Minâ

199

Zilhicce ayının onuncu günüydü; vaktin girişiyle birlikte sabah namazını da Müzdelife’de kılan Habîb-i Zîşân Hazretleri, Meş’ari’l-Haram’a gelip kıbleye dönmüş, dua ve tazarru ile Rabbine iltica ile gerilmiş, dua, tekbir, tehlil ve zikirle meşguldü.

Güneş doğmadan önce yeniden Kasvâ’ya binecek ve Mina’ya gelecekti; bu sefer arkasına Fadl İbn Abbâs’ı almıştı. Bu sırada İbn Abbâs’a emretmiş, şeytan taşlamada kullanacağı taşları toplatıyordu. Muhassir vadisine geldiğinde devesini daha da hızlandırmıştı; zira burası, fil ashâbının helâk edildiği yerdi!

Derken Mina’ya geldi; güneş yeni doğmuştu ve Akabe cemresinin yanına gelip devesinin üstünde iken şeytan taşlamaya başladı.

Daha sonra yeniden ashâbına dönen Efendiler Efendisi, daha önceki hutbenin bir yönüyle tamamlayıcısı mahiyetinde şunları söylemeye başladı:

– Şüphe yok ki bugün itibariyle zaman, semâvât ve arzı Allah’ın ilk yarattığı andaki yörüngesine gelip oturdu; bir yıl, on iki aydır. Bunlardan dördü haram aylardır; üçü, peşi peşine gelir: Zilkâde, Zilhicce ve Muharrem. Öbürü de, Şâbân ile Cemâziyelevvel arasında kalan Receb ayıdır.

Şeytan, sizin bu beldenizde artık kendisine kullukta bulunma ümidini yitirmiştir. Ancak, sizin çok küçümsediğiniz birçok işinizde onun dediğini yapıp da bunların, şeytanı razı edeceği de bir gerçektir.

Hac vazifesiyle ilgili menâsikinizi bugün benden alın; zira Ben, bu yıldan sonra hac vazifesi yapamayacağımı sanıyorum!

Ashâbına bunları söyleyen Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), bundan sonra üslûbunu da değiştirecek ve şimdi hangi ayda olduklarını ve hangi günü yaşadıklarını soracaktı. Ashâb:

– En doğrusunu Allah ve Resûlü bilir, diye mukabelede bulunuyordu. Zira bu ay ve güne başka bir isim vereceğini sanmışlardı! Bunun üzerine:

– Zilhicce ayı değil mi, diye sordu onlara.

– Evet, diyorlardı. Bu sefer de, mekânla ilgili bir soru soruyordu:

– Bu belde neresi?

Başka bir isimle tesmiye edeceğini düşünen ashâb yine:

– En doğrusunu Allah ve Resûlü bilir, diye cevaplamıştı. Onlara:

– Burası, belde-i haram değil mi, diye sordu. Yine:

– Evet, demişlerdi. Arkasından şunları söyledi:

– Şüphesiz ki Rabbinize kavuşacağınız güne kadar kanlarınız, mallarınız ve ırzınız; bugününüzün, bu ayınızın ve bu beldenizin haram olduğu gibi size haramdır!

Her cümlesinde bir veda bûsesi gizliydi. Yirmi üç yıllık birikimi siyah gözleriyle süzüyor ve cemaatini, kendisinden sonraki günlere hazır hâle getirmek istiyordu.

Az önceki soruları üst üste niçin sorduğunu şimdi daha iyi anlıyorlardı; bir taraftan ashâbıyla vedalaşırken, diğer yandan da onları rahle-i tedrisine almış irfan ufkuna seyahate çıkarıyordu! Arkasından, dikkatlerini çekip onlara bir soru daha sordu:

– Vazifemi tebliğ ettim mi?

Dizinin dibinde yetiştirdiği ashâbına, kendine ait vazifeyi eda edip etmediğini soruyordu; çaresiz ashâb yine:

– Evet, diye haykırmıştı. Bunun üzerine yeniden Rabbine yöneldi ve önce:

– Allah’ım! Sen şahit ol, diye nida etti. Ardından ashâbına şu nasihatte bulundu:

– Bunları, bugün burada bulunanlar, bulunmayanlara ulaştırsın; zira kendisine tebliğ edilen nice insan, dinleyenden daha kavrayıcıdır! Ve sakın ola ki Benden sonra, birbirinizin boynunu vuran kâfirler gibi olmayın!

Ashâbına bu nasihatleri yaptıktan sonra sıra kurbanını kesmeye gelmişti; o gün Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), yaşı kadar kurban kesecek ve geri kalan otuz yedi tanesini kesmesi için Hz. Ali’yi görevlendirecekti.

Sonra yanına, ashâbından birisini çağırıp saçını kestirdi. Mübarek saç tellerini yere düşürmemek için avuçlarını açmış, bu arada yere düşenleri de teker teker alıp yüzlerine gözlerine sürüp gözyaşı döküyorlardı! Bu sırada Hz. Ebû Bekir gibi bazı sahabîler, ayrılık öncesi bir kenara çekilmiş, uzun uzun O’nu seyrediyorlardı!

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.