Efendimiz’in (sas) Bedir Esirlerine Muamelesi

425

Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem), şartların zorlaması ve diplomasi adına attığı adımların karşılık bulmaması sebebiyle savaşmak zorunda kaldığında, o günün genel telakkisine göre elde edilen esirlere olan muamelesi de çok farklıdır; başkalarının yaptığı gibi onlara asla kötü davranmamış, onurlarıyla oynamamış, zarar vermemiş ve bu konuda da hep kendisine yakışanı yapmıştır; hürriyete kavuşturmak için vesileler aramış, hiç ummadıkları cemilelerde bulunmuş, gönüllerini alacak ifadelerle onlara hitap etmiş ve ashâbını da aynı istikamette duyarlılığa davet etmiştir. 

Ashâbıyla birlikte kendisini de öldürüp, cansız bedenlerinin üzerinde tepinme niyetiyle Bedir’e gelen ordudan geriye kalan esirler konusunda da O (sallallahu aleyhi ve sellem) farklı davranmadı; bilakis onlar için de aynı şefkat ve merhameti gösterdi. 15 yıl sürekli şiddet gördükleri Mekkelilerle ilk ciddi karşılaşma olan Bedir sonrasında ashâbın eline geçen 70 esiri, önce ashâbı arasında belli başlı ailelere dağıtan Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem), “Esirlere hayır ile muamelede bulunun!” şeklinde tembih üstüne tembihte bulunuyor, ashâbından da aynı titizliği beklediğini ifade ediyordu. Yine bunları sözde bırakmamış, hemen hayata geçirmişti; mesela o gün Resûlullah’ı, Hazreti Abbâs gibi bazı esirlere güzel elbiseler giydirirken görmekteyiz.

Esirleri ailelere dağıtırken O’nu, bambaşka bir hassasiyet içinde görmekteyiz; Bedir’de yakınlarının ölümüyle yıkılmış, temsil ettikleri cephenin aldığı yara ile sarsılmış ve esaret sürecinde onurları kırılmış bu insanları ailelere dağıtırken, kendilerine yakınlık gösterebilecek kimseleri seçiyor ve onları, hassasiyet kesbeden gönüllerini alabilecek insanlara emanet ediyordu. Mesela Benî Mahzûm kabilesine mensub olan Ümmü Seleme Vâlidemiz’e, söz konusu kabilenin lideri olan ve Bedir’de öldürülen Ebû Cehil’in ana-baba bir kardeşi Hâlid İbn-i Hişâm ile yine aynı kabilenin bir diğer ferdi olan Ümeyye İbn-i Ebî Huzeyfe’yi emanet etmişti. Herşey yeni ve orijinaldi; belli ki Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), yakınlarının yanında güven duyabilmeleri ve onların da akrabalarını gözeterek gönüllerini hoş tutabilmeleri için böyle bir tercihte bulunmuştu. Zira evine amca oğullarının geldiğini duyan Annemiz (radıyallahu anhâ), Efendimiz’in yanına giderek, “Yâ Resûlallah!” demiş ve sormuştu: 

“Amcaoğullarım kendilerini görmemi, belli başlı ihtiyaçlarını gidermemi ve şu sıkıntılı zamanlarında kendilerine cemilede bulunmamı talep ediyorlar! Sana sormadan bir şey yapmak istemedim; ne dersin?”

O dakikaya kadar bu nebevî stratejiyi bilemeyen Annemiz’e Resûlullah’ın cevabı netti:

“Bunların hiçbirinde mahsur yok; dilediğin iyiliği yapa­bilir­sin!” 

O gün bu konuda O (sallallahu aleyhi ve sellem), o kadar hassas, o kadar duyarlı ve o kadar müşfikti ki bazıları itibariyle yakınını şehîd eden veya akrabalarını öldüren bu insanlara zarar verilmesin diye, “Sizden birisi, öldürme maksadıyla elindeki esiri kardeşinin esiriyle takas etmesin!” buyurmuştu. Sanki onlardan her birisini veya birkaçını ashâbından birisine zimmetlemiş, aradaki buzları eritebilme adına onlara özel tembihlerde bulunuyordu! Onların zarar görmemesi için âdeta tir tir titriyordu; daha ilk dakikadan itibaren ikazlara başlamış, kimsenin canı yanmasın diye çırpınıp duruyordu! Mesela Bedir’de kardeşi şehîd düşen Sa’d İbn-i Ebî Vakkâs için, “Kardeşinin şehîd edildiğini Sa’d’a sakın haber vermeyin ki uhdesindeki esirleri öldürmesin!” tembihinde bulunmuştu. Sadece kendi titizliğiyle kalmıyor, içinden çıkıp geldikleri kültür atmosferinde şekillenen ashâbını da aynı duyarlılığa davet ediyordu! Zira o günün kültüründe insan öldürmek, âdiyattan bir vak’aydı; şayet o gün Bedir esirlerini öldürmüş olsalardı, bunun hesabını onlara soracak herhangi bir otorite de yoktu! Söz konusu kültür ortamının bir ferdi olarak Sa’d İbn-i Muâz o gün, esirleri gereksiz bir yük olarak taşıdıklarını ve bir an önce öldürüp de bu yükten kurtulmak gerektiğini hissettirmişti. Bunu fark eden Sultân-ı Rusül (sallallahu aleyhi ve sellem) ona dönüp “İnsanların esir alınarak buraya getirilmesi, seni rahatsız etmiş gözüküyor!” demiş ve onu da uyarmıştı! Bununla O (sallallahu aleyhi ve sellem), her ne kadar hissiyat ve arzuları itibariyle, aralarından bazılarının böyle düşünüyor olmasına rağmen kimseyi öldüremeyeceklerini beyan ediyor, Bedir esirlerini de bir emanet olarak görüyordu. Emanete riayette nasıl bir hassasiyet gösteriliyorsa O’nun (sallallahu aleyhi ve sellem) dünyasında esirlere de aynı hassasiyet gösterilecek, düştükleri durumu fırsat görüp hukukları çiğnenmeyecek, insan olma onurlarına halel getirecek herhangi bir yanlışlık yapılmayacak ve onlara hep hayırla muamele edilecekti. 

Resûlullah’ın bir talebi olur da sahâbî onu yapmaz mıydı! Harfi harfine nebevî arzuyu hayata geçirmeyi en temel hedef hâline getiren ashâb, bu dakikadan itibaren kendisinden önce esirini düşünüyor ve elindekinin en güzelini ilk önce ona takdim ediyordu. O kadar ki yemek vakti gelince kendileri kuru hurma ile yetinirken esirlerine, ellerindeki en güzel yemeklerini verir oldular. O gün esirler arasında bulunup da daha sonra Müslüman olacak olan Efendimiz’in damadı Ebu’l-Âs İbn-i Rebî’ konuyla ilgili bir hatırasını anlatırken bu titizlik ve hassasiyeti şu ifadeleriyle dile getirecektir:

“O gün (Bedir) ben de Ensâr’la birlikte Medîne’ye getirilenler arasındaydım. Yemek vakti gelip de bir şeyler yemek istediklerinde onlar, Resûlullah’ın tavsiyesini yerine getirmek için ellerindeki ekmeği en önce bana veriyorlar, kendileri ise kuru hurma yiyerek açlıklarını gidermeye çalışıyorlardı. Hatta onlardan birisi o gün, elinde bulunan ekmeği uzatıp da bana verince, onu alıp da yemekten hayâ ederek bu ekmeği yanımdaki bir başkasına verdim; bir de ne göreyim, elden ele dolaşan aynı ekmek, çok geçmeden yine benim önüme gelmişti!” 

Benzeri bir durumu, Mus’ab İbn-i Umeyr’in kardeşi Azîz İbn-i Umeyr de “Bedir günü ben de esirler arasındaydım. Resûlullah’ın o gün, ‘Esirlere iyi muamele edip gönüllerini hoş tutun!’ tavsiyesini duyunca, âdeta başımızdan yiyecek yağmaya başladı; kimin elinde bir şey varsa, onu bana uzatıyordu; kendileri kuru hurma yiyor, ancak ellerindekinin en güzelini bana vermeyi tercih ediyorlardı! O kadar ki gördüğüm muamele karşısında utancımdan yerin dibine girecek gibi oldum! Zira geri gönderdiğim şey bile dakikasında bana geri dönüyordu!” şeklinde nakletmektedir. Ashâb-ı kiramın konuyla ilgili duyarlılığına ait başka bir ayrıntıyı, Hâlid İbn-i Velîd’in kardeşi Velîd İbn-i Velîd İbn-i Mugîre de nakletmektedir; gördüğü muamele karşısında Müslüman olacak olan Hazreti Velîd, bu titizliği, “O gün onlar, kendileri yaya yürürken bineklerine bizi bindiriyorlardı!”  şeklinde aktarmaktadır. Hâlbuki bu cümleleri söyleyen Velîd İbn-i Velîd’in o gün, üç amcası Bedir’de ölmüş, birisi de esir olmuştu. Diğerlerinin durumu da farklı değildi; başta liderleri olmak üzere en yakınları Bedir’de ölmüş, kendini kurtaranların çoğu da derin yaralarla Mekke’ye dönmüştü. Bedir’den kaçma fırsatı bulamayanlar ise esaret gibi bir kıskacın içine düşmüş ve onurlarıyla gururları da rencide olmuştu! Bu sürecin içinden geçen ve hatta Bedir’i yaşamadığı hâlde acı haberi alan çoluk-çocuk, kadın-erkek, yaşlı-genç her Mekkeli, intikam almadıkları sürece dünya nimetlerinden istifade etmeyeceklerine dair yeminler ediyor ve elbirliği yaparak gelecek savaşın hazırlıklarına başlıyordu! Dahası, Habîb-i Kibriyâ Hazretleri’nin o gün attığı adımlar bunlardan da ibaret değildi; esirlerin el ve ayaklarındaki bağları fark edince ashâbından birisini yanına çağırmış, “Git ve esirlerin hepsinin bağlarını çöz!” buyurarak o gün Bedir esirlerine, daha sıcağı sıcağına hür muamelesi yapmıştı! 

Günün erken saatlerinde yanından ayrılıp da İslâm saflarına katılan oğlu Abdullah’a kin kusan ve şiirleriyle Mekke ordusunu savaşa teşvik edip coşturan Kureyş’in kudretli hatibi Süheyl İbn-i Amr da esirler arasındaydı. Onu esirler arasında gören Hazreti Ömer’e gün doğmuş gibiydi; ileri atıldı ve “Onu bana bırak yâ Resûlallah!” dedi. “Bırak da onun dişlerini sökeyim, dilini koparayım ki bir daha hiçbir yerde ve ebediyen Senin aleyhinde konuşamasın!”

Duyanların yüreğini ağzına getiren bir talepti bu! Resûlullah’ın sükûtu bile bu işin olması için yeterdi! Ancak Efendiler Efendisi aynı kanaatte değildi; zira O (sallallahu aleyhi ve sellem), insanları öldürmek değil, yaşatmak için gelmişti; yaşatma idealinin ne olduğunu öğretircesine Hazreti Ömer’e döndü ve “Bırak onu ey Ömer! Bırak ki gün gelir o da senin hoşuna giden işler yapar!” buyurdu. Hiddetle yerinden kalkan Hazreti Ömer’e, yine kılıcını kınına koymak düşmüştü.

İlk defa böyle bir uygulamayla karşılaşan esirlere, Resûlullah’ın bir jest ve cemilesi daha olacaktı. Ancak önce konuyu ashâbına açmak ve onları da bu işin içine çekerek ikna etmek istedi; “Şu esirler konusunda ne düşünüyorsunuz?” diye soruyor, “Onların çoğu dünkü kardeşleriniz olsa da Allah (celle celâluhû), bugün onları sizin vereceğiniz karara muhtaç bıraktı!” diye de ilave edip niyetini izhar ediyordu. Hazreti Ebû Bekir de aynı kanaatteydi. Ancak Hazreti Ömer ve Abdullah İbn-i Revâha gibi sahâbiler farklı düşünüyordu. Muhtemelen 15 yıllık çileli Mekke yılları ile Bedir’e gelirken içinde bulundukları ruh hâli ve savaş esnasında aktif hâle gelen duygularının tesiriyle hareket edip de esirlerin öldürülmesi istikametinde görüş serdedenlerin fikri ağır basıyordu! 

Belli ki Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), bu tavırdan hoşlanmamıştı ve herhangi bir yorum yapmadan Hücre-i Saâdetleri’ne girdi. Dışarıda bekleyen ashâb ise Resûlullah’ın vereceği kararı kendi aralarında konuşuyordu; bir kısmı, Ebû Bekir’in fikrine göre hareket edip onları fidye karşılığında serbest bırakacak; diğer bir kısmı, Ömer’in kanaatine göre hüküm verip hepsini öldürecek; bir diğer grup da Abdullah İbn-i Revâha’nın düşüncesini hayata geçirip onları yakacak diye yorum yapıyordu. Bir müddet sonra Efendimiz yeniden dışarı çıktı ve “Şüphesiz ki Allah (celle celâluhû), bazı insanların kalbini öyle yumuşatmış ki sanki onlar en yumuşaktan daha yumuşak! Bazılarının kalbini de öyle katılaştırmış öyle katılaştırmış ki taştan daha sert!” dedi ve ilave etti:

“Sen, ey Ebâ Bekir! Melekler arasında, rahmetle yere inen Mîkâîl’e, Peygamberler arasında da ‘Onlardan her kim bana tâbi olursa o bendendir; kim de bana isyan edip yüz çevirirse Sen, merhametinle muamele edip affınla onları mağfiret edersin’ diyen İbrâhîm ile ‘Şâyet onlara azap edersen; onlar Senin kulların; şâyet onlara affınla muamele edip günahlarını bağışlarsan, bu da Senin şanındır; çünkü Sen, Azîz ve Hakîm’sin’ diyen İsâ’ya benziyorsun!”

Arkasından Hazreti Ömer’e döndü; “Sen de ey Ömer, diyordu. “Melekler arasında, Allah düşmanlarını cezalandırma konusunda duyarlılık ve titizlikle inen Cibrîl’e, peygamberler arasında da ‘Allah’ım! Yeryüzünde kâfirlerden bir tane bile bırakma!’ diyen Nûh ile, ‘Allah’ım! Onların mallarını akîm, kalplerini de perişan eyle ki, azâb-ı elîmi gözleriyle görünceye kadar iman edemesinler!’ diyen Mûsa’ya benziyorsun!” 

Ardından da ikisine birden seslendi:

“Şâyet siz, bir konuda ittifak etseniz, Ben size muhalefet etmem!”

Daha cümlelerini bitirmemişti ki Abdullah İbn-i Mes’ûd’un sesi duyuldu; “Yâ Resûlallah!” diyordu. “Süheyl İbn-i Beydâ istisna olsun! Çünkü ben, ondan İslâm’la ilgili güzel şeyler duydum; neredeyse Müslüman olmak üzere!”

Gönüllere inşirah veren bir haberdi bu ve Resûl-ü Kibriyâ Hazretleri’nin nur yüzü dolunay gibiydi; baştan ayağa sürûr kesilmişti ve “Süheyl İbn-i Beydâ istisna olsun!” buyurdu. Beri tarafta bu cümleleri duyan Abdullah İbn-i Revâha’nın ayak bağları çözülmüş ve ödü kopmuştu. O gün yaşadıklarını ifade ederken o, ‘Süheyl İbn-i Beydâ istisna olsun!’ sözünü Resûlullah’tan duyduğumda korktuğum kadar, üzerime semadan taş yağacağından endişe ettiğim bir başka gün hatırlamıyorum!” diyecektir. 

Mesele, Allah Resûlü’nün arzu ettiği çizgiye gelmek üzereydi. O dakikaya kadar ana hedefi kavrayamayanlar da bu süreçte meseleyi anlamış, önemli olanın öldürmek değil, insanları insanca yaşatacak zeminleri hazırlamak olduğunu fark etmeye başlamışlardı. Aynı zamanda Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), en olumsuz hâdiselerin içinde bile yoğura yoğura model bir cemaat yetiştiriyordu! Bu arada Cebrâil de (aleyhisselâm) gelmiş O’na, “Yâ Muhammed!” demişti. “Yüce Allah, ashâbının esir almalarını hoş görmedi ve onları, şu iki husustan birisini tercih etmede muhayyer bırakmanı sana emretti; ya ellerindeki esirleri getirirler ve sen de onların boyunlarını vurursun, ya da bugünkü esirlerin sayısınca ileride kendilerinden şehîd olmak üzere onlardan fidye alırlar!”

Bedeli ağır olacak bir teklifti; şüphesiz ki bu, yetmiş esire bedel, yetmiş can demekti! Hazreti Cebrâil’in mesajını alan Habîb-i Kibriyâ Hazretleri, konuyu ashâbına açtı ve onların kanaatlerini almak istedi; “İşte, Cebrâil!” buyurdu. “Geldi ve esirler hakkında, onların boyunlarını vurmanız ya da fidye akçesi alıp serbest bırakmanız ki gelecek yıl aranızdan, onların sayısı kadar kişinin şehîd olması hususunda sizi muhayyer bıraktı! İsterseniz onları öldürün, dilerseniz fidyelerini alıp ondan faydalanın! Şunu da bilin ki şayet fidye alırsanız, bu durumda sizden, onların sayısı kadar kişi şehîd olacaktır!” 

Üstelik hem şehîd olacakların sayısı hem de bu şehâdetin zamanı söyleniyordu! Şehâdeti, arayıp da bulamadıkları bir fırsat olarak gören ve aynı zamanda gelişmeleri başından beri adım adım takip eden ashâb, Allah’ın marziyyatının hangi istikamette olduğunu görmüş ve onu hayata geçirmede olağanüstü bir duyarlılık kesbetmiş olarak, “Yâ Resûlallah!” dediler. “Neticede onlar, bizim akrabalarımız ve kardeşlerimizdir! Hayır, biz onlardan fidye alalım ve bununla düşmanımıza karşı güçlenelim! Ne yapalım, bizden de esirler sayısınca şehîd olacaksa olsun! Zira bu, hiç de hoşlanmayacağımız bir şey değlidir!”

Müthiş bir tercihte bulunuyorlardı; bunun anlamı, “Biz ölelim, ancak onlar kurtulsunlar!” demekti. Sahâbe olma farkıydı bu aynı zamanda ve yine insanlık tarihinin ilk defa şâhidi olduğu bir hâdise yaşanıyordu! Şüphesiz ki bu tercihte, o güne kadar gelen âyetlerin, insanları affetmeyi tavsiye etmesi, hikmet ve mev’ize-i hasene ile onları davetin üzerinde durmasının da tesiri büyüktü. Hissiyatla hareket edip öfkeyle mukabelede bulunmalar geride kalıyor, Kur’ân’la bütünleşmiş bir ruh olarak herkesi affetmek, inanan her mü’minin karakteri hâline geliyordu. Tabii ki bunu zirvede temsil eden Efendiler Efendisi idi ve o gün O da fidye karşılığında esirlerin serbest bırakılmaları istikametinde hüküm verdi. 

Esirlerden ilk serbest bırakılan, Ebû Vedâa idi; Mekkelilerin bütün ikazlarına rağmen oğlu Muttalib, herkesten önce ve gizlice Medîne’ye gelmiş ve dört bin ûkıyye ödeyerek babasını Mekke’ye götürmüştü. Bir anlamda bu, esaret bedeli olarak ödenecek miktarı belirleyen rakam anlamına geliyordu. Ancak yine de esnek bir uygulama ortaya konuluyor ve bu miktarı bulamayanlara da müsamaha ile bakılarak bu rakam, daha aşağılara kadar da çekilebiliyordu. 

Bir de hiçbir şeyleri olmayan fakir insanlar vardı; gönül, bunların da hürriyetlerini kazanmalarını istiyordu ve çok geçmeden nebevî şefkat buna da bir çare buldu; tesbit edilen fidye bedelini ödeyecek gücü olmayanlar, Müslümanlardan on gence okuma yazma öğretecek ve buna karşılık hürriyetlerini elde edeceklerdi!

Ebû Izze olarak da bilinen Amr İbn-i Abdillah gibi elinden tutulması gereken bir kesim daha vardı; bunların ne maddi imkanı ne de okuma yazma öğretebilecek durumları vardı; Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), onu da zorda bırakmadı ve bundan sonra Müslümanlığın aleyhinde konuşmamak ve aleyhte olanlara da yardım etmemek şartıyla onu da serbest bıraktı. Sâib İbn-i Ubeyd, Ubeyd İbn-i Amr, Sayfiyy İbn-i Ebî Rifâa, Muttalib İbn-i Hantab İbn-i Hâris ve Rebîa İbn-i Derrâc İbn-i Anbesde, aynı durumda olup da serbest bırakılanlardandı. İnsanlık tarihinin belki de ilk defa karşılaştığı bir durumdu bu; hayat boyu alınlarından söküp atamayacakları, hatta sonraki nesillerinin de kaderi hâline geleceğini kabullenmeye başladıkları kölelik müddetleri birkaç gün içinde sona ermiş, en iyimser ihtimalle ömür boyu karın tokluğuna birilerine hizmet etme veya pazarlarda satılma yerine, her şeye yeniden başlayabilecekleri memleketlerine dönüyorlardı! O gün Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), umre maksadıyla Kâbe’ye geldiği sırada esir aldığı Sa’d İbn-i Nu’mân’ı elinde tutup da oğlunu serbest bırakma karşılığında şantaj yapan Ebû Süfyân’ın oğlu Amr’ı da serbest bırakacaktı.

Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), esirlerini geri götürmek için gelenlerin arasında gördüğü Cübeyr İbn-i Mut’ım’e de iltifatta bulunmuş, dikkatini çekip İslâm’ın şefkatli sinesine davet sadedinde, “Şayet ihtiyar baban bugün sağ olsaydı ve bizden, Bedir esirlerinin hepsini serbest bırakmamızı talep etseydi, onun hatırına onların hepsini serbest bırakırdık!” demişti. Çünkü Mut’ım İbn-i Adiyy, insanî yönüyle öne çıkan ender Mekkelilerden birisiydi; Tâif dönüşü Resûlullah’a o eman vermiş ve üç yıl süren sürgün ve mihnet yıllarını bitiren adımı atan birkaç insaflı arasında o da yer almıştı. Aynı zamanda bu, bir nevi taziye manasına geliyordu; zira Mut’ım İbn-i Adiyy, Bedir’den yaklaşık yedi ay önce vefat etmişti! Hudeybiye sonrasında Müslüman olacak olan Hazreti Cübeyr, o gün Resûlullah’ın kıldığı namazı görüp okuduğu Kur’ân’ı duyunca dünyasının değişmeye başladığını, kalbindeki ilk yumuşama ve temayülün o zaman meydana geldiğini anlatacaktır.

Nebevî jestler bunlarla da sınırlı kalmamış, ardı ardına devam ediyordu; on beş yıldır her fırsatta diliyle ısırıp duran ve Bedir’e gelen ordunun finansörlüğünü yapanlardan Süheyl İbn-i Amr’ı da serbest bırakmıştı; onun yerine Mikrez İbn-i Hafs Medîne’de kalmış ve Mekke’ye döndükten sonra bedelini gönderen Süheyl’in fidye bedeli ulaştıktan sonra o da Mekke’ye dönmüştü. Nadr İbn-i Hâris gibi Efendimiz’in uğradığı herkes ve her yere giden, ekibiyle birlikte Resûlullah’ın oluşturduğu müspet havayı yok etmeyi sektör hâline getirmiş birisinin kızı Kuteyle Bint-i Hâris, Bedir’de hükmen öldürülen babasının ardından Efendimiz’e mektup yazıp da duygularını şiirin diliyle ifade edince Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) çok üzülmüş, Mekkelileri kışkırtıp sürekli problem üreten ve kendini, İslâm’a ait güzellikleri yıkmaya adamış bu adam için bile sakal-ı şerifi ıslanıncaya kadar ağlamıştı. Ağlarken de yanında bulunan Hazreti Ebû Bekir’e dönmüş, “Yâ Ebâ Bekr!” demişti. “Şayet onun şiiri bana daha önce ulaşmış olsaydı, onu öldürtmezdim!”

İşte bütün bu ve benzeri ihsan ve cemilelere şahit olan, her şeye rağmen hiç görülmemiş bu duruşu müşahede eden esirlerin gönlü yumuşamış, kin ve nefretleri en azından tadil edilmiş ve bazıları itibariyle tamamen yok olup yerini muhabbete bırakmıştı. Zira esirler arasından Süheyl İbn-i Beydâ, Nevfel İbn-i Hâris, Velîd İbn-i Velîd, Sâib İbn-i Ubeyd, Muttalib İbn-i Hantâb, Haccâc İbn-i Kays, Abdurrahmân İbn-i Menşûe, Müsâfi’ İbn-i Iyâd, Ebû Râfi’, Âiz İbn-i Sâib ve Bicâd İbn-i Sâib, daha oracıkta geldi ve Müslüman oldular. 

O gün Mekke’ye dönenlerden Umeyr İbn-i Vehb ile onun oğlu Vehb İbn-i Umeyr ve Ebû Süfyân’ın, Efendimiz’i öldürmek maksadıyla Medîne’ye gönderdiği genç de Müslüman oldu. Kaynaklar, İslâm’ın aydın yüzüyle tanışıp Şefkat Peygamberi’ni perdesiz görme imkanı bulan Umeyr İbn-i Vehb’in, Mekke’ye döndüğünde çok kişinin Müslüman olmasına vesile olduğunu anlatmaktadır. Bu arada Bedir’e kadar gelip de o gün saf değiştiren Abdullah İbn-i Süheyl İbn-i Amr ve Umeyr İbn-i Avf gibi isimler de gelmiş ve İslâm saflarındaki yerlerini almışlardı. 

Yine o gün esirler arasında olan Süheyl İbn-i Amr, Akîl İbn-i Ebî Tâlib, Ebu’l-Âs, Hâlid İbn-i Hişâm, Hâlid İbn-i Esîd, Adiyy İbn-i Hıyâr, Ebu’l-Vedâa İbn-i Subîre, Abdullah İbn-i Übeyy İbn-i Halef, Sâib İbn-i Ebî Hubeyş, Nistâs Abd İbn-i Zem’a, Kays İbn-i Sâib, ve Ebû Azîz İbn-i Umeyr ise geçen süre içinde bu farkı fark edecek ve bir ömürlük bâtıl davalarını bir kenara bırakarak saf değiştirecek ve Müslüman olacaklardır. 

Sonuç olarak baktığımızda Resûlullah’ın hiç istemediği, durdurmak için elinden gelen her şeyi yaptığı, ancak bir türlü sözünü dinletip de önüne geçemediği Bedir sonrasında, yine insanlık tarihinin ilk defa şahit olduğu bir süreç yaşanmıştır. Zira şartlar itibariyle olumsuzluğun en koyu tonunun yaşandığı böyle bir dönemde, yaklaşık on gün içinde gönlüne girilip de kazanılan insan sayısı, en az “on altı”dır ve bu rakam, 70 esirin “yüzde yirmi üçü” demektir ve neredeyse on beş yıllık Mekke döneminin birkaç yılında Müslüman olan insan kadar bir rakama tekabül etmektedir! Bunların on biri esir, ikisi daha savaş başlamadan önce saf değiştirip gelen ve ikisi de Resûlullah’ı öldürüp Bedir’in intikamını almak için kiralık katil olarak Medîne’ye gönderilenlerdendi. Üstelik, Mekke’ye döndükten sonra Umeyr İbn-i Vehb’in, Müslümanlığına vesile olduğu ifade edilen insanlarla, Bedir’den yaklaşık iki ay önce yaşanan Nahle seriyyesinde esir alınıp da Müslüman olan Hakem İbn-i Keysân, bu rakamın içinde yer almamaktadır. Bunları da hesaba kattığımızda yaklaşık iki veya üç ay içinde gelip de huzurda huzura erenlerin sayısı, en az “yirmi” kişi demektir. 

Görüldüğü gibi Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), mahz-ı şer görünümlü bir süreçte bile hayır istikametinde yeni menfezler üretmiş ve hissiyatlarının olumsuzluk yönünde en aktif olduğu dönemde bile muhataplarının gönlüne girilebileceğini herkese fiilen göstermiştir. Demek ki ortada dağlar cesametinde yükselen kin ve nefretleri eritecek, kalplerde oluşan derin yaraları tedavi edecek ve bütün yaraları saracak kadar azîm bir şefkat vardır! O güne kadar göremedikleri bu engin rahmeti görüyor, fark edemedikleri bu azim şefkati fark ediyor ve her şeye rağmen saf değiştirip, yolların çetrefilleştiği böyle bir zeminde bile en müstakim yolu tercih ediyorlardı! Bu tablonun, o gün bu tercihi yapamayanlara vereceği mesajın derinliği de açıktır; herkesin gözü önünde cereyan eden bu uygulamalarla, hiç beklemedikleri muameleleri gören Mekkeliler, her ne kadar o gün için hissiyatlarına mağlup olsalar da kendileri için açık kapıların olduğunu fark etmeye başlamışlar, yarın geldiklerinde nasıl bir muamele ile karşılaşacaklarına şahit olmuşlardı. Nitekim Mekke fethine kadar geçen süreçte, az da olsa peyder pey gelenler olmuş ve bu açık kapıyı değerlendirmişlerdir. 

Şüphesiz Resûl-ü Kibriyâ Hazretleri’nin bu duruşu, daha sonraları da aynen devam etti; esaretlerine karşılık bedel bile talep etmeden onları hürriyete kavuşturuyor, genel teamüllerin aksine hep kendisine yakışanı yapıyordu.

Yazar: Dr. Reşit Haylamaz

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.