Efendimiz’in (sas) Ümmetine Şefkat ve Merhameti

811

Peygamber Efendimizin (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) getirdiği mesaja icabet edip, çizgisinde gidenlere ise şefkat ve merhameti çok başkadır. İnsanlık tarihinde O’nun kadar “ümmetine düşkün” bir başkasını göstermek mümkün değildir.

Âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) bütün varlığı şefkatle kucaklamış, başta insanlar olmak üzere kainat O’nun temsil ettiği rahmetten istifade etmiştir. Her güzel haslet ve ahlâkta olduğu gibi Allah Resûlü şefkatte de zirvedir. O’nun hayatının her karesi bu aşkın şefkatinin bir tecellisidir. Hayatı bir dantelâ gibi şefkat atkıları üzerine örgülenmiştir. Peygamber Efendimiz’in (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) getirdiği evrensel mesaja icabet edenlere olan şefkati üzerinde bir-kaç açıdan kısaca durmak istiyoruz.

Mücessem rahmet olarak gönderilen Allah Resûlü, Cenab-ı Hakk’ın engin rahmetinin temsilcisi olarak hayatı boyunca insanların o rahmetten istifade etmesi için çırpınıp durmuştur. Dünya ve ahiret saadetine götüren, Allah’ın engin rahmetinden olabildiğince istifade etme yollarını gösteren mesajına bîgâne kalan hatta inkâr edenlerin bile hidayete ermeleri için iki büklüm olmuş, ızdırapla kıvranmıştır. Kur’an, Kainatın iftihar tablosunun bu durumunu hem takdir hem de ta’dil(kendini bu kadar da yıpratma) ederek şöyle buyurmuştur: “Bu söze (Kur’an’a) inanmıyorlar diye neredeyse kendini telef edip bitireceksin”1

Peygamber Efendimizin (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) getirdiği mesaja icabet edip, çizgisinde gidenlere ise şefkat ve merhameti çok başkadır. İnsanlık tarihinde O’nun kadar “ümmetine düşkün” bir başkasını göstermek mümkün değildir. Kur’an bu hakikati

لَقَدْ جَاءَكُمْ رَسُولٌ مِنْ أَنْفُسِكُمْ عَزِيزٌ عَلَيْهِ مَا عَنِتُّمْ حَرِيصٌ عَلَيْكُمْ بِالْمُؤْمِنِينَ رَءُوفٌ رَحِيمٌ

“Size kendi aranızdan öyle bir peygamber geldi ki sıkıntıya düşmeniz O’na çok ağır gelir. Kalbi sizin için titrer, müminlere karşı pek şefkatli ve merhametlidir.”2 buyurarak, Rahmet Peygamberinin ümmetine olan alakasının aşkınlığını bildirmiştir.

Peygamber Efendimiz, ayette bildirildiği üzere ümmetine çok düşkündür. Onların üzerine öylesine titremektedir ki bir tozun bile konmasına gönlü razı değildir. Ümmetinin dünyada ve ahirette sıkıntıya düşmesi O’nu çok müteessir ve mahzun eder. O’nu (Sallallahu aleyhi ve sellem) en çok düşündürüp mahzun eden de ümmetinden ahirette cehennem azabına düşecek olanların halidir. Ümmetini cehennem azabına götüren bir yola düşmemesi için bir baba şefkatiyle ikaz eden Allah Resûlü, onların hep hayırlara, güzelliklere mazhar olması hususunda da çom hırslıdır.

Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) müminlere olan şefkati, düşkünlüğü bir babanın evladına olan şefkati gibidir. Bu son derece şefkatli bir babanın “evladım” diyerek gönül meyvesini ve ciğerparesini bağrına basması gibi O daha dünyaya teşrif eder etmez “ümmetim” demişti. Nitekim Şefkat Peygamberi ümmetine olan bu düşkünlüğünü şöyle ifade etmişti:

إِنَّمَا أَنَا لَكُمْ بِمَنْزِلَةِ الْوَالِدِ

“Hiç şüphesiz ben size bir babanın evlatlarına olan durumu gibiyim.”

Ayette geçen بِالْمُؤْمِنِينَ رَءُوفٌ رَحِيمٌ ifadesinde “بِالْمُؤْمِنِينَ” kelimesinin “رَءُوفٌ رَحِيمٌ “ den önce gelmesi; teknik ifadesiyle “car ve mecrur”un tekaddümü, alemlere rahmet olarak gönderilen Allah Resûlü’nün müminlere özel bir şefkat ve merhametinin olduğunu bildirmektedir.

Cenab-ı Allah, O’nun ümmetine düşkünlüğünü, şefkat ve merhametini güzeller güzeli isimlerinden “raûf” ve “rahîm” isimlerinin tecellileriyle ümmetine özel bir teveccühde bulunduğunu bildirerek tanıtmıştır. Allah şimdiye kadar hiçbir peygambere bu şekilde Esmâ-i Hüsnâsından iki ismi birlikte vasıf olarak zikretmemiştir.

Allah Resûlü, müminlere kendi nefislerinden daha yakın ve önceliklidir. Çünkü O (sallallahu aleyhi ve sellem) onlara kendi nefislerinden daha hayırlıdır, onları görüp gözetir. Müminlere dünyada ve ahirette hayırlarına olanı gösterir. Nasıl olmasın ki, biz nefislerimizden çok kere kötülük görürüz. Hâlbuki O’ndan hep kerem, iyilik, merhamet, şefkat ve mürüvvet gördük ve inşallah ötede de göreceğiz. O (sallalahu aleyhi ve sellem), Allah’ın rahmetinin temsilcisidir. Öyleyse, elbette bize bizden daha yakındır. Nitekim O, bu hususa şu şekilde dikkat çekmiş: “Ben mü’minlere kendi öz canlarından daha yakınım.” İsterseniz şu âyeti okuyun: “Allah Resûlü, müminlere kendi canlarından daha azizdir.”3 buyurmuş ve sonra da sözüne şöyle devam etmiştir: “Kim bir mal bırakırsa o akrabalarınadır. Fakat kim de bir borç veya bakıma muhtaç kimse bırakarak giderse borcunun ödenmesi ve geride kalanların bakımı bana aittir.”4

O, müminlere kendilerinden bile öncelikli olduğu gibi, aynı zamanda müminler de Allah Resûlü’nü kendi canlarından bile daha çok sever/sevmelidir. Allah Resûlü, kendisine muhabbet besleyenleri aynı ölçüde sever; çünkü O, en büyük mürüvvet insanıdır.

Her Yerde Her Zaman Ümmetini Düşünmesi

Ümmetine çok düşkün olan Allah Resûlü, yaşadığı kutlu zaman dilimi boyunca hep ümmetini düşünmüş; dünya ve ahirette ümmetini saadete götürecek yolları hem tebliğ ederek hem de aşkın temsili ile bilfiil göstermiş, helaka sürükleyecek çizgi dışı düşünce ve davranışlardan da sakındırmıştır. O’nun vahiy orijinli, şefkat yörüngeli hayat-ı seniyyeleri mikro planda kıyamete kadar gelecek bütün Müslümanların her türlü dertlerine, problemlerine çare olacak zenginlik ve enginliktedir.

Allah Resûlü, kâinat yüzü suyu hürmetine yaratılmış bir insan olarak, getirdiği ve temsil ettiği rahmetle insanlığı buluşturmak için işkencelere, hakaretlere maruz kalmış; ama bütün bunlara rağmen tel’in ve beddua için elini açmamıştır. Zira O (sallallahu aleyhi ve sellem), lanet etmek için değil alemlere rahmet olarak gönderilmiştir.

Mekke’de kapı kapı dolaşmış, insanların bir araya geldiği panayır vs. gibi anları bir fırsat olarak değerlendirmiş mesajını tebliğ etmişti. Bir keresinde çok ağır haraketlere maruz kalmış, melek imdadına koşmuş, eğer isterse bir dağı kaldırıp bu âsî kavmin tepesine indirebileceğini söylemişti. Ama o şefkat abidesi insan ellerini kaldırarak:

أَرْجُو أَنْ يُخْرِجَ الله مِنْ أَصْلابِهِمْ مَنْ يَعْبُدُ الله وَحْدَهُ لا يُشْرِكُ بِهِ شَيْئًا

“Allah’ın, onların neslinden (kıyamete kadar) yalnızca Allah’a ibadet edip O’na şirk koşmayan birilerini çıracağını ümit ediyorum” demiş ve onlara herhangi bir belanın gelmesini istememişti.

Peygamber Efendimiz, kendisini taşlayan, vücudunu kan revan içinde bırakan, namaz kılarken boğazını sıkan veya başına işkembe koyan, geçeceği yollara dikenler serpen insanların, hep hidayetlerini istemiş böylelikle düşmanlarının bile cennete gitmelerini arzu etmiştir. O, Taif’te taşlanmış, yüzü gözü kan içinde bir bağa sığınmak mecburiyetinde kalmış; ama kendine bunu reva görenlere beddua etmemiş halini Allah’a arzetmişti.

Yine harp meydanında dişi kırılıp yüzüne miğferinin bir parçası saplandığı ve yüzünden dökülen kan yere düşeceği esnada, hemen ellerini kaldırarak âdetâ duâ ile İlâhî gadabın önüne geçmeye çalışmış ve:

اللهمَّ اغْفِرْ لِقَوْمِي فَإِنَّهُمْ لا يَعْلَمُونَ

“Allah’ım kavmime hidayet et, çünkü onlar (beni) bilmiyorlar” niyazıyla kâfirlerin başına gelmesi muhtemel bir belayı önlemişti ki, bu ifadelerin her bir kelimesinde nasıl bir şefkat ırmağı çağladığı açıktır.

Allah Resûlü hiçbir beşere nasip olmayan miraça mazhar olmuştu. Gökler velîmesine çağrılan Hakk’ın özel davetlisi O’ydu; herkesin gözünü diktiği “Kâb-ı Kavseyn”e uğrayıp geçen de yine O’ydu. “Sidretü’l-Müntehâ”nın misafiri olmak sadece O’na bahşedilmiş bir mazhariyet, “مَا زَاغَ الْبَصَرُ وَمَا طَغَى” mazmununca gördüğü şeyler karşısında başının dönmemesi, bakışlarının bulanmaması da O’na lütfedilmiş özel bir temkindi. O, Âyetü’l-Kübrâ’nın kendi hususiyetleriyle zuhûrunu müşahede etti, ama asla gözleri kamaşmadı; kamaşmadı ve bütün gök ehlince “müşârun bi’l-benân” oldu.

Miraçta bütün varlığın ibadet ve tesbihlerini Cenab-ı Allah’a sunmuş, “es-Selamü aleyke eyyühennebi” hitabına mazhara olmuştu. Olmuştu da yine ümmetini düşünmüş “es-selamü aleyna ve ala ibadillahissalihin” diyerek selam ve emniyetten ümmetinin de olabildiğince istifade etmesini niyaz etmişti.

İşte, Sidretü’l-Müntehayı aşıp, aklın idrakinde pes ettiği “Kâb-ı Kavseyni ev ednâ” zirvesine ulaşan, idrak ufuklarımızı aşan likaullaha mazhar olan Allah Resûlü, gördüklerini gördürmek, duyduklarını duyurmak için aramıza dönmüş ve her müslümana donanım ve gayret ve performansı nisbetinde miraç yolunu açık bırakmıştır.

Miraç’da bile ümmetini düşünen ve dönüp gelen Efendimiz, ümmetine cennette ve Cenab-ı Hakk’ın cemalini müşahede etmede de rehberlik ve pişdarlık yapacaktır. O, “Müminler, cennette cuma günü Cenab-ı Hakk’ı göreceklerdir.” buyurmaktadır. Bu mevzuda da yine huzurun âdâb ve erkanını bilen Zât olarak ümmetine yol gösterecektir. Orada Livaü’l-hamd bayrağı altında, çok hamd eden, Allah’ın nimetlerini ruhunda ve vicdanında duyan ve o nimetler karşısında iki büklüm olan, bir adı da Ümmet-i Muhammed ve Hammâdûn olan ümmet-i merhume toplanacaktır. Allah Resûlü, Livâü’l-hamd bayrağı altında ümmetini arkasına alacak, yer yer Havz-ı Kevserine götürecek, yer yer Cenab-ı Hakk’ın cemalini -ki, cennet hayatının binlerce senesi bir saat rü’yet-i cemaline mukabil gelmeyen, anlaşılmaz ve idrak edilmez bir derin zevk ve lezzettir- O’nun sayesinde ve O’nun rehberliğinde ümmet-i Muhammed o âb-ı kevseri dahi nûş edecektir. Aynı zamanda müminler, O’nunla ebedî ve daima yenilenen bir güzelliğe, ebedî ve daima yenilenen bir lezzet ve zevk alma istidadına ulaşacaklardır.

Gökler ötesi yolculuktan ümmeti için geri dönen Allah Resûlü, ebediyete yürürken ümmetinin en zor anlarında da yanındadır. Mahşerde, sırat köprüsünde, hesapta ümmetine el uzatan Allah Resûlü’nün bazı rivayetlerden anlaşıldığına göre, yine ümmetine imdad etmek için muvakkaten cehenneme gidip çıkacaktır.

Mahşer günü herkesin kendi derdine düştüğü, dünyada iken seve seve hayatını feda etmeye amade olan annenin bile evladından kaçtığı hatta peygamberlerin bile “nefsi nefsi” dediği yerde O (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) “ümmetî ümmetî” diyecektir.

En çetin ve zor yerlerden biri olan sırat köprüsün de Allah Resûlü ümmetinin imdadına koşacaktır. Sıcaklık, korku ve dehşetin gittikçe arttığı bu yerde Peygamber Efendimiz sırat köprüsünün başına duracak, herkes amellerine göre süratten geçecek Allah Resûlü, “Allahümme sellim sellim” buyuracaktır.

Peygamber Efendimiz, Sırat köprüsünden geçerken ümmetinden bazılarının takılıp yolda kalacağını haber vermişti. O gün köprünün başına duran Şefkat peygamberi, köprüden geçerken ümmetinin sarsılması, oradan alttaki cehenneme düşme tehlikesi geçirerek “Ey Muhammed yetiş imdadımıza, Ey Muhammed yetiş imdadımıza” diye çığlık atmaları üzerine yüksek sesle “Ya Rab ümmetim, ümmetim! Ben bugün nefsimi istemiyorum (kendi kurtuluşumu) kızım Fatıma’yı da istemiyorum. Ümmetimi istiyorum” diye Yüce Mevla’ya niyaz edecektir.

Diğer taraftan ümmetinin en zor anlarında yanında olup, onlara şefaat elini uzatan Allah Resûlü, içlerinden ahirette takılıp yollarda kalanlardan tablolar arzetmiş, böyle bir duruma düşülmemesi için yüreği yanan bir baba hüznüyle şu şefkat yüklü ikazını yapmıştı: “Benim yüzümü kara çıkarmayın/beni mahçup etmeyin”

Dînî Ahkâmda Şefkat ve Kolaylık

Şefkat ve merhamet peygamberinin getirdiği dinin ahkamı da şefkat eksenliydi. Zaten şefkat ve refetle donatılmış Peygamber Efendimizin tebliğ ve temsil ettiği dinin başka türlü olması da düşünülemezdi. Zira O, ilahî ahlâk ile donatıldığından mü’minlere rauf u rahîmdir. Ve getirdiği din ve şeriat da iyman edenler için aynı re’fet ve rahmettir. Bu şefkat ve merhamet, O’nun getirdiği dinin hükümlerinin ümmetini dünya ve ahirette azaba götürecek şeylerden uzak tutmak ve en güzel ahlâk ve değerlerle donatmak hem de her seviyedeki insanın yaşayabileceği enginlik ve esneklikte tezahür etmiştir. İslam dini, en bedevîden en medenîye, çok az gelişmiş toplumlardan fevkalade medenî toplum ve cemaatlere kadar çok farklı kimselere hitap etmektedir. Allah Resûlü, bunların hepsine bakış, görüş ve değerlendirme, hatta yaşayabilme durumlarını nazara alarak seslenmiştir.

Şefkat Peygamberinin hane-i saadetinde birlikte yaşama bahtiyarlığına eren Hz. Aişe annemiz, dinin emir ve yasaklarında Efendimizin ümmetine olan şefkatini şöyle ifade etmiştir: “Allah Resûlü iki şey arasında muhayyer bırakıldığında mutlaka kolay olanı tercih etmiştir.”5

O’nun getirdiği din, bir hanifiye-i semha idi ve herkesin rahatlıkla yaşayıp, tatbik edebileceği bir sistemin de adıydı. Allah Resûlü, şahsî hayatında dini en zirvede yaşadığı halde, hemen her mevzuda ümmetinin hepsinin uygulayabileceği ölçüde emirlerini vaz’ ediyordu. Peygamber Efendimiz’in hayatı ve tebliğ ve temsil ettiği dinin hükümleri bu açıdan bakıldığında hemen her mevzuda şefkat eksenli olduğu görülecektir. Biz sadece birkaç misal zikretmek istiyoruz:

Peygamber Efendimiz, ashabına hitap ederek imkanı yerinde olanların hacc yapmalarının farz olduğunu bildirmiş ve hacc farizasını yerine getirmelerini istemişti. Orada bulunanlardan biri “Her sene mi hacc yapacağız? diye sormuş Allah Resûlü, sükut buyurmuştu. Bunun üzerine soru soran kimse üç kere sorusunu tekrar etti. Sonunda Peygamber Efendimiz: “Eğer evet deseydim her sene hac yapmanız farz olacaktı ve siz de buna güç yetiremeyecektiniz.” buyurarak ümmetinin altından kalkamayacağı bir hükmün farz kılınmasını istememişti.

“Eğer ümmetime zorluk vereceğimden çekinmeseydim, her namazın başında onlara misvak kullanmalarını emrederdim.” buyurmuşlardı.6

Ümmetini zora koşma endişesini taşıdığından dolayı, böyle bir emirde bulunmamıştı. Yoksa, misvak kullanmak da, aynen abdest gibi namazın farzlarından olacaktı. Böyle bir şey ise, bu dinin ruhu olan kolaylık prensibine uygun düşmeyecekti. Çünkü herkes, her yerde misvak bulamayabilirdi..

Allah Resûlü, birkaç gece mescidde ashabına teravih namazını kıldırmış daha sonra cemaat halinde kıldırmayıp odasında tek başına kılmıştı. Ashab, Efendimizin çıkıp kendilerine teravih namazını kıldırmalarını arzu etmişlerdi. Peygamber Efendimiz, onların bu arzularını gördüğünü fakat bu şekilde cemaatle devam ederse teravih namazının ümmetine farz kılınabileceğini, farz kılındığında da ümmetinin bunu yerine getirmekten aciz kalacağını, ifade buyurarak cemaatle kıldırmayıp tek başına kılmıştır.

Allah Resûlü, ibadete çok tutkundu. Namazlarını oldukça uzun kılardı. Bilhassa nâfile namazları, sahabenin takatını aşacak mahiyette idi. İşte O, böyle bir namaz kılma niyetiyle namaza duruyor, sonra da namaz esnasında bir çocuk ağlaması duyunca, hemen namazı hızlandırıyordu. Çünkü o günlerde kadınlar da erkeklerin arkasında olmak üzere Allah Rasûlü’nün imamlığında namaz kılmak için cemaata iştirâk ediyorlardı. Efendimiz, ağlayan çocuğun annesini böylece kadını rahatlatıyordu.

Bu itibarla Şefkat abidesi namazda imamlık yapanlara şu tavsiyede bulunmuştu:“sizden biri insanlara namaz kıldırirken cemaatin durumunu nazar-ı itibara alarak cemaate ağır gelmeyecek şekilde namaz kıldırsın. Zira cemaat içinde zayıf, hasta ve yaşlı olanlar vardır. Kendi başına kılarken ise istediği kadar namazını uzatabilir.“7

İşte O (sallallahu aleyhi ve sellem), hemen her meselede böyle bir şefkat âbidesiydi.. Ve insanlara şefkat ve mülayemetle muamele edilmesini tavsiye ederdi. Tabii ki O’nun dinin hükümlerindeki şefkatle muamelesi adaleti ihlal edecek şekilde değildi. Toplumun hukukunun ihlal edildiği yerde ise aslan gibi kükrerdi. O’nun şefkati rızay-ı ilahi eksenli idi.


Yazar: Dr. Ergün Çapan/Yeni Ümit Dergisi

Dipnot:

  1. Kehf, 18/6; Şuarâ, 26/3
  2. Tevbe, 9/128
  3. Ahzab, 33/6
  4. Buharî, Tefsir, 33/1; Müslim, feraiz, 15
  5. Buhari, Menakıb, 27; Müslim, Fazail, 77
  6. Buhârî, Cum’a 8; Müslim, Tahare, 42.
  7. Buhari, salat, 183; Tirmizî, Salat, 61
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.