Genel boykot

265

Hz. Hamza’dan sonra Hz. Ömer de Müslüman olmuş ve Kureyş açısından, ardı ardına çok büyük iki kayıp yaşanmıştı. Ardından bir de Habeşistan elçilerinin eli boş ve götürdükleri kucak dolusu hediyelerle gerisin geriye dönüşlerini gören Mekke, öfkeden kabardıkça kabarmış ve kılıçlarını yeniden gayzla bilemeye başlamıştı. Üstüne üstlük bir de, Habeşistan’a hicret edenlerin haberlerini alıyor ve her geçen gün ayrı bir hüzün yaşıyorlardı. Böyle giderse iş, tamamen kontrollerinden çıkacak ve bir daha önü alınmaz bir arenaya taşınmış olacaktı.

Beri tarafta, Hişâm ve Abdulmuttaliboğullarının himayesi vardı ve bu himayeyi aşarak Allah Resûlü’ne karşı kalıcı bir hamle yapamıyor; önüne çıkıp da yolunu kesemiyorlardı. Bu durumda, sadece belli başlı şahısları hedeflemenin de imkanı yoktu; Müslüman olsun veya olmasın, –Ebû Leheb dışında– herkes ittifak etmiş; Muhammedü’l-Emîn’i, hayatı pahasına koruma yarışına girmişti.

Bir taraftan da, her geçen gün kendi saflarından birileri gidip karşı tarafa iltihak ediyor ve teker teker çözülme yaşanıyordu. Öyleyse, çığ gibi büyüyen bu düşünceye karşı daha etkin ve kalıcı bir çözüm bulunmalıydı.

Nihayet bir akşam, ittifak ettikleri bir mecliste toplanarak ölümden beter bir karar aldılar. Buna göre, Muhammed’i kendilerine teslim edecekleri ana kadar, Hişâm ve Abdulmuttaliboğulları ile bütün ilişkiler kesilecek; onları Mekke’den kovacak; bütün yolları kesecek; onlardan kız alıp vermeyecek; yiyecek ve içecek temin edebilecekleri bütün kaynaklarını da kurutacaklardı. Madem öyle, kurunun yanında yaş da yanacaktı! O günün şartlarında bu, sadece iman ettiklerinden dolayı insanları, göz göre göre ölümle baş başa bırakma demekti. Böylelikle, çölün çetin şartlarında kendiliğinden ölüp gitmelerini bekleyecekler; asırlarca devam etmesi muhtemel kan davalarına sebebiyet vermeden başlarındaki bu problemi çözmüş olacaklardı. Bugünkü toplama kamplarından beter bir adımdı bu… Bunun adı boykottu ve açık arazide, gündüzlerin sessizliği ve gecelerin de yalnızlığı içinde, kızgın güneşin altında ve kavurucu çölün dayanılmaz kasveti içinde ve tabii olarak birer birer yok olmalarını bekleyeceklerdi.

Yaptıkları işe bir de kutsiyet kazandırmak istiyorlardı; bunun için, madde madde yazdılar bir sayfanın üstüne ve alıp bunu Kâbe’nin duvarına astılar ittifakla! Bu maddeleri kağıda geçiren, aralarından Mansûr İbn İkrime adındaki bir zattı.[1]

Varaka’nın dedikleri çıkmaya başlamıştı. Kin ve nefretin bu kadarı da olmazdı; ama o günün Mekke’sinde bunlar olu­yordu. Karşı koymaya da imkân yoktu. Vahyin gelişinden yedi yıl sonra bir Muharrem akşamı, yaşadıkları bu büyük mahrumiyetle mecburen ayrıldılar Mekke’den ve Mekkelilerden!..

Yine Ebû Tâlib’in himaye kanatları vardı ortada. Mekke’nin dışında Şi’b-i Ebî Talib’in mekânında çadır kurdular kıt kanaat imkânlarıyla… Çadır denilenler de çoğu zaman, yamalı kırk bohçanın çubuklar üzerinde emaneten durmasından ibaretti. Müslüman olmamasına rağmen, amca Ebû Tâlib’in gayretleri görülmeğe değerdi. Hatta, yeğeninin başına gelebilecek olumsuzluklarla karşılaşmamak için, türlü türlü sebeplere tevessül ediyor ve tedbir olarak çoğu zaman, O’nun yatağına kendi oğullarından birini yatırıyordu.

Şehrin dışında çıplak bir arazi idi Şi’b-i Ebî Talib. Üç yıl sürecek bir mihnet dönemiydi bu. Sıkıntılar, katlanarak geliyordu; hemen her gün, bir çadırdan feryâd ü figân sesleri yükseliyordu. Salgın hastalıkların sökün ettiği Şi’bi Ebî Tâlib’den, keyif çatan Mekkelilerin üstüne, sıklıkla ağıtlar yankılanıyordu, göçüp gidenlerin ardından!

Çok sıkıntılı günlerdi. Sıkıntıyı zirvede yaşayan da, yine Allah’ın en sevgili kulu, Allah’ın da Resûlü’ydü.[2] Ancak, şart­­lar ne olursa olsun tebliğ vazifesi devam etmeli ve ilahî mesajla insanlar sürekli beslenmeliydi. Zaten, böylesine bir sıkıntı girdabı, ancak güçlü bir imanla aşılabilirdi ve bu iman, Efendimiz’in etrafında halkalanan cemaate alem olmuştu. Kendisi Müslüman olmadığı halde, yine de O’nu tercih edenlerde bile bunun eseri görülüyor, her şeye rağmen olup bitenlere karşı mukâvemet gösteriyorlardı.

Tebliğin diğer insanlara ulaştırılacak yanı da vardı. Onun için Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), fırsat buldukça dışarıdan gelenlerle görüşmeye çalışıyor ve bilhassa haram aylarda muhatap olduğu kitlelere Allah’ın emirlerini ulaştırma gayreti gösteriyordu. Aynı gayretler, iman heyecanını sinesinde taşıyan her bir mü’min için de söz konusuydu ve her şeye rağmen durup tükenme bilmeden bir iman aksiyonu ortaya konuluyordu.

Açlık, susuzluk ve hastalıkların inil­tisinde geçen koskoca üç yıl!.. Bu ne zulümdü ki, kadın-ihtiyar, çocuk-hasta demeden herkesi aynı konumda değerlendiriyor ve asla taviz vermiyorlardı. Açlıktan, çığlıkları yükseliyordu çocukların Fârân dağlarında…

Efendiler Efendisi, geceleri Rabbiyle baş başa, namaza durduğunda, kulağına hep, çocukların ağlaşan sesleri gelip çarpıyor, annelerin yürek yakan hıçkırıklarını duyuyor ve bir mızrap gibi kanayan yüreğine, birer inilti halinde vurup duruyordu, bütün bunlar tükenme bilmeden! Düşmanlık ve kinleri o dereceye ulaşmıştı ki, artık varlıkları bile rahatsızlık vermeye başlamış, onlarla birlikte aynı şehirde yaşamaya bile taham­mülleri kalmamıştı. Mekke, olanca şiddetiyle hücum ediyor ve inananlara nefes bile almayı çok görüyordu. Bütün bu planları hazırlayıp çirkinliklerin altına imza atanlar arasında başı çeken yine, ümmetin firavunu Ebû Cehil idi.

Artık, sadece haram aylarda Mekke’ye inebiliyorlar; kıt kanaat imkanlarıyla sadece sınırlı sayıda malzeme tedarik edebiliyorlardı. Hatta Kureyş, Müslümanlar satın alamasın diye dışarıdan gelen kervanları Mekke dışında karşılıyor ve getirdiklerini Müslümanlara satmamaları konusunda onları ikna etmeye çalışıyorlardı. Çoğu zaman da, ihtiyaçları olmasa bile Kureyş, dışarıdan gelen kervanlarda bulunan malın tamanını satın alıyor ve beri tarafta, sıkıntıların cenderesinde inim inim inleyenlere alternatif bile bırakmıyordu. Elde-avuçta bir şey kalmamış, var gibi görünenler de tükenip yok olmuştu.

O kadar açlık ve sıkıntı çekmişlerdi ki, Sa’d İbn Ebî Vakkas gibi, gecenin karanlığında bir kenara gidip bevlederken, farkına vardığı bir deri parçasını yıkayıp temizleyen, temizleyip de ateşe tutup yiyen ve neticede üç gün belinin doğrulmasına sebep olduğu için Rabbine hamdeden baş yüceler vardı.[3] Çoğu ağaç yaprak ve kabuklarını yiyerek ayakta kalmaya çalışıyor ve bu sebeple de ihtiyaçlarını giderirken, koyunlar gibi ıtrahatta bulunuyorlardı.[4]

Bu sıkıntılı günlerde Hz. Hatice, bir nebze de olsa nefes alma imkanı verenlerden birisiydi. Zira o, öyle eli kolu bağlı kalacak bir fıtrat değildi. Elindeki imkânlar, boykotun değirmeninde öğütülse de piyasayı biliyordu ve çoğu zaman yeğeni Hakîm İbn Hizâm’ı devreye sokup, elinde kalan ne varsa onları gizlice Şi’b-i Ebî Tâlib’e ulaştırıyor ve böylelikle, açlara çare; açıklara da sütre oluyordu. Yine böyle bir gün, gecenin karanlığı çökünce yola koyulmuş; tedarik ettiği bir avuç buğdayı gizlice halasına götürmeye çalışıyordu. Ebû Cehil’in gözün­den kaçmadı bu ve kesti yollarını. Cehaletin mekanize otoritesine, kendi başına bir fert nasıl karşı koyabilirdi? Kardeşi bile olsa, farklı sesin çıkmasına tahammülü yoktu Ebû Cehil’in:

– Hâşimoğullarına yiyecek götürmek ha, diye sert bir tavır koydu önce…

– Yemin olsun ki, ne sen elimden kur­tu­labilirsin ne de onlara yiyecek götürmene müsaade ederim. Göreceksin, seni Mekke’ye rezil edeceğim, diye de ilâve etti.

Onlar bu hâldeyken yanlarına Ebu’l-Bahterî geldi. O da Hâşimoğulları’ndandı. İman etmemişti; ama insaflıydı. Önce, olayın sebebini öğrenmek istedi ve:

– Aranızda ne oluyor öyle, diye sordu. Ebû Cehil:

– Hâşimoğulları’na yiyecek götürmeye yeltenmiş, diye cevap verdi. Bunun üzerine Ebu’l-Bahterî:

– Yanında, halasına götürmek istediği yiyecek var ve sen onu götürmesine engel oluyorsun, öyle mi, diye tepki gösterdi önce. Ardından da:

– Çekil bu adamın yolundan, diyerek zulme son vermek isteyince, inadında direnen Ebû Cehil’le aralarında kavga başladı. Hattâ Ebu’l-Bahterî, eline geçirdiği bir çene kemiğiyle Ebû Cehil’in kafasına vurup başını yaracaktı. Hz. Hamza da, uzaktan bu manzarayı seyrediyordu. Derken bu hamle, Ebu’l-Bahterî gibi düşünen başkalarını da cesaretlendirecek ve Kâbe duvarına asılan anlaşma metnini aşağıya indirip boykotu kaldıracak süreci hazırlayacaktı.[5]

Bu arada Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), amcası Ebû Tâlib’e gelerek:

– Ey amca! Şüphesiz ki Rabbim Allah (celle celâluhû), Ku­reyş’in o Kâbe’ye astığı sayfaya bir kurtçuğu musallat etti ve o da, kendi adının dışındaki bütün zulüm, boykot ve iftira adına ne varsa hepsini yiyip bitirdi, diye haber vermişti. Ebû Tâlib, şaşkınlık yaşıyordu. Yeğeninin Kâbe’ye gidip de bu sayfayı göremeyeceğini biliyordu.

Kureyş’in kin ve nefreti, bırakın sayfaya ilişmeyi; sayfanın yanına bile yaklaşmaya müsaade etmezdi. Geriye tek bir alternatif kalıyordu. Onun için:

– Bunu Sana Rabbin mi haber verdi, dedi.

– Evet, diyordu Allah’ın Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem).

Bugüne kadar zaten yeğeninde, yalan adına en küçük bir emare bile görmemişti Ebû Tâlib. O yüzden, sadece O da haber verseydi, buna inanacaktı. Ancak, bu sefer başka bir planı vardı. Hemen gidip durumdan diğer kardeşlerini de haberdar etti. Bir zulüm devri sona ermek üzereydi. Büyük bir heyecan yaşıyorlardı. Bu heyecan, sadece Şi’b-i Ebî Tâlib’le sınırlı kalmamalıydı ve hiç vakit geçirmeden, hep birlikte Kâbe’ye yöneldiler. Onların gelişini gören herkes, Kâbe’nin yeni bir hadiseye gebe olduğunu görüp olacakları seyre dalıyordu. Nihayet, Mekkelilere seslenen Ebû Tâlib, yeğeninin anlattıklarına itimadının ve Rabb-i Rahîm’in verdiği habere güvenin bir gereği olarak şunları söylemeye başladı:

– Şüphesiz ki benim kardeşim oğlu Muhammed, sizin sayfanıza Allah’ın bir kurtçuğu musallat kıldığını ve bu kurtçuğun da onu yediğini söylüyor ki, O asla yalan söylemez! O’nun anlattığına göre, o sayfada bulunan zulüm, taşkınlık, akrabalık bağlarını kesme ve haddi aşma gibi bütün olumsuzluklar yok olup gitmiş; sadece Allah’ın adı kalmıştır. İşte size bir fırsat, şayet yeğenimin söyledikleri doğru çıkarsa, şu kötü tavır ve davranışlarınızı bırakırsınız; yok, denilenler doğru çıkmazsa işte o zaman ben de size yeğenimi teslim ederim ve siz de O’nu öldürür veya yaşatırsınız!

İşin gerçek boyutundan habersiz olan Kureyş’in, zil takıp da oynayacağı bir fırsattı bu; zira Ebû Tâlib, tam da ‘kontrolden çıktı’ dedikleri bir sırada yeğenini getirip kendi eliyle teslim ediyordu! Demek ki korkulacak bir durum yoktu. Onun için hemen:

– Tamam, gerçekten de sen insafın gereğini yaptın, demişlerdi.

Derken, hemen Kâbe’nin duvarına yönelmişlerdi ve durumu öğrenmek için adeta birbirleriyle yarışıyorlardı. Ellerine alıp da, üç mühür vurarak kapattıkları, mahfazayı açtıklarında, gerçekten de durumun, aynen Ebû Tâlib’in anlattığı gibi olduğunu gördüler. Bu kadar olurdu! Donakalmışlardı. Öne düşen başlarıyla birlikte, ellerindeki mahfaza da, yenilmiş yazı parçası da yere düşmüştü. Büyük bir yıkım daha yaşıyorlardı. Bu durumda konuşma sırası ve hakkı Ebû Tâlib’e aitti:

– Her şey ortada olduğuna göre öyleyse bu hapis ve kuşatmanın da bir anlamı kalmadı, dedi ve yanındakilerle birlikte örtüsünü kaldırarak Kâbe’ye girdi. Şöyle dua ediyorlardı:

– Allah’ım! Bize zulmedenlere, bizi insanlarla görüşmekten mahrum kılanlara ve hakları olmadığı halde bize saldırıp haksızlık yapanlara karşı Sen bize yardım eyle!

Daha sonra da, hep birlikte çıkıp yeniden, üç yıl çile üstüne çile çekip kesintisiz ıstırap yudumladıkları mekana geri döndüler. Ancak, bundan sonra hiçbir şey, eskisi gibi olmayacaktı; zira, Kâbe’de yapılan dua kabul görmüş ve ehl-i hamiyet bazı insanlar harekete geçmişti. Artık bardak taşmıştı ve neticeye ulaşmadan sular durulacak gibi görünmüyordu.

Beri tarafta, Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) de halası Âtike Binti Abdulmuttalib’in oğlu Hişâm, Züheyr’i karşısına almış şunları söylüyordu:

– Ey Züheyr! Dayılarının halini bilip duyduğun halde senin burada rahat rahat yiyip içmen, çoluk-çocuğunla şen-şakrak dolaşman ve güzel elbiseler içinde salınmana gönlün ne kadar razı oluyor? Halbuki onlar, ne alışveriş yapabiliyorlar, ne de aileleriyle birlikte bir yudum huzura nail oluyorlar! Allah’a yemin ederim ki, şayet onlar Ebu’l-Hakem’in dayıları olsaydı ve ben de onu bunun için çağırmış olsaydım, mutlaka o bana kulak verir ve dayılarına yardıma koşardı!

Züheyr, bu cümlelerle neyin kastedildiğini anlamıştı; ama yine de sordu:

– Ey Hişâm! Peki sen ne demek istiyorsun? Tek başıma bir adam iken ben ne yapabilirim ki? Vallahi de, benimle beraber bir adam daha olsa kalkıp gider ve o metni yırtıp atarım, dedi.

– Yalnız değilsin ki! Yanında birisi daha var, dedi Hişâm.

– Peki kim o?

– Ben.

– Öyleyse gel, üçüncü birisini daha bulalım!

Hiç vakit kaybetmeden hep birlikte Mut’ım İbn Adiyy’in yanına geldiler. Benzeri sözleri söylediler ona da. Kartopu gibi büyümeye başlamışlardı. Bu sefer de dördüncü şahsı aramaya çıktılar. Ebu’l-Bahterî de zaten onları bekliyordu… Çok geçmeden Zem’a İbn Esved onlara, beşinci isim olarak katılacaktı…

Derken beş kafadar, yılların kin ve nefretine karşı silahlarını kuşanmış, arkalarına taktıkları Hâşim ve Abdulmuttalib oğullarıyla birlikte, meseleye son noktayı koymak için Kâbe’ye geliyorlardı. Onların gelişini gören Kureyş’in ise, pek yapabileceği bir şey kalmamıştı.

Kâbe’ye gelir gelmez, Kabe’yi yedi defa tavaf ettiler ve ardından, anlaştıkları şekilde önce Züheyr sözü aldı:

– Ey Mekke ahalisi, bizler, rahatça yemek yiyip güzel elbiseler içinde salınıp dururken Hâşimoğullarının, herkesle irtibatları kesilmiş vaziyette alışveriş bile yapamadan göz göre göre helak olmasına göz yumamayız! Vallahi de, şu zulüm içeren boykotun yazılı olduğu sayfayı alıp yırtmadıkça bir adım geri gitmeyeceğim!

Ebû Cehil, dikkat kesilmiş bir kenarda olup bitenleri seyrediyordu. Önce:

– Vallahi de hayır, yalan söylüyorsun ve bu sayfaya bir şey yapamazsın, diye itiraz etti. Onun bu çıkışına mukâbil, bu sefer Zem’a ileri atıldı:

– Vallahi de esas yalancı sensin! Zaten biz, onun yazılmasına da razı değildik; sen yazdırdın, dedi. Ebu’l-Bahterî’nin desteğine şahit oldu Kâbe:

– Zem’a doğru söylüyor; orada yazılanlara ve bu uygulamalara seyirci kalamayız!

Mut’ım İbn Adiyy ve Hişâm da arkadaşlarını destekliyorlardı:

– Elbette bunlar doğruyu söylüyor; sen yalancısın! Burada yazılanlardan da yapılan muamelelerden de Allah’a sığınırız!

Bir anda Kâbe, insanlık namına Mekkelilerin özlenen çıkışına kavuşmuş, gecikmiş bir hamleyle sürûra gark olmuştu. Küfrün yıkım yaşadığı bir zamandı bu. İçten içe kendini yiyen Ebû Cehil:

– Şüphe yok ki bu, geceden planlanmış bir komplo, diye tepki verdi.

Bu sırada, yeniden Kâbe’ye gelmiş olan Ebû Tâlib ve arkadaşları, olup bitenleri merakla seyrediyorlardı. Onlar açısından, sonunda karşılaşacakları şeyler gerçi sürpriz sayılmayacaktı. Ama, yaşanılanları çıplak gözle müşahede etmenin ayrı bir hazzı vardı.

Tel tel olmuş küfür düşüncesi dökülüyordu! Derken, Mut’ım İbn Adiyy, son noktayı koyup yırtmak ve böylelikle üç yıldır devam eden insanlık dışı muameleyi nihayete erdirmek için sayfaya doğru yöneldi. Aman Allah’ım! Bir de ne görsün; sayfadan geriye sadece, ‘Allah’ın adıyla’ ifadesinin yer aldığı küçük bir parça kalmıştı ve yanında da bu fiili gerçekleştiren küçük bir kurtçuk duruyordu!

Böylelikle, üç yıl süren bir zulüm devri kapanıyor, ortada yazılı bir metin de kalmadığına göre genel boykot da son bulmuş oluyordu.[6]


Dipnotlar:
[1] Sıkıntıların sel olup yağdığı bu süre içinde, bir gün Efendiler Efendisi bu şahsa beddua edecek ve çok geçmeden Mansûr’un, boykot maddelerini yazdığı eli tutmaz olacaktı.
[2] Yıllar sonra ve hac farizasını yerine getirmek için yeniden Mekke’ye geldiklerinde, kurban kesme öncesinde bu mekana gelen Habîb-i Zîşân Hazretleri, burada yaşadığı acı dolu üç yılı hatırlayacak ve etrafındaki arkadaşlarına da o günlerden bazı kareler sunacaktı. Bkz. Buhârî, Sahîh, 2/576 (1513)
[3] Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, 1/93
[4] Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, 1/93
[5] Bkz. İbn Hişâm, Sîre, 2/195 vd. Taberî, Tarih, 1/550. Ebu’l-Bahterî, Müslüman değildi ve Müslüman olmadan da vefat etti. Ancak Efendimiz’in vefasından o da nasibini alacaktı. Zira, Bedir Savaşı’nda karşı cephede Müslümanlarla savaşmak için gelenler arasında o da vardı. Onun geldiğini görünce Allah Resûlü (s.a.s.), ashabına şöyle ilan etti:
– Ebu’l-Bahterî, size ilişmediği sürece dokunmayın ona.(İbn Ebî Şeybe, Musannef, 7/357 [36682])
[6] Bkz. İbn Hişâm, Sîre, 2/219 vd. İbn Sa’d, Tabakât, 1/208 vd.

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.