Emre itaatteki inceliğin korunamadığı an

363

O gün Mekke ordusunun süvarileri, ardı ardına üç kez saldırmış ve her birinde de okçuların hücumuyla geri püskürtülmüştü. Gerçekten atlar, üzerlerine yağan ok yağmuruna karşı yürüyemiyordu. Efendimiz’in hassasiyetle ve ısrarla üzerinde durup elli okçuyu uyarmasının hikmeti şimdi daha iyi anlaşılıyordu.

Ancak müşriklerin hezimet yaşayıp da kaçmaya başlamaları, okçular tepesinde fikir ayrılıklarına sebebiyet vermeye başlamıştı. Gidişatı gören bir kısım okçu, arkadaşlarına şöyle sesleniyordu:

– Ey cemaat! Haydi ganimet… Ganimet! Allah (celle celâluhû), düşmanı hezimete uğratmışken sizler, hiçbir şey yapmadan burada niye duruyorsunuz ki? İşte bakın, kardeşleriniz üstün geldi ve müşrikleri hezimete uğrattı! Öyleyse sizler de müşriklerin peşine takılın ve kardeşlerinizle birlikte ganimet toplamaya başlayın!

Bu sözler, Uhud’un ilk perdesindeki kırılma noktasını ifade ediyordu. Emr-i Nebevînin sonundaki espriyi unutmuş gözüküyorlardı. Belli ki onu, savaşın sonuna kadar burada sebat edin şeklinde yorumlamışlardı. Hâlbuki Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), kendisinden talimat gelinceye kadar ayrılmamaları gerektiğini ısrarla söylemiş ve daha işin başındayken dikkatlerini bu noktaya çekmişti.

Açıkça bu, cephede bir gedik açmaktı ve Abdullah İbn Cübeyr ile kendisi gibi düşünen bazı arkadaşları, bu sözler karşısında irkilmiş, onlara şöyle tepki vermişlerdi:

– Resûlullah’ın, “Arkamızdan gelebilecek tehlikelere karşı bizi koruyun ve bizi öldürülüyor görseniz bile bulunduğunuz mekânı asla terk edip bize yardım etmeye kalkışmayın! Ganimet topladığımızı görseniz, gelip bize iştirak etmeyin; sizler, arkamızdan gelebilecek tehlikelere karşı sadece bizi koruyun.” şeklindeki sözlerini ne çabuk unuttunuz?

Onlara göre bu tembihler, kendilerini uyaran arkadaşlarının ifade ettikleri gibi anlaşılmamalıydı. Bir de, kendilerince gerekçeleri vardı:

– Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), bu sözlerle onu kastetmemişti, diyor ve bu ifadeleri farklı yorumluyorlardı. Bu yorum da onları, kaçan müşrik ordusunun arkasından ganimet toplamaya yönlendiriyordu.1 O kadar ki Abdullah İbn Cübeyr’in yanında sadece bir avuç okçu kalmıştı.

Beri tarafta zaten böyle bir fırsat bekleyen Hâlid İbn Velîd kumandasındaki iki yüz kişilik süvari birliği meselenin farkına varmış; bu bir avuç insanı da devre dışı bırakarak arkadan saldırmaya hazırlanıyordu. Hâlid İbn Velîd’e İkrime İbn Ebî Cehil de destek veriyordu.

Küçük gibi gözüken bir ihmâl, her şeyi değiştirmek üzereydi. Acı bir tecrübeydi ve sonrakilere ders olması adına belli ki Allah (celle celâluhû), okçuların şahsında arkadan geleceklere bir ders veriyordu. Demek ki, baştaki liderden gelen emirleri, yorum ve tevile tâbi tutmadan aynen uygulamak gerekiyordu. Farklı bir uygulama durumu söz konusu olduğunda en azından meseleyi yine baştaki insana ulaştırmak eslem bir yoldu.

Süvari birlikleri, kendilerini karşılayacak ok yağmurunun olmadığı bu zeminde rahat bir saldırı gerçekleştiriyorlardı. Öncelikle, emirleri Abdullah İbn Cübeyr başta olmak üzere zaten bir avuç kalan okçuları şehit edeceklerdi. Ardından da bütün güçleriyle, kaçan müşrik ordusunu arkadan kovalayan ve onların arkada bıraktığı ganimetleri toplamakla meşgul olan İslâm ordusuna ansızın saldırıvermişlerdi. Kulaklarda:

– Uzzâ hakkı için! Hubel adına, gibi naralar yankılanıyordu. Anlaşılan, sabahki rüzgâr yön değiştirmişti ve şimdi zaman, mü’minlerin aleyhine işliyordu.

Uhud dağında o güne kadar görülmeyen bir toz bulutu kalkıyordu. Zira arkadan gelen düşmanla yaka paça olmak için geri dönen mü’minlerin karşısına, biraz önce, önlerinde kaçmakta olan müşrik ordusu da çıkmış ve onlar da saldırıya geçmişti; Müslümanlar tam manasıyla iki ateş arasında kalıvermişlerdi.

Büyük bir panik vardı; zira Müslümanlar arasında, savaşın bittiğini düşünerek bir kenara çekilenler, ganimet toplamak için kılıcını bırakanlar vardı. Bu, cephede olması gereken gerilimi de ortadan kaldıran bir psikolojiydi. Uhud’a gelirken Resûlullah’ın arzularına râm olamamanın beraberinde getirdiği yükün altında omuzlar iki büklümdü. Belli ki başlangıçta atılan bu adım, arkasından başka yanlışlıkları da beraberinde getirecek ve böylelikle Allah (celle celâluhû), daha sonrakilere, acı da olsa fiilî bir ders vermiş olacaktı.2

Bedir’de olduğu gibi burada da şöyle bir ses duyulmuştu:

– Ey Allah kulları! Kardeşlerinize bakın ve sizler de onlara katılın!

Bu ses, önde kaçmakta olan müşrikleri yeniden cesaretlendirmiş ve müşrikler Hâlid İbn Velîd ile İkrime İbn Ebî Cehl’in arkadan saldırdığını görünce yeniden kendilerine gelerek saldırmaya başlamışlardı.

Cibril-i Emîn’in getirdiği mesaj bu hadiseyi şu ifadelerle anlatacaktı:

– Allah, size yaptığı yardım vaadini gerçekleştirdi: O’nun izniyle sizler, o düşmanlarınızı kırıp geçiriyordunuz. Allah’ın, size arzuladığınız galibiyeti göstermesine kadar, böylece bu vaad yerine geldi. Ama sonra siz isyan ettiniz, verilen emir hakkında çekiştiniz, yılgınlık gösterdiniz. O esnada kiminiz dünya menfaatini, kiminiz de âhiret mükâfatını istiyordu. Sonra Allah, sizi denemek için onlara karşı size verdiği desteği geri çekti ve siz de bozguna uğradınız. Bununla beraber Allah, sizin kusurlarınızı da bağışladı! Zaten Allah müminlere bol lütuf ve inâyet sahibidir.3

Ayneyn adı verilen tepenin üstünde Cuâl İbn Sürâka şeklinde temessül eden şeytansa, ardı ardına şöyle sesleniyordu:

– Muhammed öldürüldü!

Mü’minleri can damarından yakalayıp yıkacak bir seslenişti bu. Her yeni musibet, öncekileri unutturacak tarzda gelişiyor ve katlanarak geliyordu. Kol ve kanat kırılmış, dizlerin dermanı bir anda kesilivermişti. Gerçi bunu duyar duymaz:

– Şâyet Resûlullah ölmüşse, sizler de O’nun dini için savaşın, O’nun uğruna kendinizi ortaya koyun ve Allah’a şehit olarak ulaşacağınız ana kadar cansiperâne vuruşun, diyenler de yok değildi. Ancak iki ateş arasında kalan ashâbın bu hamlesi karşı tarafı durdurmaya yetmeyecekti.

İşte bütün bunlar, nebevî emirdeki inceliği göz ardı etmenin bir neticesiydi. Hâlbuki Sultanlar Sultanı Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) kumandanlık otağından göndereceği emir beklenip de okçular tepesindeki bu gedik açılmamış olsaydı, Bedir’de olduğu gibi ve bu kadar zayiat verilmeden mutlak bir zafere daha ulaşılmış olacaktı. Şimdi ise, ortada yeni bir durum vardı ve bu duruma göre yeni bir strateji geliştirilmesi gerekiyordu.


Yazar: Dr. Reşit Haylamaz

Dipnot:

  1. Şüphesiz ganimet helaldi; ancak burada söz konusu olan cemaat, Allah Resû­lü’ne muhatap olan sahabe cemaatiydi ve ortada O’na ait bir tembih vardı. Biraz daha dişlerini sıkıp O’ndan gelecek emri bekleselerdi zaten onu yine elde edeceklerdi. Diğer insanlar açısından normal bir davranış, böylesine bir makamı ihraz etmiş ‘mukarrabînler’ açısından ‘zelle’ anlamına geliyordu. Dolayısıyla da davranışlarının karşılığını görecek ve helale vaktinden önce el uzatmanın bedelini Uhud’da şehadetle ödeyeceklerdi. Bkz. İbn Sa’d, Tabakât, 2/41, 47, 4/476; Taberî, Tarih, 2/62
  2. Bu durumu anlatırken Kur’ân, “Yaptıkları bazı şeylerden dolayı şeytan onların ayağını kaydırdı.” ifadesini kullanacak ve bir mü’minin iki kez aynı noktadan ısırılmaması için sonrakilere dikkatli olma uyarısı yapılacaktı. Bkz. Âl-i İmrân, 3/155
  3. Âl-i İmrân, 3/152
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.