Abese Sûresinin İnişi

244

Müşriklerin her türlü mucizeyi görüp bildikleri hâlde hakikati inkâr etmelerine rağmen, Kâinatın İftihar Vesilesi’ndeki tebliğ aşkı, hiç eksilmeden devam ediyor ve insanların elinden tutma adına bütün imkânlarını seferber ediyordu. Bunun için, her defasında yüz çevirip karşı çıkmalarına rağmen küfrün ele başlarıyla konuşmayı da ihmal etmiyor ve onların da kalbinin yumuşayacağını umut ederek hep müspet hareket ediyordu. Bunun için de, şahsi hayatını bir kenara bırakmış; bütünüyle ümmeti için yaşıyordu. Rab tanımaz bir sergerdenle karşılaştığında yüreğinin yağı eriyor ve iman etmeden gidecek diye neredeyse kendini helak edecek kadar hüzne boğuluyordu. Çok geçmeden Kur’ân, O’nun bu halini de anlatacak ve ümmeti için yaptıklarını tarihe mâl edecekti.[1]

Yine böyle bir gün, Utbe İbn Rebîa, Ümeyye İbn Halef, Ebû Cehil, Velîd İbn Muğîre gibi insanlar oturmuş,[2] kendi aralarında boş boş konuşuyorlardı. İmanları adına bir kapı aralayabilmek ümidiyle Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), bulundukları meclisi şereflendirdi; ancak, şereften nasibi olmayan bu kıymet bilmezler hiç oralı değillerdi. Oralı olmadıkları gibi birdenbire tavır değiştirmişler, her halleriyle rahatsızlıklarını dile getiriyorlardı. Halbuki yine O (sallallahu aleyhi ve sellem), dünya ve ukbalarını ihya edecek tekliflerde bulunacak; ebedi hayatlarını kurtarma adına ısrar edecekti. Dinlemeye bile tahammülleri yoktu. Belki de, o esnada aleyhinde konuşuyorlardı; zira meclis, buz kesilmişti. İmandan bu denli rahatsızlık duyulur muydu hiç? Söz konusu olanlar, Utbe, Ebû Cehil ve Velîd olunca bu da mümkündü! Ellerinden gelse, kendileri için huzurunu terk eden Allah Resûlü’nü bir kaşık suda boğarlardı! Zira, O’nun olduğu yerde bunlara yer yoktu. Nefretle bakıyor ve kin solukluyorlardı. Kan davasından çekinip korkmasalar, hemen oracıkta icabına bakar ve hayatını ortadan kaldırırlardı; ama ne yaparsın ki, gelenekler buna engel oluyordu. Onun için, arkalarını dönüp suratlarını asmış ve çareyi, orayı terk etmekte bulmuşlardı. Aslında bu, huzura gelen iman nurunun, karanlığı boğup yok edeceğinin bir göstergesiydi; hak gelmiş ve yokluğa mahkûm olan bâtıl da, ait olduğu yere doğru yönelmişti.

Çok geçmeden Cibril belirdi; yeni bir vahiy vardı. Abese sûresini okuyordu:

– O, kalp gözü hakikate kapalı ve kör olan kimse,[3] hak beyanla gelen Habîb-i Zîşân geldiği için yüzünü ekşitip, arkasını da dönerek nasıl gidiverdi![4]

Onların, bu zalimce tavırlarını anlattıktan sonra ayet, bu dönek insanları muhatap alarak şöyle devam etmekteydi:

– Ey kalbi hakka kapalı olan mânâ körü! O gelen hak beyanın, O’nu (sallallahu aleyhi ve sellem) tezkiye edip hatırlatmalarının da kendisine fayda verdiğini sen nereden bilebileceksin ki? Ondan müstağni kalana gelince sen, hep onunla oturup kalkar ve ona itibar edersin! Halbuki, hak din ile sana gelen, Rabbinden haşyet duyarak sana ve insanlara gerçeğin ta kendisini anlatana gelince sen, O’ndan yüz çeviriyor; açık kapı bırakıp da muhabbet göstermiyorsun! Hayır, hayır! Sakın öyle yapma! Çünkü bu davet, Hak adına yapılmış bir öğüttür; sizden isteyen o öğüde kulak verir ve size her şeyi açıklayan o Nebi’ye tâbi olur.[5]

Demek ki; inat, kibir, taassup ve küfür, konuştuğu her meseleyi Hak katından onay alarak ifade eden Allah Resûlü’ne karşı çıkıyor; söylediklerine kulak vermek istemiyordu. Zaten, en büyük körlük de, gözler önüne gelen perdeler değil; kalbin kasvetle kaplanması ve hakkı göremez hale gelmesiydi.[6] Öyleyse anlaşılan, yüzünü ekşitip de meclisi terk edip giden; kibrini ortaya koyup da büyüklük taslayanlar, yine Mekke önderleriydi ve bunlar, Kur’ân tarafından körlük vasfı kullanılarak anlatılıyordu.[7]


Dipnotlar:
[1] Bkz. Kehf, 18/6; Şuarâ, 26/3
[2] Bazı rivayetlerde bu isimler arasında Abbas İbn Abdulmuttalib’in de olduğu zikredilmektedir ki, benzeri bir meselenin, birbirine bu kadar yakın bir amca-yeğen arasında cereyan etmesi çok makul görünmemektedir.
[3] Genellikle bu sûrenin iniş sebebi olarak da anlatılan bu şahsın, Amr İbn Ümmi Mektûm olarak bilinen ve Hz. Hatice validemizin dayıoğlu Abdullah İbn Mektûm olduğu şeklindeki rivayet, hadis kriterleri açısından sağlıklı olmadığı gibi, aynı zamanda Efendimiz’in ismet sıfatıyla da bağdaştırılamayacak yanlışlıklar doğurmaktadır. Gerçi, konuyla ilgili rivayetlerde bu şahıs olma ihtimali olan diğer yedi kişiden daha bahsedilmektedir; ancak, peygamberlerin ismeti nokta-i nazarından bakıldığında buradaki şahsın, ‘sahabe’ olma ihtimali oldukça zayıftır. Öyleyse burada kastedilen kişi, küfürde inat edip ısrarla hakka karşı körlüğünü devam ettiren Velîd, Utbe ve Ebû Cehil gibi mânâ gözü kör olan kimselerden biridir.
[4] Aynı hususu, yüzünü ekşitti ve arkasını dönüp gitti mânâlarına gelen ‘abese’ ve ‘tevellâ’ kelimelerinin Kur’ân’da kullanılış tarzı da teyit etmektedir. Zira bu kelimelerin her biri, küfründe sabit kalmayı tercih eden kafir ve firavunlar için kullanılagelmiştir. Bkz. Müddessir, 74/22; Tâhâ, 20/48, 60; Bakara, 2/205; Necm, 53/33; Meâric, 70/17; Ğâşiye, 88/23; Leyl, 92/16; Alak, 96/13
[5] Bkz. Abese, 1-12. Ayetlere, Efendimiz (s.a.s.) özelinde ve genel mânâda bütün peygamberler için ‘ismet’ kavramını düşünerek mânâ verilmeye çalışılmış ve maksadın iyi anlaşılabilmesi için de bu mânâ, tefsirle zenginleştirilerek verilmiştir. Bkz. Ahmed et-Tâcî, Vahyü’s-Sîre, s. 240
[6] Bkz. Hacc, 22/46
[7] Konuyla ilgili daha geniş malûmat için bkz. et-Tâcî, Vahyü’s-Sîre, s. 222 vd.

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.