Hendeğin Aşılması, Duaya Kalkan Eller ve Topyekün Saldırı

359

Hendek önündeki gergin bekleyiş günlerdir devam ediyordu. Gece ve gündüz nöbetleşe hamleler yapılıyor ama bir türlü Medine tarafına geçilemiyordu. Hendeğin iki tarafındaki ordu arasında bugüne kadar ok atma, mızrak fırlatma ve taş atma dışında herhangi bir sıcak çatışma olmamıştı.

Bir türlü neticeye gidemiyorlardı; Ebû Süfyân, İkrime İbn Ebî Cehil, Dırâr İbn Hattâb, Hâlid İbn Velîd, Amr İbnü’l-Âs, Nevfel İbn Muâviye, Nevfel İbn Abdullah, Amr İbn Abdivüdd, Uyeyne İbn Hısn, Hâris İbn Avf ve Mes’ûd İbn Ruhayl ile Benî Esed’in reisleri anlaşmışlardı; tespit ettikleri zayıf noktadan hep birlikte saldıracak ve her şeye rağmen karşı tarafa geçeceklerdi.

Dediklerini yapmışlardı; dar bir geçit bulmuş ve İkrime İbn Ebî Cehil, Dırâr İbn Hattâb, Nevfel İbn Abdullah, Hübeyre İbn Ebî Vehb ve Amr İbn Abdivüdd, atlarını mahmuzlayarak mü’minlerin bulunduğu tarafa geçmişti. Diğerleri arkadan onlara bakıyorlardı; hendeği geçenler, geride kalan Ebû Süfyân’a:

– Sen geçmiyor musun, diye sesleniyorlar, o da:

– Siz geçtiniz ya; şâyet ihtiyaç olursa biz de geçeriz, diye cevap veriyordu.

Hendeği geçip de kendileri adına kahramanlık yapma fırsatı yakalayan bu insanlar, Sel’ dağına doğru at koşturmaya başladılar; günlerdir kılıç sallamadan beklemenin acısını çıkaracak ve arkalarından gelecek destekle de, kendilerince mü’minlere büyük bir zayiat verdireceklerdi. Ancak mesele bekledikleri gibi olmadı; onların hendeği geçtiğini gören mü’minler, bir çırpıda koşmuş ve orayı tutarak arkadan geleceklerin önünü kesmişlerdi.

Belki de bu, Allah Resûlü’nün bir stratejisiydi; belli başlı yerleri ‘aşılabilir’ bırakmış ve böylelikle karşı tarafın gücünü zayıflatıp dağıtmak istemişti. Zira bu hücum sırasında Amr İbn Abdivüdd gibi gözüpek bir müşrik, Hz. Ali’nin kılıç darbeleri karşısında yerle bir olmuş,1 onun hazin hâlini görenlere de arkasına bakmadan kaçmak düşmüştü. O gün İkrime, mızrağını bile almaya vakit bulamamıştı! Hz. Ömer ve Zübeyr İbn Avvâm gibi sahabîler de, peşlerine takılmış, kaçanları takip ediyorlardı. Hatta Hz. Zübeyr, Nevfel İbn Abdullah’a yetişmiş ve indirdiği kılıç darbesiyle onu başından ikiye biçmişti. Öyle ki, darbenin şiddetinden kılıç, eğerin ucunu da koparmış ve atın boynuna kadar ilerlemişti. Bunu görenler Hz. Zübeyr’e:

– Ey Ebâ Abdillah! Senin kılıcın gibisini de görmedik, diyecekler, o da şu cevabı verecekti:

– Vallahi de onu kesen kılıç değil, bilektir!

Hz. Zübeyr, kaçmakta olan Hübeyre İbn Ebî Vehb’e de bir dar­­­be indirmişti; atının arka tarafına gelen bu darbenin şiddetiyle Hübey­re’nin zırhı yere düşmüş, o da çareyi yayan kaçmakta bul­muştu.2

İş bitirmek için karşı tarafa geçtikleri hâlde işleri bitmiş olarak geri dönenler, Ebû Süfyân’ın yanına kadar gelecek ve:

– Bugün öyle bir gün ki, bizim yapabilecek hiçbir şeyimiz yok; en iyisi geri dönelim, diyeceklerdi.

Daha sonra da Allah Resûlü’ne haber göndererek on bin dirhem karşılığında Amr İbn Abdivüdd’ün cansız bedenini satın almak istediklerini bildirdiler. Bunun üzerine Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şu tepkiyi verdi:

– O sizin olsun; biz, ölü parası yemeyiz!3

Duaya Kalkan Eller

On gün geride kalmıştı ve gergin bekleyiş hâlâ devam ediyordu. Atını mahmuzlayıp duran Ahzâb ordusu açık yakalamaya çalışıyor, mü’minler de böyle bir açık vermemek veya onların buldukları açıkları kapatmak için var güçleriyle mücadele ediyorlardı. Bir hiç uğruna buralara kadar gelip de kendilerine bu sıkıntıları yaşatan Mekke ordusu için Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), ashâbını uyarmış ve şunları tembih etmişti:

– Ey insanlar! Sakın düşmanla karşılaşmayı kendi arzunuzla talep etmeyin; Allah’tan afiyet dileyin! Ancak ne zaman da düşmanla karşı karşıya gelirseniz, işte o zaman da dişinizi sıkın ve sabr u sebat gösterin; şüphesiz ki Cennet, kılıçların gölgesi altındadır!

Şimdi düşmanla karşılaşma gerçekleşmiş ve sıra sabr u sebata gelmişti; ancak günler geçmesine rağmen düşmanda geri dönme niyeti sezilmiyor ve her defasında farklı bir taktikle karşılarına çıkmaya çalışıyorlardı.

Bir pazartesi günüydü; öğle ile ikindi namazı arasında Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), Ahzâb mescidine geldi ve mübarek ellerini kaldırarak şöyle dua etmeye başladı:

– Ey kitabı indiren ve hesabı seri gören Allah’ım! Şu Ahzâb ordusunun ahengini boz ve onları paramparça eyle; onlara karşı bize nusret lütfedip inâyetini müyesser kıl!

Şefkat ve merhamet peygamberi Allah Resûlü’ne bu şekilde dua yaptıracak kadar ileri gitmiş ve sıkıntı üstüne sıkıntı vermek istemişlerdi. Canların dudaklara geldiği noktada O da, esbaba tevessülde kusuru olmadığı gibi hâlini Rabb-i Rahîm’ine arz ediyor ve nusret talebinde bulunuyordu.

Aynı duayı salı ve çarşamba günü de tekrarlayacaktı; hatta tazyiklerden bunalan ashâb-ı kirâm hazretleri Efendiler Efendisi’ne dönecek ve:

– Yâ Resûlallah, diyecekti. “Artık canlarımız gırtlağımıza geldi; bu durumdan kurtulmak için söyleyip de yapabileceğimiz bir şey yok mu?”

– Evet; var, buyurdu Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem). “Al­lah’ım! Ayıp ve kusurlarımızı ört; korku ve endişelerimizi de nihâyete erdir diye dua edin!”

Ashâbına dua tavsiye eden Habîb-i Kibriyâ Hazretleri’nin dilinde o gün de sürekli dua vardı; bir defasında şöyle dua ettiğini duymuşlardı:

– Allah’ım! Senden, vadettiğin inâyet ve yardımını gerçekleştirmeni diliyorum; aksi hâlde, Allah’ım! Yeryüzünde Sana ibadet edecek gönül kalmayacak!

Duanın akabinde büyük bir inşirahla ümmetine dönen Allah Resûlü’nün, mübarek yüzlerine akseden beşaşet hemen fark edilmiş ve ashâb-ı kirâm da, yakında gelip gerçekleşecek beşaret ve inâyetin sevinciyle mesrur olmuşlardı.

Topyekûn Saldırı

Amr İbn Abdivüdd öldürülüp de onunla birlikte hendeği geçenler geri kaçmak zorunda kalınca müşrikler, geride hiç kimse kalmamak üzere hep birlikte saldırı fikrinde birleşti ve bunun hazırlığını yapmaya başladılar; herkes birbirini son hamle için teşvik ediyordu.

Ve ertesi sabah güneşin ilk ışıklarıyla birlikte topyekûn saldırı için harekete geçtiler. Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) de, ashâbını karşı taarruz için hazırlamış ve O da hendeğin beri tarafında saf tutmuş, onları bekliyordu; müşriklerin saldırı hazırlıklarının haberini alır almaz ashâbını toplamış ve onlara, sebat edip de kararlılıkla kendilerini müdafaa ettikleri takdirde zafer müjdesi vermişti.

Hamle üstüne hamle yapıyorlardı; büyük bir telaş baş göstermişti! Zira kimin nereden saldıracağını kestirmenin imkânı yoktu. Her bir yanda mantar gibi müşrik bitiyordu; birisi geri püskürtülse diğeri, bir grubun hakkından gelinse diğer bir grup devreye giriyor ve hendeğin etrafı, ardı arkası gelmeyen bir mücadeleye sahne oluyordu.

Bu arada Hâlid İbn Velîd kumandasındaki iki yüz kişilik bir grup Allah Resûlü’nün çadırının bulunduğu yeri hedeflemiş geliyordu; gözleri dönmüştü ve ölümüne ilerliyorlardı!

O günün geç saatlerine kadar da bu manzara devam edecekti; Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) ve ashâbı, bu telaş ve kargaşa içinde namazlarını bile kılamamış, Allah adına hareket edilen yerde Allah’a kulluk vazifesi yerine getirilememişti.

O kadar uğraşmış ve ölümüne gelmişlerdi ama yine netice alamamışlardı; derken yavaş yavaş geri çekilmeye başladılar; çok geçmeden herkes kendi yerine gelmişti. Bu sırada Üseyd İbn Hudayr, iki yüz kişiyle birlikte hendeğin müşrikler tarafında nöbet tutmak için ayrılmıştı.

Bir aralık geri dönen Hâlid İbn Velîd, süvarileriyle birlikte tekrar saldıracak ve yaşanan arbedede ashâb arasında Tufeyl İbn Nu’man şehit olacaktı.

Bu arada Sa’d İbn Muâz da, bir okun isabet etmesi neticesinde kolundan yaralanmıştı. Feraset sahibi Âişe Validemizin korktuğu başına gelmişti; zira zırhın dışında kalan kolu oklara hedef olmuş ve kan kaybediyordu. Kendisini Resûlullah davasına kilitlemiş büyük sahabî, bu sırada derin bir muhasebe örneği sergiliyor ve ellerini açmış Rabbine şöyle yalvarıyordu:

– Allah’ım! Şâyet bundan sonra da Kureyş’le savaş ihtimali varsa beni bu savaşın hatırına sağ bırak; çünkü ben, Senin Resûlü’nü kendi yurdundan çıkaran, O’nu yalanla itham eden ve her fırsatta O’na işkence etmeye çalışan bir topluluğa karşı savaşmayı gönülden ister ve severim!

Allah’ım! Şâyet onlarla bizim aramızda artık savaş olmayacaksa, ne olur benim için şehadet nasip et; ancak, Benî Kurayza konusunda gözüm aydın oluncaya kadar da bana müsaade et!

Bugün yaşanan bir anlık kargaşa içinde iki Müslüman grup karşı karşıya gelmiş ve yüzleri kapalı olduğu için birbirlerini tanıyamayıp savaşmaya başlamışlardı; aralarında yaralananlar da, şehit olanlar da vardı. Nihâyet aralarından birisi, Hendek’in parolası olan ‘Hâ Mîm Lâ Yunsarûn’u telaffuz edince hakikati anlayacak ve kılıçları bir kenara bırakarak kucaklaşacaklardı. Daha sonra da durumu Allah Resûlü’ne bildirip yaralı ve ölülerinin durumunu sordular. Efendiler Efendisi onlara:

– Yaralanmanız Allah yolunda olmuştur; sizden kim de öldürülmüşse bilin ki o da şehittir, cevabını verdi. İçlerindeki bir tereddüt daha ortadan kalkmış ve artık parolasız kılıç sallamamak üzere huzurdan ayrılmışlardı.

Bu sırada Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), kılamadığı namazlarını eda ediyordu. Buthân denilen yere kadar gelmişti; burada abdest alarak önce eda edemediği namazını kılacak, hemen ardından da akşam namazını eda edecekti. Namazını tamamladıktan sonra da:

– Güneş batıncaya kadar onlar bizi meşgul edip orta namazını kılma imkânı vermedikleri gibi onların evleriyle kabirlerini de Allah ateşle doldursun, diye dua etti. Bir mü’min için namaz her şey demekti ve Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem), bu kadar önemli bir vazifeyi edaya engel olanların cezalandırılmalarını Rabbinden talep ediyordu.

Dipnot:

  1. Bkz. Akademi Araştırma Heyeti, En Öndekiler, s. 134 vd
  2. Vâkıdî, Meğâzî, 1/472
  3. O gün, “Mutlaka Muhammed’i öldüreceğim.” deyip de atını mahmuzlayan, ancak hendeğe düşüp de boynu kırılan bir başkası için de Kureyş, bedenini geri almak için bin iki yüz dirhem teklif etmişti. Bu olay üzerine de Allah Resûlü (s.a.s.), “Onun ne leşinde ne de leşinin parasında hayır vardır; onu onlara gönderin; zira onun parası da leşi de necistir.” buyuracak ve yine aynı tepkiyi verecekti. Bkz. Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/248 (2230), 1/272 (2442); İbn Ebî Şeybe, Musannef, 6/496 (33256); Beyhakî, Sünen, 9/133
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.