Himmete Müracaat

556

Şartlar ağır, düşman kavi, yol uzun ve imkânlar da azdı; Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), hemen her gün minbere çıkıyor ve sıkıntılar içinde kıvrananların elinden tutmaları için imkânı olan ashâbını infaka teşvik edip:

– Allah’ım! Şâyet bu insanların başına olumsuz bir şey gelip de helâk olurlarsa, artık yeryüzünde Sana ibadet edilmez, diyor ve elinde imkânı olmasa da yüreği imanla kabaran bu insanları muvaffak kılması için Allah’a dua ediyordu! Zira o gün, savaşa gelmeyi yürekten arzu ettiği hâlde, imkânı olmadığı için hazırlık yapamayanlar vardı; Resûlullah’ın yanına gelmiş ve hâllerine bir çare bulması için çaresizlere çare bulan Allah Resûlü’ne müracaat etmişlerdi!

Artık ashâb, vermeyi öğrenmişti; Efendimiz’in arzularını okuyan Hz. Ebû Bekir gitmiş ve evinde bulduğu her şeyi getirmişti! Onun bu hâlini görüp de kendisine:

– Evindekilere de bir şey bıraktın mı, diye soran Allah Resûlü’ne:

– Onlara, Allah ve Resûlü’nü bıraktım, cevabını verecekti. O kadar içtendi ve tevekkülü tamdı ki, fakr u zaruret içine düşeceğinden hiç çekinmiyor ve yarınını aklına bile getirmeden bugünkü talebe cevap veriyordu!

Çok geçmeden onu, Hz. Ömer (radıyallahu anh) takip etti; o da bir heyecanla gelmiş ve getirdikleriyle Hz. Ebû Bekir’i geçeceğini hesap etmişti; ancak gördü ki Hz. Ebû Bekir, başkaları tarafından geçilemeyecek kadar hızlı hareket eden bir değerdi!

O gün Hz. Osman, Hz. Talha, Hz. Abbâs, Sa’d İbn Ubâde ve Âsım İbn Adiyy gibi önde gelenler, imkânı olmayanların elinden tutmak için servetlerini ortaya koymuş ve Allah Resûlü’nün tasarrufuna bırakmışlardı. Neredeyse o gün, ordunun üçte birini Hz. Osman finanse etmişti![1] Her defasında eli dolu huzura gelen Hz. Osman’ın yeniden gelişini gören Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), ellerini açacak ve:

– Allah’ım! Sen de Osman’dan razı ol; çünkü Ben ondan hoşnutum, diye dua edecekti. Ayrıca getirip de önüne koydukları altın ve gümüşleri avuçlarında evirip çevirirken yanındakilere dönecek ve:

– Artık bundan sonra ne yaparsa yapsın Osman’a bir zararı dokunmaz, diye onun için senâda bulunacaktı.

Önde gelenleri verirken gören ashâb da, gidip elindeki imkân­larını getiriyordu; öyle ki elinde bir devesi olan onu getiriyor ve bir kardeşiyle paylaşıyor, bir lokma yiyeceğe malik olanlar da onu getirip bir mücahide azık diye arz ediyordu. O gün hanım sahabîler de devreye girmiş, küpe, halhal, bilezik ve altın cinsinden ne kadar mücevherata sahiplerse hepsini, Allah ve Resûlullah davasının üstün gelmesi için kendi rızalarıyla himmet ediyorlardı! Hz. Âişe Validemiz, hanım sahabîleri vermeye teşvik etmek için hücresinde bir sergi açmıştı. Onlar da, evlerinde buldukları kıymetli eşyalarını kapıp getiriyor ve bu serginin üzerine bırakıp geri dönüyorlardı!

Tebûk günü Vâsile İbn Eska’, Medine sokaklarında dolaşarak:

– Savaşa gidecek birisine binek temin edecek yok mu? Elde edeceği ganimet onun olacaktır, diye nida ediyordu. Onun bu sözünü duyan Kâ’b İbn Ucre:

– Ne yani? Şimdi onu bindirip yükünü yokuşta taşıması karşılığında elde edeceği ganimeti bize mi ait olacak, diye taaccüp edip sormuştu. Hz. Vâsile:

– Evet, diyordu. Gerçekten de bu, onun gibi yaşlı biri için bulunmaz fırsattı; hemen:

– Haydi öyleyse Allah’ın izni ve bereketiyle yürü, diyerek Hz. Vâsile’nin binecek ihtiyacını karşılayacaktı.[2]

Her şeye rağmen o gün, ne binebileceği bir deve ne de kuşanabileceği bir kılıç bulanlar da vardı; gelip durumlarını arz etmişlerdi ama Resûlullah’ın yanında da bir şey kalmamıştı! Boyunlarını büküp giderken yüreklerinde taşıdıkları iştiyak hissi içlerini parçalamış, gözleri ceyhuna dönmüştü; hıçkıra hıçkıra ağlıyorlardı![3] Ulbe İbn Zeyd de onlardan biriydi; Resûlullah’tan ayrı kalmak istemiyordu. Ancak Efendiler Efendisi ona:

– Seni savaş için hazırlayacak imkân kalmadı; bir şey veremiyorum, deyince sanki dünya başına yıkılıvermişti; arkasını dönüp huzurdan ayrılırken çocuklar gibi ağlıyordu.

Bu hüzünle evine gelmiş, içten içe kendini yiyip bitiriyordu! Nihâyet gecenin karanlığında kalkmış ve abdestini alarak iki rekat namaz kıldıktan sonra:

– Allah’ım, diye yalvarmaya başlamıştı. “Sen, bize cihad emri verdin ve gitmeyi teşvik ettin; ancak elimde, onun için bir imkân yok; gidemiyorum! Resûlü’nün katında da imkân kalmamış; yardım edemiyor! Yapabilecek bir şey kalmadı; cihada gidemiyorum. Ne olur Allah’ım; imkânıma musallat olan, bedenime ârız olan ve iffetime uzanan her türlü zulmü Müslüman kardeşlerime helal ediyor, en değerli varlığım olan ırz ve namusumu, sadaka olarak kabul etmeni talep ediyorum!”

Nihâyet sabah olmuştu, Medine’de yine Efendimiz’in münâdîsinin sesi yükseliyordu:

– Bu gece ırz ve namusunu Allah için sadaka olarak adayan da kim?

Olup bitenlerden kimsenin haberi yoktu ve herkes gibi Ulbe de Mescid-i Nebevi’ye gelmişti. Efendiler Efendisi, namazı kılar kılmaz cemaate döndü ve:

– Bu gece sadaka dağıtan kimdi, diye sordu. Kimseden cevap yoktu; belli ki ne kastedildiğini kimse anlamamıştı. Aralarında, gece sadaka dağıtan kimse yoktu; elde avuçta olan ne varsa Tebûk için hazırlanan ordu için getirilmiş ve sadaka olarak dağıtılacak başka bir şey kalmamıştı!

Efendimiz, sözünü ikinci kez tekrarladı:

– Bu gece sadaka dağıtan kimdi; kalksın ayağa!

Herkes birbirine bakıyordu! Çok geçmeden bakışlar Ulbe’nin üzerinde yoğunlaşıvermişti; zira Ulbe, Rabbiyle arasındaki bir sırrın açığa çıkmış olmasından dolayı renk atmış ve mahcûbiyetten gözlerini kaçırıyordu. Boynunu bükmüş, utancından başını kaldıramıyordu! Bu hâliyle kendisini ele veriyordu. Efendimiz’in kastettiği kişinin kimliği ortaya çıkmıştı; ırz ve namusunu Allah için tasadduk eden demek ki Ulbe idi!

Ve Ulbe kalktı ayağa; çaresiz, gece döktüğü gözyaşlarından, ellerini kaldırıp ettiği dualardan bahisler açtı huzur-u nebevîde. Çaresizliğin çırpınışlarıydı bunlar!.. Ancak, belli ki bunlar, Allah’ın da, Resûlü’nün de gözünden kaçmamıştı, kaçmazdı da!.. Demek ki, yokluğun en üst seviyeye ulaştığı yerde, varlık adına ortaya konulan en değerli şeylerin Allah için arz edilmesi, rahmet-i ilahî tarafından da kabul görmüş, icabet edilen birer duaya ınkılâb etmişti!

Derken Resûl-ü Ekrem şunları söyledi, herkesi şahit tutarak:

– Müjdeler olsun sana! Nefsim yed-i kudretinde olana yemin olsun ki, bu gece sen, o çok verenlerin, sa’y ü gayreti ve zekatı kabul görülenlerin arasındaki yerini aldın!

Demek ki Allah (celle celâluhû) yürekten isteyince, isteğinde ısrarcı olanın talebine cevap veriyor, onu da çok verenlerin arasına alıyordu!


Dipnotlar:
[1] O gün Hz. Osman, yüküyle beraber bin civarında deveyi getirip Efendimiz’e teslim etmişti. Bununla da yetinmemiş, verebileceği başka neler olabileceği düşüncesiyle defalarca evine gidip gelmiş ve bu verme mevsimine, ayrıca kilolarca altın ve gümüşle katılmıştı. Bkz. İbn Hişâm, Sîre, 5/197; İbn Ebî Şeybe, Musannef, 6/360 (32030)
[2] O gün Hz. Abbâs iki kişiyi savaşa hazırlayacak, bunca verdikleri yanında Hz. Osman da üç kişiye binek ve teçhizat sağlayıp Tebûk’e gönderecekti.
[3] Daha geniş bilgi için bkz. Sâlihî, Sübülü’l-Hüdâ ve’r-Reşâd, 5/438, 439

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.