Hicret Yurduna Entegrasyon Adına Efendimiz’in (sas) Tavsiyeleri

4.463

Göçlerden sonra ortaya çıkan önemli problemlerden birisi de entegrasyondur. Zira dilleri, dinleri, ahlakî ve sosyo-kültürel yapıları farklı toplumların bir arada uyum içerisinde yaşaması kolay değildir. Çok kültürlü bir ortamda değerlerini koruma ve devam ettirme yanında göç edilen yerin insanlarıyla birlikte yaşama ve sosyo-kültürel yapısıyla uyum sağlama ciddi emek, zaman ve strateji gerektiren bir husustur.

Hicret yurdunda bu problemin çözümü adına ortaya konulacak esasları ve örnekleri, Allah Resûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) Medine’ye hicretten sonra yaptığı/başlattığı ilk icraatlarında bulmak mümkündür. Böylece tarihi devri daimler içerisinde devam edecek olan göçlerde mü’minlere nebevî yol gösterilmiş olacak; inananların hicret diyarında yaşayacakları bazı imtihanları kolaylıkla aşabilmeleri sağlanacaktır. Diğer taraftan muhacirlere, daha isabetli rehberlik yapılarak kısa zamanda yaşadıkları ülkeye uyum sağlamaları ve katkıda bulunmaları temin edilecektir.

İşte biz makalemizde hicretin beraberinde getirdiği bu problemin zaman içinde çözümü adına Peygamber Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) daha ilk günden tavsiye ettiği dört hususu ele alıp inceleyeceğiz.

İlk Gün Yapılan İlk Sohbet

Allah Resûlü (salllahu aleyhi ve sellem) Medine’ye hicret ettiğinde hemen şehrin merkezine girmedi. 5 km’lik mesafede bulunan Kuba’da on dört gün ikamet etti. Bu süre zarfında beş vakit namazlarını yeni inşa ettiği Kuba mescidinde kıldırıyor, sohbetlerini ise “bekarların evi” olarak bilinen Sa’d İbn-i Hayseme’nin evinde yapıyordu.

Peygamber Efendimiz’in burada yaptığı ilk sohbetler, hicretten sonra içinde yaşanılacak toplumla kaynaşma ve kendi dinî/ahlakî değerlerine bağlı kalarak bütünleşme adına öncelikle ele alınması gerekli hususların belirlenmesinde önemli bir yol haritası ortaya koymaktadır. Bu çerçevede Efendimiz’in Medine’ye teşrif ettiğinde beyan buyurduğu şu ilk söz, çok önemli ve manidardır: “Ey insanlar! Selamı aranızda yaygınlaştırınız. Sofranız herkese açık olsun, çokça ikram ediniz. Sıla-ı rahimde de kusur etmeyiniz. Bir de insanlar uykuda iken gecelerin karanlığını namazla aydınlatınız. Böylece selametle cennete giriniz.”1

Burada öncelikle Allah Resûlü, sözlerine başlarken herkesi içine alacak evrensel bir hitap kullanıyor: “Ey insanlar!” Bu hitap tarzıyla sadece mü’minlere değil inanmayan ya da farklı din mensuplarına da sesleniyor. Zira entegrasyon, tek taraflı değildir. Muhacirlerin ve ev sahibi toplumun birbirleriyle etkileşimlerinin sonucunda zaman içinde gerçekleşecek çift yönlü bir süreçtir. Dolayısıyla Peygamber Efendimiz bu ictimaî hakikati nazara alarak toplumun tüm kesimlerinin dikkatini, yapacağı tavsiyelere çekmek istemiştir.

1. Tavsiye: “Selamı yaygınlaştırınız!”

İnsan kelimesi, kök manası itibarıyla ünsiyet etmek yani dostluk ve arkadaşlık kurmak anlamlarına gelir. Kaldı ki insan, yaratılışı itibarıyla da hemcinslerine ülfet edebilen, onlarla dostluk kurabilen ve buna ihtiyaç duyan bir varlıktır. Bunu başardığı ölçüde de uyum sürecini hızlandıracak ve içinde yaşadığı toplumun bir parçası haline gelecektir. Allah Resûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) beyan buyurduğu şu hakikat de insanın bu tabiatına işaret etmektedir: “Mü’min başkalarıyla ülfet kurabilen ve kendisiyle rahat ülfet kurulabilen kimsedir. Başkalarıyla rahat ülfet kuramayan ve kendisiyle de kolay ünsiyet peyda edilemeyen kimsede hayır yoktur!”

İşte selam, çevremizdekilerle ülfet ve ünsiyet kurabilmenin, insanlarla kaynaşabilmenin ilk ve en önemli vesilelerindendir. Bu yönüyle başkalarıyla bir arada yaşamanın ilk adımı, selamlaşmadır denebilir. Zira insan tanıdığı veya tanımadığı bir kimseye selam vermekle, onunla iletişim kurma, tanışma ve kaynaşma isteğini ortaya koyar. “Benden sana zarar gelmez. Kendini emniyet ve güvende hissedebilirsin.” mesajının yanında dostluk, sevgi ve saygı mesajı da verir. Dolayısıyla yaşadığımız/yaşayacağımız toplumla entegre olunacak, kaynaşılacak, sevgi ve saygı çizgisinde bir diyalog kurulacaksa bunun yolu selamla başlar, tanışmayla devam eder. Bu maksatla Abdullah İbn-i Ömer’in, hiç işi olmadığı halde sırf insanlara selam verip tanışmak için çarşıya çıktığı belirtilir.2

İşte Peygamber Efendimiz bu hususiyetlerinden dolayı ilk tahşidatını, selama ve selamlaşmaya yapmıştır. Hatta tanıdık-tanımadık karşılaşılan herkese selam verilmesini talep ederek Muhacir ve Ensar’ın kaynaşmasını, Ensar’ın kendi aralarındaki kan davalarından kaynaklanan düşmanlıkların erimesini hedeflemiştir. “Bundan sonra ne olacak?” endişesi taşıyan müşriklere ve ehl-i kitaba ise emniyet ve güven duygusu vermiştir.

Böylece muhacirlerin Medine toplumu için herhangi bir tehdit ve tehlike oluşturmayacağını beyan etmiştir. Artık Medine’nin herkes için bir selam yurdu haline gelmesine katkıda bulunacağını bu şiarla ilan etmiştir. Kavgayı ve şiddeti değil silm ve sulhu bayraklaştıracağını kavli ve fiili olarak bu uygulamayla göstermiştir. Selamı, insanların kalblerindeki kin ve nefreti eritecek, aradaki soğuklukları giderecek ve gönüllerde bir sıcaklık hasıl edecek en önemli unsurlardan biri olarak öncelemiştir.

2. Tavsiye: “Sofranız herkese açık olsun!”

Allah Resûlü’nün bu ilk hitabında, insanlara selam verip onlarla hayatın tabii akışı içinde tanışıp kaynaşmanın yanında dile getirdiği ikinci husus, yemek ikramıdır. Metinde geçen “Yemek yediriniz!” ifadesini özellikle böyle tercüme etmeyi tercih ettik. Zira burada kastedilen, ihtiyaç sahibi yoksul ve fakirleri yedirme meselesi değil sofralarımızı herkese açık hale getirmedir. Zira fakirleri ve muhtaçları doyurma mevzusu, ayet ve hadislerde zekât, sadaka, keffaret ve fidye gibi emir ve tavsiyelerle belirtilmiş ve sınırları çizilmiştir. Peygamber Efendimiz Kuba’da yaptığı bu tavsiyede ise zengin-fakir, mü’min-müşrik ayırmamış; yemek yedirmeyi mutlak zikretmiştir. Bu açıdan öncelikle Müslümanlar olmak üzere, Hristiyan, Yahudi, Budist ya da kim olursa olsun gayr-ı müslime ikramda bulunmak da bu ifadenin muhtevasına dahildir.

Bu açıdan meseleyi ele alıp değerlendirdiğimizde hicret edilen diyarların vatanlaşması; muhacirlerin hem emniyete kavuşması hem de yeni yurtlarında emniyet ve güvenin bir temsilcisi haline gelmesi, selamla tanışılıp kaynaşılan insanlarla aynı sofraları paylaşmaya bağlıdır. İnsanî değerlerin neşvesinin hâkim olduğu, bağrında farklı renkleri ve güzellikleri barından bu sofralar, “Farklılıklarımız zenginliğimizdir!” mülahazasıyla herkesin kendini ifade etme imkânı bulduğu, her düşünceye değer verilen, herkese saygı duyulan, sadece midelerin değil kalb ve beyinlerin de doyduğu bereketli sofralardır. Bu sofraların başında yapılan müzakereler ve karşılıklı fikir alışverişleri, aradaki mesafeleri kaldıracak, muhacirlerin içinde yaşadıkları toplum tarafından tabii bir seyirle kucaklanmasını sağlayacaktır.

Elhasıl, sofralar bizi birbirimize yakınlaştırır, kaynaştırır ve birleştirir. Sofralarımızı açamadığımız insanlara gönlümüzü de açamayız. Dolayısıyla bu hususta muvaffak olunmadan insana ulaşabilme ve toplumla bütünleşebilme de tam anlamıyla mümkün olmayacaktır. Zira insan, verdiği bir ziyafette sadece çeşit çeşit yiyecekleri değil, asıl muhabbetini, saygısını, dostluğunu, iç huzurunu her şeyden önce insanlığını takdim eder. Böylece o, kalp ve vicdanlara da hitap eder; misafirlerinin sadece midelerini değil ruh ve duygularını da doyurur. Dolayısıyla iletişimin en verimli ve en etkili hallerinden biri ikramda bulunmaktır. Bundan dolayıdır ki Allah Resûlü, yine bir başka nurlu beyanlarında, selamın yanında “insanlara ikramda bulunmayı” en hayırlı iki amelden birisi olarak saymıştır.3

3. Tavsiye: “Sıla-ı rahimde de kusur etmeyiniz!”

Peygamber Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) evleviyetle üzerinde durduğu üçüncü husus ise sıla-ı rahimdir. Genel olarak sıla-ı Rahim, en yakın daireden başlayarak en uzağa kadar akraba ve dostları ziyaret etme, her zaman irtibat halinde olup onlar hakkında hayırhâh olma, hep onların hayır ve iyiliği için koşturmaktır. Özellikle hicretle ortaya çıkan maddi-manevi mağduriyetlerin giderilmesi; muhacirlerin moral ve motivasyonlarının desteklenmesi mevzubahis olduğundan bunun önemi bir kat daha artacaktır.

Sıla-ı rahimin bir diğer tarafı da hicret edip içinde yaşamaya başladığımız yeni ortamdaki yakın-uzak komşularımızı, ziyaret ederek tanışıp kaynaşmak ve iyi komşuluk ilişkileri geliştirip sağlam dostluklar kurmaktır. Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), komşularla ilişki kurmanın ve bunu geliştirmenin ne kadar önemli ve hikmetli olduğunu şöyle bildirmektedir: “Cebrail aleyhisselam, bana komşuya iyilik etmeyi tavsiye edip durdu. Bu sıkı tavsiyeden neredeyse komşuyu komşuya mirascı kılacağını zannettim.”4

Bundan dolayı hicret sonrası ashâb-ı kirâm, Medine’de bu meseleye büyük bir hassasiyetle yaklaşmış ve sıla-ı rahimin en güzel örneklerini ortaya koymuşlardır. Meselâ Hazreti Abdullah İbn-i Ömer’in şu hassasiyeti, hicret yurdunda komşuluk anlayışımıza ışık tutacak çarpıcı bir örnektir. Ailesi için kestirdiği bir kurban eve getirildiğinde o, daha ete dokunmadan kurban etinden yahudi komşusuna ikram edilip edilmediğini ısrarla sormuş ve yukardaki hadisi okumuştur.5

Netice itibarıyla Allah, insanları en yakınlarına (anne, baba, amca, dayı, teyze, hala vs..) sonra yakın komşularına o da yoksa veya sahip çıkamıyor ya da çıkmıyorsa uzak komşularına emanet etmiştir. Bir yönüyle insan, içinde yaşadığı topluma emanettir. Bu emanet edişin, zimmetin adı sıla-ı rahimdir. Meseleye bu zaviyeden baktığımızda böyle bir uygulamanın entegrasyonun temel dinamiklerinden olduğunu pekâlâ söyleyebiliriz. Zira bu yönüyle sıla-ı rahim, vahdeti, yani adeta bir vücudun azaları haline gelmiş bir toplumu hedeflemektedir.

4. Tavsiye: “Gecelerin karanlığını namazla aydınlatın!”

Peygamber Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) burada yaptığı son tavsiyesi dışa değil içe yöneliktir: “Bir de insanlar uykuda iken siz kalkın ve gecelerin karanlığını namazla aydınlatın. Böylece selametle cennete girin.” Zira geniş dairede yukarıda belirtilen emirler yerine getirilse bile kalp ve ruh dairesi ihmal edildiği sürece tam muvaffakiyet elde edilemeyecektir. Bundan dolayıdır ki Allah Resûlü başlangıçta meseleyi sebebler planında ele alırken son şıkta mevzuyu gece ibadetine getirerek Rab’le irtibata bağlamıştır. Bunun için de en isabetli zaman diliminin gece vakitleri olduğunu belirtmiştir.

Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) hicret diyarında kendi değerlerimizi muhafaza etme, daima canlı kalma ve karşılaşacağımız zorluklar karşısında gecenin koylarında namazla Allah’a yönelmeyi tavsiye etmiştir. Özellikle her şeylerini arkada bırakarak hicret etmiş; açlık, yokluk, barınma, hastalık vs. gibi birçok ağır imtihanlara tabi tutulan muhacirlere ve onlara sahip çıkan ensara, gece Rab’le buluşmayı işaret etmiştir. Bununla, ancak geceleri Rableriyle başbaşa kalıp dolanların, gündüz karşılaşacakları zorluklara takılmadan ayakta kalabileceklerini, gecelerin feyiz dolu ikliminden sağlam ve düzenli beslenenlerin, içinde bulundukları imtihan sürecinden kazanarak çıkabileceklerini haber vermiştir.

Elhasıl, kalpler Rahman’ın elleri arasındadır. O, dilediğinin kalbini dilediğine açar; dilediğini dilediğine sevdirir. Dolayısıyla sebepler planında her şey yapılsa bile hakikatte kalpleri birbirine sevdirecek ve yakınlaştıracak olan Allah’tır. Yine kulların bu istikamette yaptıkları fiili dualara netice bahşedecek olan da Allah’tır. Öyleyse onunla irtibatın sağlam olması bu hususta inayetinin elde edilmesi adına en güçlü dilekçedir.

Allah ile gece ibadeti vesilesiyle kurulan irtibatın beraberinde getirdiği bir diğer kazanım da şudur: Allah’la irtibatı güçlü olanın, O’nun kullarıyla da irtibatında problemi olmaz. Rabbini sevmiş ve kendisini O’na sevdirebilmiş bir muhabbet erinin, yaşama değil yaşatma idealiyle hareket eden adanmış bir ruhun, içinde yaşadığı toplumla bir uyum problemi kalmayacaktır. Zira sahip olduğu iman ve irfanla meselelere Allah’ın nuruyla bakan bir mü’min, bu manada karşısına çıkacak problemleri herhangi bir sofra başında silm, muhabbet, hak ve adalet çerçevesinde ele alacak ve diyalog ile çözecektir. Bu konuda gecelerini kavli dualara ayıracak, gündüzlerini ise fiili dualarla değerlendirecektir.

Netice de kendi iç aleminde huzuru yakalamış muhacirler, içinde yaşadıkları toplumun sahip olduğu değerlerle çatışmadan bir emniyet ve güven insanı olarak bulundukları yerin barış ve huzur ülkesi olmasına katkıda bulunacaklardır. Diğer taraftan kendi değerlerini de güven içinde yaşayarak solmadan, yol yorgunluğu yaşamadan ve istikamet üzere yürüyecek selam ile Cennet’e gireceklerdir.


Yazar: Dr. Selim Koç

Dipnot:

  1. Tirmizi, Kıyame 42; İbn Mace, Et’ıme 1
  2. Bkz., Malik, Muvatta’ Selam 6; Buhari, Edebu’l-Mufred, 1006
  3. Bkz., Buharî, İman 20; Müslim, İman 63
  4. Buharî, Edeb 28; Müslim, Birr 140
  5. Ebu Davud, Edeb 38; Tirmizi, Birr 76
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.