İdealleri İle Asr-ı Saadet Gençleri (2)

1.647

Hak ve Hakikati İkâme

Asr-ı Saadet gençlerinin bir hedefi de hakkı ikâme etmekti. Onlar, çerçevesi şahsi çıkar hisleri ile örülü Cahiliye kültürü içinde hayata gözlerini açmış; zulüm ve haksızlığın her türlüsünü duymuş, görmüş ve yaşamışlardı. Fert, aile, toplum ve idare adına hak ve hürriyetlere saygının, muamele ve münasebetlerde adaletin ve güzel ahlakın, nasıl hayati bir ihtiyaç olduğunu çok iyi idrak etmişlerdi. Nitekim Kur’ân da onlara hakkı tutup kaldırmayı adres göstermiş; hüsrana uğramamanın bir yolunun da hakkı tavsiye ve bu yolda karşılaşılan zorluklara tahammül olduğunu haber vermişti: “Zaman hakkı için: İnsanlar hüsranda. Ancak şunlar müstesna: İman edip yararlı işler yapanlar bir de birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler.”1 

Her hususta örnek aldıkları Allah Resûlü de hak ve hakikati ikame etmeyi, varlık gayesi edinmiş; onların gözleri önünde canı pahasına bunun mücadelesini veriyordu. Hatta O (aleyhissalâtu vesselâm), yirmi bir yıl süren bu çok zorlu ve tehlikeli mücadelenin ardından müşriklerin elinde zulüm ve haksızlıkların kalesi haline gelen Mekke’ye girerken dilinde “Hak geldi; batıl zail oldu!”2 ilahi beyanı vardı. O, sık sık konuşmalarında sözü, hakkı tutup kaldırmaya getiriyor ve bunu, imanın bir derinliği ve göstergesi olarak takdim ediyordu: “Kim bir kötülük görürse, onu eliyle değiştirsin. Şayet eliyle değiştirmeye gücü yetmezse, diliyle değiştirsin. Diliyle değiştirmeye de gücü yetmezse, kalbiyle düzeltme cihetine gitsin ki bu, imanın en zayıf derecesidir.”3 

Allah Resûlü ile tattıkları hak ve hakikatleri, korumak, yaşamak ve yeryüzünün bütün muhtaç coğrafyalarına ulaştırmak, Asr-ı Saadet gençlerinin en temel hedefleri arasındaydı. Bundan dolayı şahsi hayatlarında bu hususlarda kılı kırk yararcasına hassas ve dengeli hareket ediyorlardı. Hakka saygı duyuyor ve kimsenin hukukunu çiğnemiyorlardı. Diğer taraftan zulüm ve haksızlıklara, batıla seyirci kalmayı, manevî değerlerine ihanet kabul ediyor ve vakit kaybetmeksizin hakkı ikamenin peşine düşüyorlardı. Hal böyle olunca her gün ayrı bir yerden çığlık yükseliyor ve onlar, soluğu oralarda alıyorlardı. Hatta hakkın ikâmesi uğrunda birbirleri ile de karşı karşıya gelmeye çekinmiyorlardı. Çünkü onlar, bu mücadeleyi, dün Bedir’de, Uhud’da, Hendek’te babalarına, amcalarına, dayılarına kısacası en yakın akrabalarına karşı yürütmüşlerdi.

İslam Medeniyetinin İnşasına ve İnkişafına Katkı Sunma

Asr-ı Saadet gençlerinin bir hedefi de vahiy ile planı ve projesi çizilen ve Allah Resûlü ile hayata taşınan, insanlığı hem bu dünyada hem de ahirette felaha ve salaha kavuşturmayı hedefleyen İslam medeniyetinin inşasında aktif rol almaktı. Kur’ân, yokluk dönemlerinde işi omuzlayan ilklerle arkadan gelenlerin, Allah katında ve sevap noktasında bir olmadığını/olamayacağını haber veriyor ve onların bu konudaki ideallerini besliyordu. Bundan dolayı Mekke döneminde yaşadıkları onca baskıya, şiddete, zulüm ve haksızlığa rağmen asla O’nun yanından, yolundan ve istikametten ayrılmamışlardı. Medine döneminde ise bütün korku ve endişelerine rağmen İslam’ı ve İslam’a ait her şeyi yok etmek için saldıran ordular karşısında hep dik ve metin durmuşlardı. Çünkü onlar, İslam medeniyetinin inşası adına O’nun yoluna baş koymuşlardı. 

Onlar, bu ideallerini gerçekleştirme adına asla boş durmamış; hemen hepsi bu uğurda yapılan en küçük işlerden en büyük hamlelere kadar elinden gelen maddi manevi her türlü katkıyı sunmaya çalışmışlardı. Yeri gelmiş ellerine kalem, yeri gelmiş kazma ve kürek, yeri gelmiş kılıç ve mızrak almış; taş taşımış, harç karmış ve her türlü infakta bulunmuşlardı. Allah Resûlü de bu yolda hem sözlü hem de fiili olarak onların heyecanlarını kamçılamış; iltifat, takdir ve dualarıyla kendilerine destek olmuştu.

Mesela kıyamete kadar İslam medeniyetinin merkezlerinden birisi olacak Mescid-i Nebevî inşa edilirken ve Ahzâb ordusuna karşı Medîne’yi savunurken herkesi seferber etmiş; hepsinin inşada ve kazıda bir şekilde aktif rol almasını sağlamıştı. Hatta inşaat ve kazı sürecinde terennüm ettiği “Gerçek hayat, hayır ve ecir, ahiret hayatı, hayrı ve ecridir. Allah’ım! Ensar ve Muhacirlere yardım et, yarlığa ve merhametinle muamele buyur!” muhtevasındaki beyitlerle onları motive etmişti.4 İşin madde planı böyle olduğu gibi mana planı da böyleydi.

İnsanlığa Hayırlı ve Faydalı Olma

Asr-ı Saadet gençlerinin ideallerinden birisi de insanlığa hayırlı ve faydalı mümin bir fert olabilmekti. Bunu gerçekleştirme adına irade, ruh, beden, ilim, dünyevî donanım ve imkân planında güçlü kuvvetli müminler olmaya çalışıyorlardı. Çünkü muttakilere rehberlik, hayırda öncü ve önde olma, hakkın/halkın müdafaası adına cephede yer alma ve insanların ihtiyaçlarını giderme, ilim, güç, kuvvet ve imkân gerektiriyordu. 

İradesi ve duruşu, hal ve hareketleri, fiil ve fikirleri ile onlara bu konuda da ufuk olan Allah Resûlü, “Ancak şu iki kişiye gıpta edilir: Allah’ın kendisine mal verip de onu Hak yolunda harcamaya muvaffak kıldığı kimse ile Allah’ın kendisine ilim ve hikmet ihsan ettiği, onunla hüküm veren ve onu başkalarına öğreten kimsedir.5, “Veren el, alan elden daha hayırlıdır…”6,  “Kuvvetli mü’min, (Allah katında) zayıf mü’minden daha hayırlı ve daha sevimlidir…”7 “İnsanların arasına karışıp onların ezâlarına katlanan bir müslüman, onlara karışmayıp ezâlarına katlanmayandan daha hayırlıdır.”8 gibi beyanları ile de şuur aşılıyordu. 

Bir gün amcası Hz. Abbas (radıyallahu anh) gelip kendisine “Ashâbın tozuyla toprağıyla sana eziyet verdiklerine şahit oluyorum; onlara hitap edebileceğin üstü örtülü bir yer edinsen ne güzel olur.” demişti. Bunun üzerine Allah Resûlü, “Aralarında olmaya devam edeceğim, kâh topuğuma basacak, elbisemi çekiştirecek kâh tozlarıyla bana sıkıntı verecekler. Böylece Allah’ın rahmetini kazanacağım.” buyurmuştu.9

Hal böyle olunca gençler, bir an önce kendi ayakları üzerinde durmak, dine, davaya ve topluma omuz vermek için kabiliyetlerini inkişaf ettirmeye, kendilerini geliştirmeye ve imrendirici bir insanî kıvama erişmeye ayrı bir önem veriyor ve bu uğurda yoğun bir çaba harcıyorlardı. İlim ve irfanlarını artırma adına sohbet, müzakere ve mütalaa meclislerini kaçırmıyor, dil öğreniyor, iradelerini ve bedenlerini güçlendirecek sporlar yapıyor, hayır hasenatta bulunma adına helal dairede imkân sahibi olmaya çalışıyor hatta bulamayınca borç alıp infakta bulunuyor ve sonra bu borçları ödemeye çalışıyorlardı. Yaşından, hastalığından ya da yeterli imkânı bulamamaktan dolayı hak ve hayır cephesinde yerlerini alamamışlarsa hüzne boğuluyorlardı. 

Onların bu ideallerinin hayatlarına bir yansıması da Allah Resûlü’ne gelip “Hangi amel daha hayırlı/faziletlidir?” ya da “Hangi Müslüman daha üstündür/akıllıdır?” gibi sorular sormalarıydı. Zira onlar bu ideallerini gerçekleştirme adına en hayırlı, faydalı ve faziletli ameli, işi ve aksiyonu yapmak istiyorlardı. Mesela bir gün Allah Resûlü, bir grup sahabî ile otururken Ensar’dan bir genç gelmiş; selam verip oturduktan sonra “Ey Allah’ın Resûlü! Müminlerin en faziletlisi kimdir?” diye sormuştu. Allah Resûlü, “Ahlakı en iyi ve güzel olanı!” karşılığını vermişti. Mesaj gayet açıktı; güzel ahlakın bütün şubeleriyle donanmak, kulun kendine ve başkalarına zarar vermemesi ve faydalı olması adına en önemli hususlardandı. 

Bunun üzerine aynı genç, “Peki müminlerin en akıllısı kimdir?” diye ikinci bir soru sormuş ve O (aleyhissalâtu vesselâm), “Ölümü çokça hatırlayan ve sonrası için hazırlık yapan!” buyurmuştu.10 Zira ölümü hatırlamayan gaflete dalar, adalet ile zulmü, hak ile batılı, hayır ile şerri, fani ile ebedi olanı birbirine karıştırır. Sahip olduğu maddi manevi donanımı ve imkânı, nefsin hazları peşinde har vurup harman savurur. Hatırlayan ise sahip olduklarını, ebedi hayatına hayrı dokunacak en salih işler peşinde harcar ki bunların da başında insanlara/insanlığa faydası dokunacak işler gelir: “İnsanların en hayırlısı, insanlara/insanlığa faydası dokunandır!”11 

Ve Allah Resûlü, bu noktada hiçbir iyiliği/faydayı küçük görmüyordu. Hz. Ebû Berze, “Ey Allah’ın Resûlü! Bana yararlanabileceğim bir iş öğret!” dediğinde “Müslümanların yolundan onlara sıkıntı veren şeyleri kaldır”12 bu­yurmuş; maddi manevi insanlara sıkıntı veren şeyleri, onların yollarından kardırmanın, ahiret adına ne büyük bir yatırım olduğuna dikkat çekmişti.

Nebevî Sevgi ve Şefaate Ulaşma

Asr-ı Saadet gençlerinin bir hedefi de insan başta olmakla alemlere rahmet olarak gönderilen Allah Resûlü’nün sevgisine, şefaatine ve yakınlığına nail olmaktı. O’nun temsil ve tebliği ile Allah’ı tanımış, ebedi hayattan haberdar olmuş; kâinatı hangi bakış açısıyla mütalaa edeceklerini, can başta olmakla sahip oldukları nimetlere nasıl şükredeceklerini, hayatın sırlarını, hürriyetin sınırları, ahlakı, adaleti ve hakiki insanlığı öğrenmişlerdi. 

O’nu canlarından çok seviyor13 ve O’nun tarafından sevilmeyi, ebedi hayatta O’nunla birlikte olmayı ve şefaatine nail olmayı çok arzu ediyorlardı. Kur’ân, “Kim Allah’a ve resulüne itaat ederse işte onlar, Allah’ın nimetlerine mazhar ettiği nebîler, sıddîkler, şehidler, salih kişilerle beraber olacaklardır. Bunlar ne güzel arkadaşlar! Bu, Allah’tan bir lütuftur. Bu lütfa lâyık olanların kadrini Allah’ın bilmesi yeter de artar!”14 buyuruyor ve âdeta onların bu hayallerini kamçılıyordu.

Allah Resûlü de onların bu ideallerine destek oluyordu zira son ve evrensel dini, insanları Cenâb-ı Hakk’ın hoşnutluğuna götürecek hayatı, O, temsil ve tebliğ ediyordu. Ve gençlerin, ebedî saadeti adına O’nu sevmeleri çok hayati idi. Bir sahabî gelmiş ve “Yâ Resûlallah! Kıyamet ne zaman kopacak?” diye sormuştu. Allah Resûlü, “Kıyamet sonrası için ne hazırladın?” buyurmuş ve esas odaklanılması gereken noktaya dikkat çekmişti. Sahabî, “Öyle çok fazla amelim yok. Ama Allah ve Resûlü’nü seviyorum.” karşılığını verince Allah Resûlü, -Hz. Enes İbn-i Mâlik’in tespitiyle ashâb-ı kirâmı sevince boğan- şu müjdeyi vermişti: “Kişi, sevdiği ile beraberdir!”15

Gençler, O’nun sevgisine nail olmak için çok dikkatli ve dengeli yaşıyor; yüce ahlakını örnek alıyor, hikmet dolu Sünnet’ine ittiba ediyor ve nurlu yolunu adım adım takip ediyorlardı. Verdiği emirlere, yaptığı uyarı ve ikazlara, nasihatlere, hal ve hareketlerine sadık kalıyor ve her şeyleriyle O’nun yoluna sarılıyorlardı. Zaman zaman bu hayallerini gelip O’na da açıyorlardı. Bir seferinde Yemenli Hz. Sevban, perişan bir hâlde; rengi uçmuş, vücudu zayıflamış, simasında hüzün ve keder belirtileri O’nun huzuruna gelmişti. Onu bu durumda gören Allah Resûlü, “Neyin var, hasta mısın, ey Sevbân?” buyurarak halini sormuştu. Bunun üzerine Hz. Sevbân derdini şöyle anlatmıştı: 

“Yâ Resûlallah! Ne hastalığım ne de ağrım sızım. Huzuruna gelip gittikçe cemaline bakıyor, yanın­da oturuyor, sohbetinde bulunuyorum. Ancak sizi görmediğim zamanlar mu­habbet ve özlemim artıyor, size kavuşuncaya kadar kederden bunalıyorum! Sonra ahireti hatırlıyor ve orada sizi görememekten korkuyorum! Çünkü siz cennette di­ğer peygamberlerle beraber yüksek makamlarda olacaksınız. Ben ise cen­nete girsem de sizin derecenizden daha aşağı makamlarda bulunacağımdan. Bundan dolayı sizi orada görememekten endişe ediyor ve iki büklüm oluyorum…”16

Mağfirete Nailiyet

Asr-ı Saadet gençlerinin bir ideali de Cenâb-ı Hakk’ın mağfiretine nail olmaktı. Onlar, Kur’ân ve Sünnet çizgisinde, helal ve haram sınırlarına azami dikkat ederek, Allah’ın rızası istikametinde yaşadıkları sade, samimi ve örnek hayatlarına rağmen mutlaka bir şeylerin eksik kaldığı/kalacağı düşüncesiyle hareket ediyorlardı. Muhasebeye dalıyor; yapamadıklarını, eksik yaptıklarını ya da yanlış yaptıklarını düşündükleri şeyler karşısında hemen istiğfara yöneliyorlardı. Sürekli Allah’tan kendilerini bağışlamasını diliyor hatta bir vesile ile Allah Resûlü’nden bir şey isteme imkânı yakalamışlarsa ilk istedikleri şey, genellikle mağfiretleri adına kendilerine dua buyurması oluyordu. 

Aslında onlara bu ideali ve şuuru aşılayan da yine O (aleyhissalâtu vesselâm) idi. Çünkü O, her vesile ile istiğfarda bulunuyor, istiğfara davet ediyor ve vefat eden kim olursa olsun onlar için Allah’tan öncelikle mağfiret talep ediyordu. Gençlerin arasında mağfireti o kadar çok dillendiriyordu ki bir sohbetinde saymış ve O’nun, sohbet boyunca yüz defa istiğfarda bulunduğunu tespit etmişlerdi.17 Allah’ı, hesap gününü ve ebedi hayatı hatırlatan mağfiret, nefsin menfi isteklerine meyillerini kıran ve onları, hep istikamet, hayır ve takva çizgisinde tutan önemli bir esas ve idealdi.

Sonuç

Kur’ân ve Sünnet’in hedef gösterdiği değerleri, hayatlarının gayesi ve ideali haline getiren Asr-ı Saadet gençleri, böylece hayatı daha anlamlı, hayırlı ve dolu yaşama imkânı elde etmişti. Zihni ve hissi boşluklardan kurtulmuş, imanla tanıştıktan sonra istikametlerini korumuş ve çevrelerine maddi manevi faydalı fertler haline gelmişlerdi. Günümüz gençleri de aynı çizgiyi takip etmeli; kendilerini, Allah’a, ahiret/kulluk duygu ve düşüncesine, ilim ve araştırmaya, güzel ahlaka, hak ve adalete, insanlığa faydalı olmaya, O’nu insanlığa duyurma adına ortaya konacak insanî hizmetlere sevk edecek hedef ve hayaller edinmelidirler. Vakitlerini, imkanlarını, kabiliyet ve donanımlarını başta gençliğin dinçliği ve dinamizmi olmak üzere bu idealleri hayata taşımak için harcamalıdırlar. Gençlik, hem geçici hem de hesaba tabi bir nimettir ve gençlerin en hayırlısı, “ihtiyarlar gibi ölümü/hesabı ve ebedi hayatı düşünen, gençlik hevesâtına mağlup olmayıp gaflette boğulmayan”18 yani yüce idealler uğrunda koşturanlardır.

Dipnot:

  1. Asr Sûresi, 103/1-3
  2. İsrâ Sûresi, 17/81
  3. Müslim, İmân (78); Tirmizî, Fiten 11; Nesâî, İmân 17
  4. Buhârî, Salât 48; Müslim, Cihâd 44
  5. Buhârî, İlim, 15; Müslim, Salâtu’l-Müsâfirîn, 268
  6. Buhârî, Zekât 18; Müslim, Zekât 97
  7. Müslim, Kader 34; İbn-i Mâce, Mukaddime 10
  8. Tirmizî, Kıyâmet 55
  9. Dârimî, Mukaddime 14
  10. İbn-i Mâce, Zühd 31; Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid 5/320; 10/312; İbn-i Hacer, Futûhâtu’r-Rabbaniyye 4/51
  11. Taberânî, Mu’cemu’l-Evsat 5787; 6026; Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ’ 1/472
  12. Müslim, Birr 131, 132; İbn-i Mâce, Edeb 7
  13. Ahzâb Sûresi, 33/6
  14. Nisâ Sûresi, 4/69, 70
  15. Buhârî, Edeb 96; Müslim, 165; Tirmizî, Zühd 50
  16. İbn-i Hacer, el-Ucâb fî Beyâni’l-Esbâb 2/915; Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid 7/10; Makdisî, ed-Dürrü’l-Mensûr 4/527; Suyûtî, Lubâbu’n-Nukûl 91
  17. Ebû Dâvud, Vitr 26; Tirmizî, Deavât 38
  18. Taberâni, Kebir 22/83
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.