Küsme De Yok Dargınlık Da

1.346

Beri tarafta bu süreç, Mekke müşrikleri tarafından da takip ediliyor ve müşrikler vahyin kesintiye uğramasından dolayı içten içe bir sevinç duyuyorlardı. Onlara göre Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), adım attığı bu yolda toplumdan tecrit edilip yalnız kaldığı gibi sema ile de bağları kesilmişti ve O her yönüyle bir gurbet (!) yaşıyordu. Hatta, Mekkelilerden bir kadın Efendimiz’in yolu üstüne çıkmış:

– Yâ Muhammed! Görüyorum ki şeytanın Seni terk etmiş, diyordu. Bununla o, kendince Allah Resûlü’yle alay ettiğini sanıyordu. Ancak bu, Efendiler Efendisi’ni üzdüğü gibi semanın kapılarını da harekete getirecek bir davranıştı. Neyse ki, zor durumda kalınan her zaman imdada koşan bir Cibril vardı. Yine gelmiş, şu ayetleri getiriyordu:

– Güneş’in yükselip de en parlak hâlini aldığı kuşluk vaktine ve sükûnetle erdiği dem geceye yemin olsun ki (ey Resûlüm)! Rabbin Seni ne terk etti ne de sana darıldı! Elbette Senin için, gelecek her yeni gün, bir öncekinden, her zaman işin sonu başından daha hayırlıdır. Elbette Rabbin, Sana ileride öyle şeyler ihsan edecek ki, neticede Sen, hem O’ndan hem de vereceklerinden razı olacaksın![1]

Ne güzel iltifatlardı bunlar! Rahmet-i Rahmân, Habîb-i Zîşân’ın elinden tutuyor ve adeta basamak basamak O’nu geleceğe taşıyordu. Öyleyse, durup beklemenin ne anlamı olabilirdi ki?

Her gelecek günün, bir önceki güne göre daha hayırlı olacağı bildirildiğine göre, öyleyse bugün yapılması gereken, hiç durmadan hayrı tavsiye edip Rahmânî güzellikleri Allah’ın diğer kullarıyla da paylaşmak, çirkin ve kötü olandan da onları uzaklaştırma gayreti içinde bulunmaktı. Zaten, çok geçmeden ilahî mesaj da:

– Sizin aranızda öyle bir grup olsun ki onlar, her dâim insanları hayra davet etsinler ve ma’rûf olanı emredip münker olandan da insanları uzaklaştırsınlar,[2] diyerek aynı şeyleri söyleyecekti. Zira, bundan böyle yeniden şekillenecek olan ümmet, orta yolun temsilcisi olacak ve Allah’a imanda derinlikle, hayır konusundaki hayırhahlığıyla ve şer karşısında da takındığı tavırla doğruluğun şiarı olacaktı.[3]

Aynı zamanda bu, toplumu kaynaştırıp birbirine kenetleyen en önemli dinamikti. Zira, sosyal olmanın bir sonucuydu bu. Yanlışlıkların görmezden gelindiği, güzelliklerin de paylaşılmadığı toplumlarda iç çöküntü kendini hissettirir ve bu toplumlar asla hayatiyetlerini uzun soluklu devam ettiremezlerdi. Kur’ân’ın, bir ibret vesilesi olarak nazarlara arz ettiği İsrailoğulları, bu vazifeyi hakkıyla yapamadıkları için, aralarında iftiraklar zuhûr etmiş ve paramparça olmuşlardı.[4] Demek ki, müşahede edilen şerre karşı umursamazlık tavrı, musibetlere davetiye anlamına geliyor ve bu durumda, kurunun yanında yaş da yanıyordu. Öyleyse, topyekûn kurtuluş, hayırda cansiparâne bir yarışa; kullarını Allah’a, Allah’ı da kullarına sevdirmeye bağlıydı.[5]

Ümmet-i Muhammed, sonu temsil edecekti ve bu temsil, öncekilerden de ders alınarak iyi yerine getirilmeliydi. Zira, güneş gurûba kaymış ve insanlık adına zaman, gurûb öncesi bir yerde duruyordu. Onun için, ‘ikindi vakti’ne yemin edilecek, muhtemel kaymaların yaşanmaması için imanın ne kadar gerekli olduğu anlatılarak bu yolun yolcularına sabır ve hak çizgide sebat tavsiye edilecekti.[6]


Dipnotlar:
[1] Bkz. Duhâ, 93/1-6
[2] Bkz. Âl-i İmrân, 104
[3] Bkz. Âl-i İmrân, 3/110
[4] Bkz. Mâide, 5/78, 79
[5] Konuyla ilgili olarak bkz. Buhâri, Sahîh, 2/520 (1368), 3/1314 (3393); Müslim, Sahîh, 1/69 (78), 1/69 (80)
[6] Bkz. Asr, 103/1-3

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.