşu! Herkese nasip olmaz. Yakaladık yakaladık… Belki bir daha nasip olmayabilir! Sen çocuklara iyi bak…”

Bir başka evden gecenin karanlığından sızan farklı bir ses işitiyoruz: “Anne! Hakkını helal et. Gidip de dönmemek var!” “Git yiğidim git. Allah yolunu açık, gazânı mübarek etsin. Evladını kaybeden bir anne için her gün ilk gündür; onun bu ıstırabı ihtiyarlamaz. Fakat ben seni annesinin Hz. Meryem’i Mescid-i Aksa’ya adadığı gibi Resûlüllah’a adadım. Gidin ve canınız pahasına Peygamberimizi koruyun. Vallahi, O’nun saçının teline zarar gelirse bir daha dönüp yüzünüze bakmam!”

Hepsi şehitliği arzu ediyordu

Bu cuma gecesi Medine’nin diğer gecelerinden farklı. Her hanede hummalı bir hazırlık! Kimi atını hazırlıyor kimi devesini. Kılıçlar, kalkanlar, oklar, yaylar ve mızraklar çıkarılıyor mahzenden. Mekkelilerin saldırısı yaklaşıyor. Müşrik ordusu yanı başlarına, Uhud’a mevzilenmişti bile. İşin hayatiyetini ve ciddiyetini idrak eden herkes şeb-i arûs’a hazırlanıyor gibiydi. Zira ertesi gün Hz. Sa’d İbn-i Rebî’in, ruhuyla kanatlanıp uçarken vereceği sırra, adeta hepsi vakıf kılınmıştı daha şimdiden: “Uhud’un arkasından cennetin kokusunu alıyorum.”

Evet o büyüleyip ruhları peyleyen koku, adeta Medine’nin içlerine kadar gelmiş inananların yüreğini sarmıştı. Her evde buhur buhur tütmeye başlamıştı. Onun için Efendimiz, Medine’nin ve Müslüman toplumun nasıl müdafaa edileceğiyle ilgili istişare ederken çoğunluk meydan muharebesi istiyordu. Bunların çoğunluğunu Bedir’e katılamayan gençler oluşturuyordu. Aradıkları şehadetti: “Ya Resûlallah! Çıkalım ve düşmanı şehrin dışında karşılayalım. Zayıf olduğumuzu ve kendilerinden korktuğumuzu sanmasınlar! Onlar şu anda bizim yanı başımıza geldiklerinde savaşmayacağız da ne zaman savaşacağız!”1

Hz. Nuaym İbn-i Mâlik çıkmış hepsinin duygusunu şu cümleyle ifade ediyordu: “Ey Allah’ın Nebisi! Ne olur bizi cennetten mahrum etme. Nefsimi kudret elinde tutan Allah’a yemin olsun ki oraya gireceğim!” Bu söz üzerine Efendimiz kendisine sordu: “Peki! Ne ile ve nasıl gireceksin cennete!” Hz. Nuaym beklemediği bu soru üzerine, “Bir kere ben Allah’ı ve Resûlünü seviyorum! İkinci olarak harp anında da cepheden kaçmam!” karşılığını verdi. Peygamber Efendimiz: “Doğru söyledin Ey Nuaym!” buyurdu. Hz. Nuaym da arzu ettiği gibi o gün orda şehit olanlardan biri olacaktı.2

Abdullah İbn-i Amr’ın evindeyiz

Medine’de vakit epey ilerlemiş olsa da bazı evlerin ışıkları hala yanıyor. Ertesi gün açılacak cephenin son hazırlıkları yapılıyor. Az ileride Abdullah İbn-i Amr İbn-i Haram’ın evinden de bir ışık sızıyor. Seleme oğullarının reisi. O ışık süvarisini, ta II. Akabe Beyatı’ndan tanıyoruz. Akabe’de Allah Resûlü’ne iman edip Müslüman olan Ensar’ın ilklerinden. Gecenin karanlığında gizlice yapılan beyata iştirak edip canları-malları pahasına da olsa Rahmet Peygamberi’ni koruyacağına dair elini tutarak söz veren bahtiyarlardan. Üstelik orada, Efendimiz’in huzurunda kabilesini temsil için seçilen on iki “Nakîb”den (temsilçi) birisi. Dolayısıyla Medine’yi hicretin yurdu olarak hazırlayan on iki elçiden biri.

O da bizim Câbir İbn-i Abdullah diye bildiğimiz oğluyla konuşuyordu. Hz. Abdullah İbn-i Amr, düşünceli düşünceli: “Canım oğlum! Yarın Allah Resûlü ile Uhud’a meydan muharebesine gideceğim.” dedi. Hz. Câbir, babasının sadece kendisini kastetmesine mana veremedi ve söze girdi: “Haberim var baba. Ben de hazırlanıyorum. Birlikte gideriz inşaallah!” Hz. Abdullah, biraz daha cümlelerini netleştirdi: “Hayır oğlum. Yarın sen gelmiyorsun. Evi sahipsiz bırakmamız doğru olmaz. Allah Resûlü ile cihada çıkma mevzuunda ise seni nefsime tercih edemeyeceğim. Ben gidiyorum. Sana ise emanetlerim var. Sen emanetlerime sahip çıkacaksın!”3

Hz. Câbir, babasının bu sözleri karşısında bir şey diyemez. Derin bir sükuta gömülür. Zira o da kendini tamamen gitmeye motive etmiş, hazırlamıştır. Herkes Efendimiz’le cepheye giderken şimdi ona geride kalmak mı düşüyordu? Buna henüz hazır değildi fakat babasına da bir şey diyemez onu kıramazdı. Mecburen, “Nasıl istersen baba!” dedi.

Hz. Abdullah aldığı bu cevaba çok sevindi. Artık oğluyla daha rahat konuşabilirdi:

-Oğlum! Ötelere kul hakkıyla gitmek istemiyorum. Benim, falan falan kimselere şu miktarlarda borcum var. Bu borçlar artık benim değil senin borçların. Bunları ödemeni istiyorum.”

-Hay hay, babacığım! Emrin olur. Allah’ın izni ve inayetiyle inşaallah öderim.”

-Teşekkür ederim oğlum! Allah, en kısa zamanda ödeme kolaylığı versin! Sana bir diğer emanetim de…!”

-Evet baba! Dinliyorum.”

-Kaç kız kardeşin var oğlum?”

-Yedi, baba. Niçin sordun ki!”

-Oğlum artık yedi kız kardeşin değil, yedi tane kızın var. Onlar da sana emanet. Onların üzerine titre, onlara güzel bak ve en iyi şekilde geleceğe hazırla.”

Söyleyeceği sözler boğazına düğümlense de Hz. Câbir:

-Tamam! Olur babacığım!” dedi ve ilave etti:

-Bir de inşallah dönersin, kavuşuruz babacığım!”

Hz. Abdullah ise kararlı bir ses tonuyla şu karşılığı verdi:

-Hayır oğlum! Ne dönmesi! Benim en büyük ümidim, muharebe başladığında Uhud’un ilk şehidi olmak! Sen emanetlerimi yerine getir ve iyi muhafaza et.”4

Artık sözün bittiği yerdi. Hz. Cabir’in diyeceği hiçbir şey kalmamıştı. Fakat onun da Uhud’da kendisine düşen yeri alma ve şehit olma arzusu, yüz ifadelerinde çok belirgindi. Babası bunun hemen farkına vardı ve kendisine şöyle dedi:

-Câbir! Evde himâyeye muhtaç kızlarım/n olmasaydı senin de gelmeni ve şehit olmanı çok arzu ederdim!”

Sıra kızlarıyla vedalaşmaya gelmişti. Belki de dünya gözüyle bu son görüşmeleriydi. Hepsine sarılıyor, helalleşiyor ve öpüp bağrına basıyordu. Akabe’de canı ve evlatları gibi Allah Resûlü’nü koruyacağına dair söz vermişti. Şimdi değil yedi, yetmiş evlada da sahip olsa geri kalamazdı. Gün, verilen sözü yerine getirme günüydü. Ahid, evlat sevgisine feda edilemezdi. Onun yolunda can ve nice cananlar feda edilebilir ama ahde kıyılamazdı. O, aynı vefayı Bedir’de de göstermişti.

Kızlar, yaş itibarıyla küçük olsalar da yürekleri büyüktü. Onlar da canları kadar sevdikleri babalarını, ertesi gün Allah Resûlü’yle birlikte harbe uğurlamaya hazırdı. Tabii ki içlerinde bir burukluk vardı. Babaları gidiyordu. Bu gece onlar için de belki son geceydi. Ayrılığın getirdiği hüznü, anne ve abileri Câbir’in varlığı bir nebze de olsa dindiriyordu. Küçük yaşta olanlar ise babalarını bir şenliğe katılmak için gittiğini düşünüyordu.

Sabır, Allah’ın inayetini celbeder

On dört Şevval günlerden Cuma. Allah Resûlü hutbesini okumuş ve namazı kıldırmıştı. İkindi namazına kadar gazve için herkese nihai hazırlıkların yapılması adına son çağrı yapıldı. İkindiden sonra toplanan müminlere Allah Resûlü, cihada teşvik adına kısa bir konuşma yaptı: “Cihaddan geri durmak, gecikmek acizliktir. Sabır ve sebat gösterilirse Allah’ın yardımı gelir. Sabır ve sebat ettiğiniz takdirde Allah’ın yardımı sizinledir!” Az ve öz bir konuşmaydı bu. Arif olana işaret yeterdi. Ardından da Resûlüllah (sallallahu aleyhi ve sellem), Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’le birlikte askeri kıyafetlerini giymek ve zırhını kuşanmak için evine girdi. İki büyük sahabî Peygamberimiz’in hazırlanmasına yardım edecekti. Artık Uhud, kahramanlarını bekliyordu.

Derken yola çıkılmış, akşamın vakti girerken “Şeyhayn” denile mevkiye varılmıştı. Peygamberimiz 1000 kişiden oluşan ordusuna burada konaklama emri verdi. Ardından ezan okundu ve namaz cemaatle eda edildi. Dualar, tesbihler, yalvarış ve yakarışlarla cennete giden bir yolda ilerliyorlardı. Yatsı da bu yerde kılındı. Anlaşılan gece burada kalınacak; sabah iki kilometrelik mesafedeki Uhud’a doğru tekrar harekete geçilecekti.

Münafığın karakteri cepheden kaçmaktır!

On beş Şevval, cumartesi sabahı. Sabah namazı cemaatle kılındı. Allah Resûlü, ordusunun son kontrollerini de yapıp yaşları küçük olan kimseleri ayırdı. Artık hareket ediliyordu. Tam bu esnada beklenmedik bir gelişme yaşandı. Abdullah İbn-i Übey İbn-i Selûl, kendine bağlı kimseleri alıp bir kenara çekildi. Tam cepheye çıkılırken o, istişare edilen dakikalara geri dönmüş alınan kararı eleştiriyor, askerlerin içine fitne tohumları atmaya çalışıyordu: “Ey insanlar! Muhammed, gençlerin sözünü dinleyerek onlara itaat etti. Benim görüşümü kâle almadı. Şimdi biz ne diye Uhud’a gidip ölelim ki? Haydin, Medine’ye geriye dönüyoruz!”

Onun bu konuşması üzerine üç yüz kişilik bir grup kendisine tabi oldu ve ordudan ayrıldı. Bu azımsanacak bir rakam değildi. Bin kişilik ordunun üçte biri yarı yoldan ayrılıyordu. Münafık yine tuzak kurmuş karakterinin gereğini sergiliyordu. Buna karşı bir şey yapılmalıydı. İşte tam bu sırada Abdullah İbn-i Amr İbn-i Haram ortaya atıldı. Önlerine geçti ve onları içinde bulundukları yanlıştan geri çevirmeye çalıştı: “Ey kavmim! Sizi, Allah’ı şahit tutarak uyarıyorum! Kabilenizi ve peygamberinizi, düşman karşısında yalnız bırakarak hüsrana uğratmayın. Kaybeden siz olursunuz!”

Onlarsa bu çağrıya dikkat kesileceklerine, ikazlarını hafife aldılar ve şöyle dediler: “Biz savaş olacağını zannetmiyoruz. Şayet bir harp olacağına inansaydık sizi teslim etmezdik.” Hz. Abdullah ise onların bu inat, isyan ve tuğyanları karşısında izzetli duruşundan hiçbir şey kaybetmedi. Gözünü budaktan sakınmadı ve onlara haddini bildiren son sözlerini söyledi: “Gidin, ey Allah’ın düşmanları! Allah sizin şerrinizden bizi korusun! Allah, Nebî’sini sizin desteğinize muhtaç bırakmayacaktır.”5 Bu arada olup biteni ibretle seyreden müminler ise basiretle hareket ederek bu ikiyüzlülerin tuzağına düşmedi. Müslümanları yarı yolda bırakıp arkadan hançerlemeye çalışan bu azınlığa karşı onların Allah ve Resûlü’nün davasına sahip çıkma heyecanları daha da katlandı. Adımlarını daha da hızlandırdılar.

Ordu Uhud’da!

Cumartesi sabah erken saatlerde Uhud’a varılmıştı. Muharebe başlayınca Hz. Abdullah da elinde kılıcıyla düşman saflarının arasına ilk dalanlardandı. Karşısına çıkanlara aman vermiyor, cesaretiyle kalplerine korku salıyordu. O, bir taraftan cansiperâne mücadele ederken diğer taraftan şehadet de arıyordu. Derken Üsame el-A’ver İbn-i Ubeyd’le karşılaştı6 ve vuruşmaya başladı. Karşılıklı birkaç hamleden sonra Hz. Abdullah İbn-i Amr şehit düştü. Fakat gözü dönmüş müşrikler, kendisini şehit etmekle yetinmeyip bir de müsle yaptılar. Kulaklarını ve burnunu kestiler.7

Hz. Abdullah, ahdine vefalı davranmıştı. Canı pahasına da olsa Resûlüllah’ı koruyacağına dair Akabe’de verdiği sözü yerine getirmişti. Aynı zamanda o, bir çığır açmış, bir ufuk ortaya koymuştu Uhud’da. İnandığı dava için anadan-babadan, evlad u iyalden gerekirse candan geçebilme ufku. Ne pahasına olursa olsun sabr u sebat edip cepheden geri dönmeme ufku.

Acı haber Medine’de

Babasının şehit düştüğü haberi Hz. Câbir’e hemen ulaşmıştı. Annesi ve halasıyla birlikte yola çıkmış Uhud’a varmışlardı. Şehitler arasında babasını arayıp buldular. Babasının sadece şehit olma isteği değil Uhud’un ilk şehidi olma arzusu da gerçekleşmişti. Yüzünde güller açmış gibiydi. Sanki ötelere doğru ruhunun ufkuna kanatlanırken gördükleri karşısında memnuniyetini izhar ediyordu.

Kendisini bir kenara taşımış ve üzerini örtmüşlerdi. Hz. Câbir babasının başı ucunda bekliyor ve ağlıyordu. Ara ara yüzündeki örtüyü açıyor ve seyrediyordu. Yanındakiler ise onu engellemeye çalışıyorlardı. Fakat Allah Resûlü ona mani olmuyordu. Halası Fatıma da yanında ağlıyordu. Peygamber Efendimiz onları bu şekilde görünce şöyle buyurdu: “İster ağlayın ister ağlamayın! Siz onu kaldıracağınız ana kadar melekler, kanatlarıyla onu gölgelemeye devam edecektir.”8 Efendimiz’in bu beyanı bir nebze de olsa içlerine su serpmişti. Babalarının ulaştığı/ulaşacağı makama dair bu gaybî haber, onların üzüntüsüne biraz da olsa merhem olmuştu.

Nihayet yanındakilerin yardımıyla babasının naşını deveye yükleyip annesi ve halasıyla birlikte Medine’nin yolunu tutmuşlardı. Bir miktar ilerlemişlerdi ki Allah Resûlü, şehitlerin Uhud’a defnedileceğini ilan etti. Henüz Medine’ye ulaşamayan kimseler, şehitlerini tekrar geriye getirdi. Ancak bazıları bu bilgi geleceği ana kadar çoktan şehitlerin naşını toprağa emanet etmişlerdi. Geri dönüp şehidini/şehitlerini getirenler arasında Hz. Câbir İbn-i Abdullah da vardı. Cenaze namazını kıldırdıktan sonra Allah Resûlü ona, babasını, Amr İbn-i Cemûh’la aynı kabre koymasını söyledi ve şunu ilave etti: “Zira onlar Allah için birbirlerini çok seviyorlardı. Onları ayırma!”9

Peygamberimiz Hz. Câbir’i Mahzun Görünce..

Uhud’da yetmiş şehit defnedilmiş, Medine’ye geri dönülmüştü. Aradan epey zaman geçmişti. Fakat Uhud, inananların gönlünde bir hicrana dönüşmüştü. Unutulacak gibi değildi. Hüzün, her hanede misafirdi. Hz. Câbir de mahzundu. Baba emaneti kızları da düşündükçe kederi daha da büyüyordu. Diğer taraftan kendisini sıkıştıran alacaklılar ise sırtında ağır bir yüktü.

Bu haliyle bir gün kendisini çok düşünceli ve mükedder gören Peygamberimiz, yanına yaklaştı ve hatırını sordu:

-Ey Câbir! Seni üzüntülü görür gibiyim. Bir derdin mi var?”

-Ya Resûlallah! biliyorsun, babam Uhud’da şehit düştü. Geriye bakıma muhtaç kalabalık bir aile ve bir hayli de borç bıraktı.”

Hz. Câbir’in bu açıklamalarına karşılık Efendimiz:

-Câbir! Allah’ın babanı nasıl karşıladığını sana haber vereyim mi?” buyurdu.

Bu soru karşısında Câbir’in hüznü, yerini meraka bırakmıştı. Anlaşılan babasından önemli bir haber vardı:

-Buyurun Ya Resûlallah!” dedi.

– Bugüne kadar Allah (celle celâluhu) hiç kimseyle yüz yüze konuşmamıştır. Onun kullarıyla konuşması hep -keyfiyeti bizce meçhul- perdeli olmuştur. Fakat Allah, babanla perdesiz konuştu ve: ‘Ey kulum! Dile benden ne dilersen!’ diye sordu.”

Meğer ilk olmak büyük bir sırmış! Allah ile kulları arasında kapalı perdeleri açan bir sır. Önde olup örnek olmak ve bir çığır açmak, yüz yüze görüşme saadetini kazandıran bir sır. Önde olmanın hakkını vererek asırlara örnek olmak ebedileşmenin iksiriymiş meğer.

Hz. Câbir çok heyecanlanmıştı. Merakı bir kat daha artmıştı. Hemen sordu:

-Peki Ya Resûlellah! Babam ne istedi?

-Baban şöyle dedi: Ey Rabbim! Beni dirilt ve dünyaya geri gönder. Yine Senin yolunda hizmet edeyim, mücadele edeyim. Hayatım cephelerde senin yolunda geçsin ve tekrar şehidin olarak huzuruna geleyim.”

Hz. Câbir daha bir heyecanlanmıştı. Yoksa babası dönüp gelecek miydi?

-Peki, ya Resûlallah! Babam gelecek mi?” diye sordu.

Peygamberimiz,

-Ey Câbir! Babanın bu isteğine karşı Allah (celle celâluhu) şöyle buyurdu: ‘Kulum Abdullah! Eğer daha önceden, ‘ölen kimselerin dünyaya geri çevrilmeyeceği hükmüm’ olmasaydı, seni dünyaya döndürürdüm. Fakat istersen, senin bu talebini kullarıma bildirebilirim.’ Baban da ‘Olur, ey Rabbim!’ dedi.” 10

Şehitler hayattadır!

-İşte ey Câbir! Babanın bu talebi üzerine Rabbim bana şu ayeti indirdi: “Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü zannetme! Bilakis onlar hayatta olup, Rab’leri katında yaşarlar, rızıklanırlar. Allah’ın, lutfundan ihsan ettiği nimetlere kavuşmaktan dolayı sevinç içindedirler. Arkalarından henüz kendilerine kavuşmayan müstakbel şehitlere ‘kendilerine hiçbir korku olmayacağına ve üzüntü hissetmeyeceklerine’ dair de müjde vermek isterler.”11

Allah Resûlü sadece Hz. Câbir’e değil bütün şehit yakınlarının şahsında ümmetine de şu mesajı veriyordu:

“Uhud’da şehit olan kardeşleriniz var ya! Allah, onların ruhlarını yeşil kuşların içine koydu. Bu kuşlar cennetin nehirlerine giden, cennet meyvelerinden yiyen ve Arşın gölgesine asılmış altından kandillere girip istirahat eden kuşlardır. Şehitler, bu nimetlerden huzur içinde güzelce yiyip-içip dinlenince şöyle dediler: ‘Kardeşlerimize bizden kim haber götürecek ve bildirecek ki bizler cennette dirileriz, rızıklanıyoruz. Bu haber onlara ulaştırılmalı ki onlar, cennete karşı isteksiz olmasınlar ve harpte korkak/çekingen davranmasınlar.’ İşte bunun üzerine Allah (celle celaluhu) onlara cevaben ‘sizin bu isteğinizi ben onlara ileteceğim’ buyurdu ve bana, size okuduğum ayeti indirdi.”12

Hz. Câbir, bu müjdeler karşısında rahatlamıştı. Babasının Allah katında elde ettiği bu yüksek derece gönlüne su serpmişti. Artık onu, ne arkada kendine bırakılan borç yükü ne de kendisine emanet edilen kalabalık aile düşündürürdü! Duydukları, bütün hüznünü sürûra çevirmişti. Geriye bu sevinci, evde onu bekleyen gözü yaşlı annesi ve yetimleriyle paylaşmak kalmıştı.

O, ashabına çok yakındı

Allah Resûlü (sallallahu aleyhi vesellem) ashabına kendi öz canlarından daha yakındı. Her türlü dertlerine ortaktı. Birini üzüntülü görse hemen yanına yaklaşır halini sorardı. Bir sıkıntısı varsa onu gidermek için de hemen yardımına koşardı. Zaten O’nun genel ahlakı ve bu hususta müminlere verdiği temel ölçü şuydu: “İnsan, kardeşlerinin yardımına koştuğu sürece Allah da o kimsenin yardımındadır.” Hemen Hz. Câbir’in borç problemini ele aldı ve kime ne kadar borcu olduğunu sordu.

-Ya Resûlallah! Borçların büyük bir çoğunluğu Yahudi tüccar arkadaşlarına. Sadece birisine otuz deve yükü hurma borcu var. Hurma mevsimi yaklaştı. Herkes alacaklarını ısrarla istiyor; beni sıkıştırıyorlar. Kendilerine iki hurma bahçemizden çıkacak bütün mahsûlü teklif ettim ama kabul etmediler.”

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz kendisine,

-Ey Câbir! Onlarla bir de ben konuşayım mı?” diye sordu. Zaten Hz. Câbir’in de kendisinden böyle bir isteği olacaktı:

-Çok iyi olur ya Resûlallah! Ben de bunun faydası olacağını düşünüyorum.”

Biraz sonra alacaklılar da Efendimiz’in huzuruna çağrılmıştı. Allah Resûlü ilk olarak Hz. Câbir’in teklifini yineledi:

-Alacağınıza karşılık, size iki hurma bahçesinden çıkan bütün mahsûlü versek ve siz de borçları silseniz olur mu?”

Onlar ise bu teklifi aralarında daha hiç değerlendirmeden reddettiler:

-Olmaz ya Muhammed! Biz alacağımızı istiyoruz. Oradan çıkan ürün, bize olan borç miktarını zaten karşılamaz.”

Allah Resûlü:

-Peki. Borcun bir kısmını bu yıl, geri kalan kalanını ise gelecek yıl alsanız, olur mu?” diye yeni bir teklifte bulundu.

Onlar buna da yanaşmayarak:

-Hayır asla olmaz.” dediler.

Peygamberimizin önerdiği teklifleri kabul etmemelerine, Hz. Câbir’in canı çok sıkılmıştı. Borcun en azından bir kısmının tehir edilmesi veya yeniden yapılandırılması için Efendimiz’in devreye girmesi de yetmemişti. Yapabileceği bir şey kalmamıştı. Sıkıntısı yüzünden belli oluyordu. Bu sefer Peygamberimiz (aleyhissalatü vesselam) kendisine döndü ve şöyle buyurdu:

-Ey Câbir! Sen şimdi gidebilirsin. Ben yarın kuşluk vakti bahçeye geleceğim. Seninle orada buluşalım.”

Ertesi gün, Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) yanına Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’i de alarak bahçeye gitti. Tam hurmaları hasat dönemiydi. Peygamberimiz kendisine:

-Câbir! Hurmaları topla ve tasnif et. İyi cins olanları bir yerde diğerlerini de ayrı bir yerde topla. Sonra da bana haber ver.” diye tembih etti.

Hz. Câbir hurmaları toplamış ve hasadı tamamlamıştı. Hemen gidip Peygamberimiz’e haber verdi. Allah Resûlü geldi ve hurma öbeklerinin en büyüğünün etrafında üç kere dua ederek dolaştı. Sonra da:

-Kime borcun varsa hepsini çağır, gelsinler” dedi.

Biraz sonra alacaklıların hepsi gelmişti. Fakat ortadaki hurma yığını onların alacağını karşılaması mümkün değildi. Elleri boş geri dönmek istemiyorlardı. Üstelik Peygamberimiz’i görünce:

-Artık biz alacağımızı istiyoruz.” diye ısrar etmeye başlamışlardı.

Allah Resûlü onlara bir şey demedi. Borçlarına karşılık kendilerine, hurma yığınından tartılarak verilmeye başlandı. Alacaklı herkes acaba ben de bugün borcumu alabilir miyim diye endişe ediyordu. Ortadaki hurma yığını kaç kişinin borcunu karşılayabilirdi ki? Ancak birkaç saat süren tartı işleminden sonra herkes borcunu almıştı. Kimseye ödenecek borç kalmamıştı. Ama hurma öbeği olduğu gibi duruyordu. Yahudî tüccarlar bu duruma anlam verememiş şaşırıp kalmışlardı.

Günün sonunda Hz. Câbir ise durumu şöyle özetliyordu:

“Allah, babamın borcunu ödemeye beni muvaffak kılsın da vallahi ben, kız kardeşlerimin yanına, eve bir hurma tanesiyle gitmeye razıydım. Halbuki Resûlüllah, ondan bütün alacaklılara hurma verdiği halde tek bir hurma bile eksilmediğini gördüm.”

Hz. Câbir (radıyallahu anh), Allah Resûlü’nün bir bereket mucizesine daha şahit olmuştu. Hiç ummadığı bir şekilde borçlarını bitirmiş, hurmaları yüklemiş ve evinin yolunu tutmuştu.


Yazar: Dr. Selim Koç

Dipnot:

  1. İbn Hişam, es-Sire, III/18; İbn-i Sa’d, Tabakât, II/28
  2. İbn-i Kesîr, es-Sîretu’n-Nebeviyye, VI/1051
  3. Bkz. İbn Hişam, es-Sîre, III/48
  4. Bkz., Zehebî, Siyeru A’lami’n-Nübelâ, III/198
  5. İbn Hişam, es-Sîre, III/19
  6. Süfyan İbn-i Abd-i Şems olduğu da bildirilir.
  7. İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğabe, s. 720
  8. Buharî, Cenâiz, Hadis No: 1244; İbn-i Hacer, el-İstîab, 921
  9. İbn-i Hişam, es-Sîre, III/45-46; İbnu’l-Esîr, el-İstîab, 719
  10. İbnu’l-Esîr, el-İstîab, 719
  11. Âl-i İmran, 3/169-170
  12. Ebu Dâvud, Cihad 27
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.