Hz. Hadîce validemizle izdivaca giden yol ve evlilik

1.077

Olurunu alır almaz hemen Hatice’nin yanına gitti Ebû Tâlib. Zira Hz. Hatice’ye, yeğenini bizzat anlatma lüzumunu hissediyordu. Çünkü O, Mekke’nin en güvenilir ve en kaliteli insanıydı. Öyleyse, O’nunla iş yaparken bu nazara alınmalı ve yine O’na verilecek ücret de başkalarından farklı olmalıydı. Böyle bir iş için Hz. Hatice’nin, başkalarına ne kadar ücret verdiğini de biliyordu ve onun için Hz. Hatice’den bunun iki katını isteyecekti.

Çok geçmeden Ebû Tâlib, Hatice’nin huzurundaydı. Hal ve hatır sorma adına âdetten ve alışılagelmiş konuşmaların ardından sözü kervana getirdi ve yeğeni Muhammedü’l-Emîn’in faziletlerinden söz açtı bir bir…

Muhammed… el-Emîn… Bu isim, Hatice için hiç de yabancı değildi. Bilhassa amcaoğlu Varaka İbn Nevfel’in dilinden düşmeyen bir isimdi. Küçüklüğünden beri kulağına hep O’nun haberleri fısıldanmış; gördüğü rüyaların tevillerinde de hep, O’nun izleri sürülmüştü.1

Şimdi bu ne büyük bir lütuftu; O’nu, gökte ararken yerde bulmanın heyecanı vardı Hz. Hatice’nin üzerinde… Kader yoluna su serpmiş ve daha kervanı yola bile vurmadan, en büyük kazancı elde etmenin sevincini yaşıyordu, hem de iliklerine kadar. Gelmiş geçmiş en kârlı ticaretini yapmak üzereydi. Malının tamamını bile istese, belki vermekte tereddüt etmeyecekti. Ebû Tâlib’in sözleriyle irkildi; şöyle diyordu ona:

– Ey Hatice! Bu iş için iki deve ücret vereceğinin haberini aldım; yeğenim Muhammed, Emîn’dir ve ben O’nun için bunun senden iki katını isterim.

Bir müddet bu talebi alıp verdi zihninde… Böyle bir kazanç için pazarlık yapılır mıydı hiç? Hem, dünya ve ukba saadetine kapı aralamışken, devenin de lafı mı olurdu? Nitekim Ebû Tâlib’in sözünün hemen akabinde şunları sıraladı teker teker:

– Ey Ebû Tâlib! Doğrusu sen, çok kolay ve hoşa gi­decek bir ücret istemiş bulunuyorsun! Bundan kat be kat daha fazlasını iste­miş olsaydın vallahi de ben, yine kabul eder ve tereddüt etmeden onu da verirdim. Sen bunu, hiç sevmediğim ve uzak birisi için bile isteseydin yapardım; kaldı ki sen onu, benim çok sevdiğim yakın birisi için talep ediyorsun!2

Ücrette de anlaşıldığına göre, artık kervanın yola çıkmasına bir engel kalmamıştı. Önceki Şam yolculuğunda karşılaştıkları Rahip Bahîra’nın sözlerini hatırlatarak Amca Ebû Tâlib, dikkatli olması konusunda yeğenini uyarıyor ve dünyalık elde edelim derken yeğeninden mahrum kalma endişesini ifade ediyordu.

Derken o gün geldi, Efendiler Efendisi ve kervan Mekke’den hareket etti. Bu yolculukta dikkat çeken bir husus gözlerden kaçmıyordu. Meysere3 adındaki bir şahıs, adım adım Muhammedü’l-Emîn’i izliyor, adeta yanından hiç ayrılmadan bütün hareketlerini takip ediyordu. Üç ay sürecek bir yol­cu­luktu bu. Bu yolculuk esnasında, yolcular da kaynaşmış ve Efendiler Efendisi’ni, daha yakından tanıma imkanı bulmuşlardı.

Çarşıdaki Yemin

Uzun süren meşakkatli bir yolculuk sonunda nihayet Şam’a geldiler. Getirdiklerini burada değerlendirip yeni yükler almak için kervandaki herkes, çarşı-pazarda hummalı bir gayret gösteriyordu. Muhammedü’l-Emîn de bunun için çarşının yolunu tutmuştu. Derken birisiyle alış-veriş yapmış, ticarete konu olan hususta anlaşmışlar ve mesele artık son noktanın konulmasına gelmişti. İşin burasında adamın inadı tutmuştu. Muhammedü’l-Emîn’den yemin etmesini istiyordu. Üstüne üstlük bu yemini de, o gün için en büyük put olarak bilinen Lât ve Uzzâ üzerine yapmasını talep ediyordu. Hayatının hiçbir karesinde temenna durmadığı el yapımı bu zavallılar adına yemin edilir miydi hiç!.. Tabiî olarak, Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), böyle anlamsız bir talebe tepki gösteriyor ve:

– Ben, onlar adına asla yemin etmem; zaten onlar kadar bana sevimsiz gelen bir şey de yok, diyor; kendi şartları kabul edilmedikçe de böyle bir anlaşmanın mümkün olamayacağını ifade ediyordu.4

Beri tarafta gelişmeleri izleyen Meysere için bunlar önemli bilgilerdi. Efendiler Efendisi yanlarından ayrılınca adam, gizlice Meysere’nin yanına yaklaşacak; Lât ve Uzzâ adına yemin vermekten çekinen bu adamın kim olduğunu soracaktı:

– Onu tanıyor musun? Kim bu adam?

Daha Meysere’nin cevap bile vermesine fırsat bırakmadan da hükmünü verecek ve şunları söyleyecekti:

– Sakın O’nun peşini bırakma; şüphesiz O, Nebi’dir.5

Rahip Nastûra

Nihayet, Şam’daki işleri de bitmiş ve dönüş için yola koyulmuşlardı. Meşakkat ağırlaşıp da yol yürünmez hale gelince bir yerde mola verip dinlenmeye durdular. Herkes bir kenara çekilmiş, bir taraftan hesap ve kitapla meşgûl olurken diğer yandan da dinlenmeye çalışıyordu. Efendiler Efendisi de, yaşlı bir ağacın altında oturmuş gölgeleniyordu.

Çok geçmeden uzaktan koşarak gelen birisini gördü Mey­se­re. Bu, kendilerini uzaktan seyreden meşhur Râhip Nastûra’dan başkası değildi. Meysere’nin yanına geldi ve:

– Şu ağacın altında oturup gölgelenen de kim, diye sordu. Meysere için bu, cevaplaması kolay bir soruydu. Tereddüt etmeden:

– O, Muhammed İbn Abdullah. Harem ehlinden bir genç, diye cevapladı.

Aldığı cevap karşısında önce başını salladı Rahip. Belli ki, bu cevap ve üsluptan pek hoşlanmamıştı. Zaten, O’nun kim olduğunu sorarken de, bir şeyler imâ eder gibi bir hâli vardı. Siz bilmiyorsunuz dercesine bir tavır içindeydi ve bir soru daha yöneltti:

– O’nun gözlerinde hiç, bir miktar kırmızılık var mı?

– Evet, var, dedi Meysere.

Rahibin kanaati kesinleşmiş gibiydi ve yemin ederek şunları söylemeye başladı:

– Vallahi bu ağacın altında, bu güne kadar Nebi’den başka kimse konaklamamıştır.6

Belli ki Rahip’in söyleyeceği çok şey vardı ve daha da konuşmak istiyordu:

– Hiç şüphe yok ki O, bu ümmetin beklediği peygamberdir. Hem de peygamberlerin en sonuncusudur.7

Meysere’nin şaşkınlığı devam ediyordu. Bütün bu gelişmelere pek bir anlam verememişti. Sadece, hanımefendisi Hatice’nin kendisine verdiği görevi hakkıyla yerine getirmenin hassasiyetiyle kulağını dört açmış; hiçbir ayrıntıyı kaçırmadan kaydetmeye çalışıyordu.

Rahipten öğrenilecek çok şey vardı. Belli ki o da, aradığını bu kadar yakınında bulunca, O’nunla ilgili daha fazla bilgi almak istiyordu. Onun için Meysere’ye, ağacın altında dinlenen Allah Resûlü’yle ilgili sorular soruyor ve kendisine, yol boyunca karşılaştıkları ilginç olaylardan bahsetmesini istiyordu. O da, alışveriş esnasında yaşanan yemin meselesini anlattı Ra­hip’e. Heyecanı bir kat daha artmıştı. Belli ki, içi içini yiyordu. Verdiği hüküm, kesinlik ifade ediyordu ve kendinden emin bir şekilde şunları söylemeye başladı tekrar:

– Vallahi de bu, bizim bekleyip durduğumuz Nebî. Ne olur O’na iyi bak ve göz-kulak ol!8

Ardından da, heyecanla Muhammedü’l-Emîn’in yanına koştu. Önce, ihtimamla mübarek alnından öptü ve ardından da, hızla ayaklarına kapanıp şunları söylemeye başladı:

– Ben şehadet ederim ki Sen, Allah’ın Tevrat’ta zikrettiği o şahıssın.9

Yine Aynı Bulut

Bu molanın ardından yeniden toparlanıp tekrar Mek­ke’nin yolları­na koyuldular. Havalar çok sıcaktı ve yolda gelirken Meysere, Allah Resûlü’nü, bulut şeklinde iki meleğin gölgelediğini gör­müş ve hayretle arkasından bakakalmıştı. Bu kadar sıcak bir ortamda iki bulut… Hem de, sürekli birisini takip eden iki bulut… Gittiği yere giden ve durduğunda da oldukları yerde sabit kalan iki bulut…

O ise, tavrını hiç boz­madan emniyet ve güven içinde, hiçbir şey yokmuşçasına yoluna devam etmekteydi. Bütün bunlar, Meysere’de öylesine bir muhabbet hâsıl etmişti ki artık o, varlığını Muhammedü’l-Emîn’e adamış; kendini O’nun bir kölesi gibi görüyordu.10

Mekke’ye ulaştıklarında, günün en sıcak zamanıydı ve güneş tam tepelerinde bulunuyordu. Kervanının haberini alan Hatice de, yüksek bir mekana çıkmış gelişlerini seyrediyordu. Bir aralık gözüne ilişen manzaraya takılıp gitti; zira, ticaretteki ortağı Muhammedü’l-Emîn’in üzerinde iki melek kanatlarını germiş, O’nu güneşin yakıcılığından koruyup ona gölge ediyordu. Gördüklerini, yakın arkadaşlarıyla da paylaşmak istemişti. Hemen onları da yanına çağırarak bu manzaradan onların da nasiplerini almalarını arzu etti. Gerçekten de, seyrine doyum olmayan bir manzaraydı. Gören herkes, şaşkınlık ve taaccübünü gizleyemiyordu.11

Yolculuğun Raporu

Elbette Meysere için bu yolculuk, öncekilerden çok farklıydı; ne bir haksızlığa şahit olmuş ne de yol boyunca bir huzursuzluk yaşamıştı. Götürdüklerini Şam’da en iyi şekilde değerlendirmişler ve getir­dikleri mallar da, Mekke’de kat be kat değerle satılmıştı. Belli ki Hz. Ha­tice, aradığı kaliteyi sonunda bulmuştu. Daha önce çok farklı kimselerle ticaret yapmıştı; ama elbette ki ‘İnsanlığın Emîn’i bir başkaydı.

Aslına bakılacak olursa, Hz. Hatice’nin derdi, kâr üstüne kâr ge­tirecek mallarında değildi. O, telâşla Meysere’nin gel­mesini bekliyordu ve gelir gelmez de, yol boyunca şahit ol­duklarını sormaya başladı, teker teker.

Meysere, önce Rahip’in sözlerini nakletti O’na. Gelirken gördüğü iki melekten bahisler açtı ardından. Şam’daki yemin talebi ve buna mukabil Efendisi’nin tepkisini, ardından da adamın anlattıklarını aktardı hassasiyetle. O kadar anlattı ki, yol boyunca yaşadıklarını evirip çevirip yeniden aktarıyor, metanet ve güvenini öve öve bir türlü bitire­miyordu.

Zaten Hatice’nin aradıkları da bunlardı. İçten içe kendini yiyip tüketiyor ve ruh dünyasındaki dalgalanmaları saklamaya çalışıyordu. Nasıl olmasın ki, bütün yollar hep O’nu gösteriyordu.

Varaka İbn Nevfel’in Yorumları

Hemen kalktı ve doğruca, kâmil mürşidi Varaka İbn Nevfel’in yanına gitti; Meysere’nin anlattıklarını paylaşacaktı yine amcaoğluyla.

Duydukları karşısında Varaka da heyecanlanmıştı. Artık o da, beklediğini bul­du­ğundan emindi. Yorum bekleyen Hz. Hatice’nin yüzüne:

– Eğer bu anlattıkların doğru ise ey Hatice! Şüphesiz Muhammed bu ümmetin peygamberidir. Ben de bili­yordum ki, bu ümmetin beklenen bir Peygamberi var­dır. İşte, bu zaman da zaten O’nun zamanıdır,12 deyiverdi.

Zira Varaka, Tevrat ve İncil’i İbranice aslından okuyup yazabilen ender insanlardan birisiydi. Kitaplarda gördükleri onu, sürekli bir beklenti içine sokmuş ve sık sık, ‘Ne zaman?’ diye O’nun geleceği günü intizar eder olmuştu. Bunun için şiirler yazı­yor, her fırsatta, gelişinin gecikmesinden duyduğu üzüntüyü dile getiri­yordu.

Varaka’nın yorumları çok önemliydi Hatice için. Görüldüğü üzere, her şey O’nu işaret ediyordu; bugüne kadar dinledikleri, Mekke’nin şehâdeti ve Meysere’nin anlattıkları, hep yolların birleştiği yeri… Muhammedü’l-Emîn’i, yani doğru adresi gösteriyordu. Artık hiç tereddüdü kalmamıştı Hz. Hatice’nin. Yıllarca beklediği müjdelenen Nebi, artık çok yakınındaydı. Evliliği zihninden silmişti; ama bugün O’na daha yakın olmanın başka da bir yolu görünmüyordu.

İzdivaca Giden Yol

Hz. Hatice, o güne kadar iki evlilik yaşamış ve bütün tekliflere artık kapılarını kapatmıştı. Zira, onun için yaş kemâle ermiş ve ayakta kalabilmek için bir başkasının dayanağına da ihtiyacı kalmamıştı. Bugünkü mânâda uluslararası bir ticarî zemine sahipti ve emrinde çalışanlar, sınırları aşkın bir coğrafyanın insanlarıydı. Rûm, Fars ve Gassâsine beldelerinden adamlar çalıştırdığı gibi, emrinde daha yakın coğrafya sayılan Hîre ve Şam bölgelerinden de insanlar vardı.

Zengindi; işini sağlam yapan akıllı, güzel, olgun ve herkesin rağbet ettiği şerefli bir kadındı. O gün için Kureyş arasında, böylesi bir kıymet ve kadre kurban olma­yacak kimse yoktu. Kavminden her erkek, imkânı olsa ve buna gücü yetse, onunla evlen­meye can atardı. O güne kadar kim bilir kaç kişi kapısını aşın­dırmıştı; ama o bunların hiçbirini kabul etmemiş; gelen herkese kapılarını, bir daha da açmamak üzere kapatmıştı.

Ancak bu sefer durum farklıydı ve böyle sürekli bir bera­berlik için evlilikten başka da bir yol görünmüyordu. O güne kadar evlenmeyi düşünmeyen, belki de böylesine nezih bir evliliğin hayaliyle diğer talepleri geri çeviren Hz. Hatice, artık kararını vermişti. Ancak, bunu nasıl açacağını bir türlü kestiremiyordu.

Hâlden Anlayan Bir Arkadaş

Hz. Hatice’nin bu düşünceli halini ve ondaki değişimi fark eden yakın arkadaşı Münye kızı Nefîse, bir gün yanına yaklaşacak ve şefkat dolu bir sesle şunları söyleyecekti:

– Sana ne oluyor, bu hâlin ne ey Hatice? Bugüne kadar hep seninle birlikte oldum, ama seni hiç bu kadar düşünceli görmedim!

Önce, meseleyi açıp açmama konusunda tereddüt geçirdi Hz. Hatice. Bir müddet suskun kaldı öylece. Ancak, adım atmadan hayra nail olmanın imkânı yoktu ve neticede, arkadaşına anlattı aklından geçenleri bir bir…

Önce, şunları söyledi:

– Ey Nefîse! Şüphe yok ki ben, Abdullah oğlu Muham­med’de, başkalarında görmediğim bir üstünlük görüyorum. O, dosdoğru, sâdık ve emîn, şeref ve pâk bir nesep sahibi, insanın karşısına çıkabilecek en hayırlı insan. Üstüne üstlük O’nun için bir de, sürpriz ve güzel haberler var! Garip bir durum… Meysere’nin anlattıklarına bakınca… Rahibin anlattıklarını dinleyip çarşı-pazardaki gelişmelere şahit olunca… Şam’dan kervanla gelirken üstünde kendisini gölgeleyen bulutu seyrederken, kalbim neredeyse yerinden fırlayacak gibi oldu; inandım ki, bu ümmetin beklenen Nebi’si O’ndan başkası değil!

Nefîse, hâlâ meseleyi anlamaya çalışıyordu:

– İyi de, senin bu kadar sararıp solman ve sabahtan bu yana düşünceli bir hal almanla bunun ne alâkası var, diye mukabelede bulundu. Anlaşılan daha açık konuşmak, meseleyi biraz daha açmak gerekiyordu. Hz. Hatice arkadaşına yöneldi ve açık bir dille şunları söyledi:

– O’nunla evlenmek suretiyle yollarımı birleştirmeyi umuyorum; ancak buna da nasıl nail olacağımı bilemiyorum.

Bu sefer mesele anlaşılmıştı. Halden anlayan Nefîse şöyle mukabelede bulundu:

– İzin verirsen, senin için ben, bir nabız tutarım!

Hz. Hatice’nin beklediği tepkiydi bu ve heyecanla:

– Eğer bunu yapabilirsen ey Nefîse, hiç gecikme, hemen yap, dedi.

Çok geçmeden Münye kızı Nefise, oradan ayrıldı ve Muhammedü’l-Emîn’in yerini öğrenmek için adres sormaya başladı. Bir müddet sonra da, Allah Resûlü’nün yanındaydı. Önce selam verdi ve ardından:

– Yâ Muhammed, diye seslendi. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), bütün vücuduyla yönelmiş, Nefîse’nin sözlerine kulak veriyordu. Şöyle devam etti:

– Senin evlenmene engel olan ne, Sen niye evlenmiyorsun?

Efendiler Efendisi’nin beklemediği sürpriz bir soruydu bu, ve:

– Elimde evlenmek için imkânım yok ki, diye mukabelede bulundu. Gerçekten de Resûlullah’ın elinde, evlenecek kadar maddî imkân yoktu. Başkalarının sorumluluğunu üzerine alacak olan kimsenin, en azından onları görüp gözetecek kadar bir imkânı olmalıydı.

Ancak bunun, bir problem teş­kil et­mediğini anlatacaktı Nefise!.. Mal ve mülk kaybolup giden bir meta iken, asalet, şeref, emniyet ve böylesi bir karakter, öyle kolay bulunacak bir kıymet değildi zira. Kapı bu kadar aralanmışken, kapatmamak gerekiyordu ve ardından:

– Şayet Senin için bu, problem olmaktan çıksa ve karşına, güzellik, mal, şeref ve Sana denklik itibariyle bir kıymet çıksa, müspet cevap ver­mez misin, diye sordu.

Cümleler, böyle bir adayın olduğundan açıkça haber veriyordu ve sözden anlayan Söz Sultanı sordu ona:

– Peki, kim bu?

– Hatice, diye cevapladı Nefîse.

Huveylid’in kızı Hatice’yi tanımamak olmazdı; daha birkaç gün önce onun kervanını Şam’a götürmüş ve iyi bir ticaretle gelip kendisine teslim etmişti. Ancak evlilik, ticaret kadar kolay değildi. Onun için;

– Bu nasıl olacak ki, diye sordu. Nefîse’nin derdi, bu işin nasıl olacağı değildi; o, sadece bir ‘kabul’ bekliyordu. İşte bu cümle de, o kabulün bir emaresiydi ve Allah Resûlü’nden bunları duyar duymaz, rahat bir nefes aldı. Zira bu, “Benim açımdan problem değil, ama böyle bir evlilik nasıl mümkün olabilir ki?” manasında bir tepkiydi. İşin bundan sonrası, Nefîse için daha kolaydı. Onun için de:

– Sen, onu bana bırak. Ben hallederim, deyiverdi.

Tabii olarak sükût, icabetin vuku bulduğunun habercisiydi ve süratle oradan ayrılan Nefîse, doğruca Hatice validemizin yanına koştu. Müjdeyi, bizzat kendisi vermek istiyordu. Koştu bir çırpıda ve anlattı bütün konuşmaları bir bir! Nefîse’nin getirdiği haber, rahat bir nefes aldırmıştı Hz. Hatice’ye. Ko­nuya sıcak baktığını öğrenir öğrenmez de, O’na rağbet edişi­nin ve evlilik talebinin gerekçelerini bildiren bir haber gön­derdi Özlenen Nebi’ye. Şöyle başlıyordu sözlerine:

– Ey amcamın oğlu! Şüphesiz ben, aramızdaki akrabalık bağlarının yakınlığından,13 Senin, kavmin arasındaki eşsiz konumundan, güzel ahlakın ve emanete riayetinden ve sözündeki doğruluktan dolayı Sana talip oldum. Amcalarına söyle de, işlerin tedviri için devreye girsinler!

Belli ki, Allah Resûlü’ne olan hayranlığını, olanca içtenlik ve titizlikle ifade etmenin adıydı bütün bunlar. Ancak, böylesine önemli bir meselede, büyükleriyle istişare etmeden karar vermek istemiyordu Allah Resûlü de… Teklifi alır almaz doğruca amcası Ebû Tâlib’in yanına gitti ve Nefîse ile aralarında geçen süreci anlattı tek tek.

Evet, yeğeni Muhammedü’l-Emîn, Ebû Tâlib için de çok değerliydi ve o kıymette bir başkasını tanımıyordu. Ancak, Hatice de, öyle yabana atılacak bir kadın değildi. İzzet ve onuruyla yaşadığı bir hayatı vardı ortada. Şeref ve nesep yönüyle en önde gelenlerden birisiydi. Yeğeninin de bu işe sıcak baktığını anlamıştı ve “Niçin olmasın?” diye düşünecek, hayır dileklerinde bulunacaktı.

Ve nikah

Artık, yıllara yön verecek mutlu beraberlik vakti gelmişti. Ve çok geçmeden bir gün, Abdulmuttalib’in oğulları Ebû Tâlib, Abbâs14 ve Hamza, Hatice’yi istemek için yola koyula­caktı. Muhatapların oluru olsa bile, aileler arasında geçerli olan merasimler yerine getirilmeli ve konu, bir velimeyle herkese duyurulmalıydı. Önce Ebû Tâlib konuşmaya başladı:

– Bizi, İbrahim neslinden ve İsmail soyundan kılan Allah’a hamd olsun! Hasep ve nesep itibariyle bizi, insanların hizmetine adayan, evine hizmetle bizi şereflendiren, Harem’e hizmetle serfirâz kılan; bizim için evini, insanların yönelip emniyet solukladığı bir mekana çeviren ve bizi, insanlar hakkında hüküm vermekle öne geçiren şüphesiz O’dur.

Konuşmaya başlamadan önce tercih edilen böyle bir hitap, işin ciddiyetini açıkça ortaya koyuyordu. İnsanların teveccühüne mazhariyetin şükrü de, zaten böyle olmalıydı. Ardından şunları söyledi aile meclisinde:

– Kardeşimin oğlu Muhammed’e gelince O, Abdullah’ın oğlu Muhammed’dir. Onunla kim boy ölçüşmeye kalkışsa, mutlaka Muhammed, üstün gelir. Mal ve mülk itibariyle pek bir varlığı olmasa da şeref, asalet, şecaat, cesaret, akıl ve fazilet yönüyle herkesten üstündür O. Zaten mal ve mülk de, kaybo­lan bir gölge gibidir; emanettir ve kalıcı ola­maz. Ancak şu var ki, gelecek itibariyle O’nun hakkında büyük haberler, herkesi hayran bırakacak yenilikler var! O sizden, kerimeniz olan Hatice’yi talep etmektedir. Mehir olarak da ona, bir kısmı peşin ve diğer bir kısmı da sonradan ödenmek üzere on iki ûkiyye ve bir neşş15 takdir etmektedir.16

Erkek evinin talebine karşılık kız tarafından da söylenmesi gereken sözler vardı. Ebû Tâlib’in arkasından Hatice’nin amcası Amr İbn Esed de17 kalktı ve Hatice’nin faziletini ifade eden benzeri sözler söyledi. Zira o gün Hz. Hatice’nin de babası yoktu; Ficar savaşlarında ölmüş ve Huveylid’in kızı Hz. Hatice de, Resûlullah gibi yetim bü­yümüştü. Şöyle diyordu:

– Senin de zikrettiğin gibi, saydığın hususlarda bizi insanlara üstün kılan Allah’a hamd olsun! Şüphe yok ki bizler, Arap’ın önde gelenleri ve efendileriyiz. Sizler de öyle… Araplardan hiç kimse, sizin faziletinizi inkar edip şeref ve iftihar noktalarınızı yok sayamaz. Sizinle aynı kökten gelme ve müşterek şerefimizin adına sizler şahit olun ki ben, –ey Kureyş topluluğu– Huveylid kızı Hatice’yi, zikredilen mehir mukabilinde Abdullah’ın oğlu Muhammed’e nikahladım.

İşin sorumluluğunu üzerinde hisseden Ebû Tâlib, mecliste bulunan diğer akrabalardan da aynı ikrarı duymak istiyordu. Bunun için:

– İstiyorum ki bu kabule, diğer amcalar da iştirak etsin, dedi. Bunun üzerine orada bulunan diğer bir amcası sözü aldı ve:

– Sizler de şahid olun ki ey Kureyş, bizler, Abdullah’ın oğlu Muhammed’e Huveylid’in kızı Hatice’yi nikahladık, diyerek aynı hükmü yeniden seslendirmiş oldular.18

Genel kabul gören merasimler de tamamlanmış; artık iş velimeye kalmıştı. Çok geçmeden o da yerine getirilecekti. Derken, koyunlar kesilip develer boğazlanmış ve düğün-dernek için bir de meclis tertip edilmişti. Böylelikle, 25 yıl sürecek zor; ama huzur dolu bir evli­lik hayatı başlamış oluyordu.

Beri tarafta, zamanın ağır şartları altında zor günler yaşayan Ebû Tâlib’in sevincine de diyecek yoktu; bir kenara çekilmiş ve yeğenine böyle bir kapı aralayan Allah’a, içtenlikle hamd ediyordu.

Sevinen sadece Ebû Tâlib değildi elbette; Mekkeliler bu birlikteliği o kadar içtenlikle onaylamışlardı ki, duygularını şiirin diliyle ortaya koyacak ve yapılan işteki isabeti birbirlerine haykıracaklardı.

Ancak o gün, hiç kimsenin sevinci, Hz. Hatice’ninkine denk olamazdı. O’nu o kadar yakından takip ediyordu ki, düğünlerine, artık ayrılmaz bir parçası olan kocası Muhammedü’l-Emîn’in süt annesi Ha­lîme-i Sa’diye’yi de davet etmiş; böylelikle, yetim büyüyen süt yavrusunun mut­luluğunu onunla da paylaşmak istemişti.

Sevinci, cömertliğine gölge düşürmeyecek ve yapması gerekeni unutturmayacaktı. Sabah ayrılıp giderken Halîme’nin yanın­da, sütünü verdiği Abdullah’ın oğlu Muhammed’in ke­rim hatırına mukabil, bahtiyar Hatice tarafından hediye edilen kırk baş koyun da vardı.

Birkaç gün; Amca Ebû Tâlib’in evinde kaldıktan sonra artık, Hatice validemizin yeğeni olan Hakîm İbn Hizâm’dan alınan yeni eve yerleşecekler ve böylelikle, vahiy geleceği âna kadar 15 yıl süren, herkese örnek, yeni bir hayat baş­layacaktı. Muhammedü’l-Emîn, bundan böyle herkese örnek bir aile reisiydi. Yeri geldiğinde, ev işlerinde hanımına yardım ediyor, çoğu zaman kendi ihtiyaçlarını bizzat kendisi karşılıyor ve böylelikle, karşılıklı saygı ve sevginin esas olduğu mutlu ve örnek bir yuva inşa ediliyordu. Bunu yapacak imkânı olmasına rağmen Hz. Hatice, kocasına bizzat kendisi hizmet edebilmek için ev işlerini hizmetçi veya adamlarına bırakmıyor, bütün bunları kendisi bir ibadet neşvesi içinde yürütüyordu. O’nun hoşnutluğuna kendini öylesine adamış, O’na öylesine kendini vakfetmişti ki, kılının bile incinmesinden rahatsızlık duyuyor ve O’nu rahatsız edici en küçük bir hareketinin olmaması için azami gayret gösteriyordu.

Hane-i Saadetin Diğer Sakinleri

Efendiler Efendisi, Hz. Hatice validemizle hayatını birleştirmiş ve yeni bir yuva daha kurulmuştu kurulmasına; ama bu yuvada onlar, sadece kendilerini düşünüp yalnız kalmayacaklar; kendileriyle birlikte başkalarının da elinden tutarak onları da hayata hazırlayacaklardı. Anne ve babaları hayatta olsaydı, mutlaka onlar da bu evin içindeki huzurdan soluklanacak ve evlatlarıyla birlikte torunlarını sevme bahtiyarlığına erişeceklerdi.

Öncelikle baba yadigârı Ümmü Eymen, İnsanlığın Emîni ile birlikte bu eve taşınmıştı. Efendisi Abdullah’ın yetimi ve hanımefendisi Âmine’nin öksüzünün ihtiyaçlarını gidermeye çalışıyordu.

Habîb-i Zîşân Hazretleri Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), aynı zamanda bir vefa insanıydı. Hatice validemizle evlenip yeni bir yuva kurduktan bir müddet sonra da diğer amcası Abbas’ın yanına gitmiş ve Ebû Tâlib ailesinin içinde bulunduğu sıkıntıyı gündeme getirerek bu evin yükünü paylaşmalarını teklif etmişti. Nihayet, oğullarından birisine Amca Abbas sahip çıkacak; diğer oğlu Ali’yi de Efendiler Efendisi kendi himayesine alacaktı. Himayede üçüncü dönem olarak zikredilebilecek bu süreçte artık, Muhammedü’l-Emîn, Ali için bir baba, Hatice de; şefkat dolu bir anne idi. Bir taraftan en şerefli insanın rahle-i tedrisinde terbiye görürken diğer yandan da asil kadın Hz. Hatice’nin şefkat ve merhamet dünyasından doyasıya istifade etmiş oluyordu.

Bu evde yaşayan bir delikanlı daha vardı: Zeyd İbn Hârise. Zeyd, aslen hür bir ailenin çocuğu iken, annesiyle birlikte gittikleri ana ocağında baskına uğramış ve köle pazarlarında satılmıştı. Ukâz panayırından onu, Hz. Hatice validemizin yeğeni Hakîm İbn Hizâm satın almış ve halasına getirmişti. Kutlu izdivaç gerçekleşinceye kadar, bir müddet öylece hizmetine devam eden Hz. Zeyd, artık bu yeni hanenin bir üyesiydi. Ancak çok geçmeden statüsünde bir değişiklik olacaktı; zira, Kainatın İftihar Vesilesi’nin hizmetine tahsis edilmiş ve O da, hürriyetin kapılarını sonuna kadar aralayıp onu özgür bırakmıştı.

Bir başka genç de, Hatice validemizin önceki kocası Ebû Hâle’den olan oğlu Hind idi. Bir aralık bu kervana, babası Avvâm vefat ettikten sonra küçük Zübeyr de katılacak ve o da, bu kutlu evde büyüme lütfuna erişecekti.

Huzur Dolu Bir Yuva

İşte, böyle bir yuvada huzur olurdu. Başta Efendiler Efendisi, tek başına bir huzur kaynağıydı. Huzuru rüyasında bile göremeyenlerin, başlarından aşağıya sağanak sağanak huzur yağmurları boşaltmak, varlığının gayesiydi O’nun.

Hatice validemizin şefkat dolu çabaları da, bu huzuru besleyen önemli bir dinamikti. Efendisinin her hareketini, daha baştan doğru olarak kabullenmiş ve asla tenkit etmeden aynen uygulama yarışına girmişti. Ne zaman başı sıkışıp huzurunu kaçıran bir durumla karşılaşsa, gelir ve Hz. Hatice validemizin karar kıldığı bu hanede sükûn bulurdu.

Evin genelinde böyle bir huzur olduğu gibi her ikisi arasında da, gıpta edilen bir samimiyet, koşulsuz bir teslimiyet ve şüphe duyulmayan bir emniyet vardı. Hatta, aralarındaki samimiyet, başkalarının da dikkatini çekiyor ve başkaları rastlamaya imkân bulamadıkları böyle bir hayata hayranlıkla bakıyorlardı. Bir gün, kendisinden Hz. Hatice’nin yanına gitmek için izin isteyen Muhammedü’l-Emîn’in arkasına, Neb’a adındaki cariyesini takan Ebû Tâlib, böylelikle O’nun, yeğenine olan alâkasını öğrenmek istemişti. Geri döndüğünde Neb’a, Ebû Tâlib’e şunları anlatacaktı:

– Gördüklerim çok ilginçti. Gelişini görünce Hatice, hemen kapıya yöneldi, elinden tuttu ve O’na şöyle dedi:

– Anam babam sana feda olsun! Vallahi bunu ben, senden başka hiç kimseye yapmam. Fakat biliyorum ki sen, geleceği beklenen Peygambersin. O gününü yaşarken ne olur beni ve yanındaki konumumu unutma! Ne olur, seni gönderen Allah’a benim için de dua et!

Eşi ve her konudaki destekçisi Hz. Hatice’den bu iltifatları duyan Muhammedü’l-Emîn:

– Allah’a yemin olsun ki şayet o ben isem, benim için sen, asla zayi etmeyeceğim nice fedakârlıklar yaptın, diyecek19 ve sonrasında da onu asla unutmayacaktı.20

Bir Yuvanın Semereleri

Çok geçmeden bu yuva da semere vermeye başladı. Önce Kâsım dünyaya geldi. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)’in, Kâsım’ın babası mânâsında ‘Ebu’l-Kâsım’ diye künyelendiği oğlu idi aynı zamanda. Ancak o, bu fâni âlemde kalıcı değildi. Henüz emekleyip yürümeye başlamıştı ki, kanatlanarak cennete uçuverdi.

Kâsım’ın vefatı üzerinden iki yıl geçmişti ve Efendimiz’in kızlarından Zeynep validemiz dünyaya geldi. Aynı zamanda Zeynep, dünyaya gelen ilk kız çocuğuydu. Ardından, bir yıl sonra Rukiyye ve Rukiyye’den üç yıl sonra da Ümmü Gülsüm dünyaya gelecekti. Fâtıma validemiz ise, vahyin gelmeye başladığı yıl dünyayı şereflendirecekti.

Hatice validemizin dünyaya getireceği son çocuğu Abdullah olacaktı. Henüz, Hira’daki vuslat başlayalı iki yıl olmuştu. Müslüman bir zeminde dünyaya geldiği için Abdullah’a Tayyib ve Tâhir de deniliyordu. Kaderin ayrı bir cilvesi ki Abdullah da uzun yaşamayacak ve üç ay sonra o da dünyaya veda edecekti. Anlaşılan Allah (celle celâluhû), kendisinden sonra yaşanması muhtemel kargaşalardan onları masûn kılmak istiyordu.


Yazar: Dr. Reşit Haylamaz/EFENDİMİZ isimli kitabından alınmıştır.

Dipnot:

  1. Bkz. Burak, Bekir, Hazreti Hatice, s. 15 vd.
  2. İbn Sa’d, Tabakât, 1/156; Süheylî, Ravdü’l-Ünf, 1/122
  3. Meysere, Efendimiz’in bütün hareketlerini takip edip de kendisine rapor etmesi için Hz. Hatice validemizin görevlendirdiği özel adamıydı.
  4. İbn Sa’d, Tabakât, 1/130
  5. Yemânî, Ümmü’l-Mü’minîn Hatîcetü Bintü Huveylid Seyyidetün fî Kalbi’l-Mustafâ, 119
  6. İbn Sa’d, Tabakât, 1/130
  7. İbn Sa’d, Tabakât, 1/130
  8. İbn Sa’d, Tabakât, 1/130
  9. Suyûtî, Hasâisu’l-Kübrâ, 1/51
  10. İbn Sa’d, Tabakât, 1/130, 131; Taberî, Tarih, 2/196
  11. Taberî, Tarih, 2/197
  12. İbn Hişâm, Sîre, 2/10
  13. Baba tarafından soyu, Efendimiz’in dedelerinden Kusay’da birleşmekte; benzeri bir akrabalık bağı da, annesi tarafından Efendimiz’in bir başka dedesi Lüey’de buluşmaktaydı.
  14. Bazı rivayetlerde, bu isteme işinde Hz. Abbâs yoktur.
  15. Bir neşş, yirmi dirheme; bir ûkiyye de, kırk dirheme tekabül etmektedir. Bu durumda Efendimiz’in Hz. Hatice için takdir edilen mehiri, toplam beş yüz dirhem etmektedir. Bugünkü şartlarda ise bu, 1600 gram gümüş karşılığı bir değere tekabül etmektedir.

    Bir gün Hz. Âişe validemize Ebû Seleme İbn Abdurrahman şunu soracaktır:

    – Resûlullah’ın mehiri ne kadardı?

    – O’nun, zevceleri için verdiği mehir, on iki ûkiyye ve neşşdir. Peki neşş nedir, biliyor musun?

    – Hayır.

    – Neşş, yarım ûkiyyedir. Bu da, beş yüz dirhemdir. İşte bu, Resûlullah’ın hanımları için takdir ettiği mehiridir. Bkz. İbn Kesîr, Tefsîr, 1/658 ; İbn Mâce, Sünen, 1/607 (1886); İbn Hişâm, Sîre, 6/57

  16. Bir kısmı nakit ve geriye kalanı sonradan ödenmek üzere borç olarak yaklaşık beş yüz dirhem… İşte, Efendiler Efendisi’nin, Hz. Hatice validemiz için takdir ettiği mehirin bedeli… Bazı rivayetlerde, Ebû Tâlib’in ilan ettiğinin dışında mehir olarak, Allah Resûlü’nün de yirmi deve vaat ettiği anlatılmaktadır ki, büyük ihtimalle bu, o günün şartlarında beş yüz dirhemin karşılığına tekabül ediyordu.
  17. Bazı rivayetlerde bu ismin, Varaka İbn Nevfel olduğu anlatılmaktadır.
  18. Yemânî, Ümmü’l-Mü’minîn Hatîcetü Bintü Huveylid Seyyidetün fî Kalbi’l-Mustafâ, s. 65 vd.
  19. Fâkihî, Ahbârü Mekke, 5/206
  20. Bazı rivayetlerde bu hadisenin, düğün öncesinde gerçekleştiği izlenimi vardır. Buna göre Ebû Tâlib, Hatice’nin yeğenine olan talebinden emin olmak için, evlenmesi için izin verdiği yeğeninin arkasından, Neb’a isminde bir cariyesini göndermişti. Böylelikle konuşmalarına muttali olacak ve bunun, kalıcı bir yuvanın başlangıcı olmasından emin olacaktı. Şu tembihte bulunuyordu:

    – Git de dinle bakalım; Hatice O’na neler söylüyor?

    Neb’a, Efendiler Efendisi’ni takibe koyuldu. Nihayet Hz. Hatice’nin bulunduğu mekana gelince, yanına oturup konuşmaya başladılar. Sözü açan yine Hz. Hatice idi:

    – Anam babam Sana feda olsun! Allah’a yemin olsun ki, bütün bunları ben, Senin, gönderilecek Nebi olduğunu umarak yapıyorum. Şayet, gerçekten o Sen isen, ne olur beni ve konumumu unutup aklından çıkarma! Aynı zamanda, Seni peygamber olarak gönderen Allah’a benim için de dua et!

    Bu kadar içten ve sırf Allah için ortaya konulan gayret karşısında Efendiler Efendisi de şunları söyleyecekti:

    – Vallahi de, şayet o Ben isem, elimden geleni yapar ve seni zayi etmem. Şayet o, benden başkası ise, bu durumda, kendisi için bütün bunlara katlandığın ilah seni asla zayi etmeyecektir! Bkz. Yemânî, a.g.e. s. 68

    Henüz risalet yoktu; ancak, kıymet, her yerde ayrı bir kıymet ifade ediyordu. Ne zaman gerçekleşirse gerçekleşsin, hak adına bir hakikatin seslendirilmesinden başka bir şey değildi bütün bunlar…

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.