Diğer Gelişmeler

170

Bir tarafta bunlar olurken diğer yandan da beşer yolculuğu devam ediyor; doğumları ölümler, ölümleri de doğumlar takip ederek dünyanın yüzü sürekli değişiyordu.

Habeşistan’dan bir haber vardı; yıllarca mü’minlere imkân tanıyıp da onları kabul eden Necâşî dünyaya gözlerini kapamıştı. Vefa insanı Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem) bu haberi önce ashâbıyla paylaştı. Ardından da onları, gıyâbî mü’min Necâşî için namaz kılmaya çağırdı:

– Bugün sizin salih bir kardeşiniz vefat etti; kalkıp onun cenaze namazını kılın, diyecek ve Medine’de durup Habeşistan’daki Necâşî’nin cenaze namazını kılacaklardı! Bu salih kardeş, Mekke’nin şiddetinden bunalan muhâcirleri sinesine basan Habeşistan kralı Ashama’dan başkası değildi ve Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), aradaki bunca mesafeye rağmen farklı bir vefa örneği sergileyecek, gıyabında ona dua edecekti!

Rebîülevvel ayının bir salı günüydü; Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), hasta olan süt yavrusunu ziyarete gitmişti. Tam da onu kucağına aldığında Hz. İbrâhim son nefesini veriyordu! Kalp mahzun olmuş, göz de yaş döküyordu! Resûlullah’ın gözlerinden süzülen yaşlara muttali olan biri:

– Yâ Resûlallah, diye seslenecekti. “Sen de mi ağlıyorsun; hâlbuki Sen, ölünün arkasından ağlamayı yasaklamamış mıydın?”

Döndü ve şunları söyledi:

– Şüphesiz ki göz, yaş döker ve kalp de mahzûn olur; biz, Yüce Rabbimizin razı olacağından başka bir şey söylemeyiz! Benim yasakladığım şey ise, üst baş yırtarak ve cahiliyede olduğu gibi feryad ü figân ederek ölünün arkasından ortalığı velveleye vermektir!

Yıkanıp kefenlenen yavruyu, namazı da kılındıktan sonra alacak ve Bakî Kabristanı’na götürüp Osman İbn Maz’ûn’un yanına gömeceklerdi! İlk defa ashâbından su istiyor ve onu, oğlu İbrâhim’in mezarı üzerine serpiyordu!

Aynı gün Medine’de güneş tutulması olmuştu:

– İbrâhim’in vefatından dolayı güneş tutuldu, diyenler çıkmıştı. Kulağına ulaşır ulaşmaz hemen minbere çıktı ve:

– Ey insanlar, diye seslendi. Şüphe yok ki güneş ve ay, Allah’ın âyetlerinden iki âyettir; bunlar, ne birisinin doğumu ne de ölümünden dolayı tutulurlar! “Güneş ve ay tutulmasına şahit olduğunuz zaman hemen mescidlere koşun ve bu hâl geçip de açılıncaya kadar Allah’a dua edip namaz kılın!”

Son dönemlerde Allah Resûlü’nün yanına Cibril-i Emîn’in gelişi artmıştı; bu yılın Ramazan ayında Kur’ân’ı iki kez mukabele edecek ve böylelikle, hangi âyetin hangi surenin neresine yerleştirileceğiyle, sıralamada hangi surenin nerede yer alacağı da kesinlik kazanmış olacaktı!

Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) yine bu sıralarda kendini yalnızlığa vermiş ve bir ay süresince hanımlarından da irâdî olarak ayrı kalmıştı. Hatta onlara bu şartlarda, kendisiyle beraber devam edip etmeme tercihinde bulunabileceklerini söylüyordu. Zira onlardan bazıları, içinde bulundukları şartları nazara alarak dünyalık talebinde bulunmuşlardı; âdeta bu hâlleriyle Resûlullah’ın tavrını netleştirmek istiyorlardı! Ufkunu, insanların elinden tutma dışında başka bir şeyin doldurmadığı Resûlullah’ı üzen bir talepti bu ve onlara, dünya ve dünyevî olanla ukbâ ve uhrevî olanlardan birini tercih edebileceklerini söylüyordu.

Belli ki, her hâliyle insanları bir çizgiye getirmek istiyordu; yeri geldiğinde gürül gürül konuşarak, zaman zaman da sessizlik murakabesine dalarak insanlara bir şeyler demek istiyor ve böylelikle herkesin, kendi iradesiyle gelip teslim olmasını bekliyordu.

Yine bu dönemlerde Cibril-i Emîn, bir insan suretinde gelerek dizini dizine vermiş, O’na İslâm, iman ve ihsanın ne olduğunu ve kıyametin de ne zaman kopacağını soruyordu. Bu vesileyle Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), İslâm’ı, imanı ve ihsanı anlattı teker teker; kıyametin ne zaman kopacağını kimsenin bilemeyeceğini ifade ediyor ve emarelerini haber veriyordu! Aldığı her cevabın arkasından:

– Doğru söyledin, diyen bu yabancının tavırları, ashâb arasında da şaşkınlık meydana getirmişti; hem soruyor, hem de aldığı cevaplar karşısında söyleyeni tasdik ediyordu!

Maksat hâsıl olup da yanından ayrılıp giderken arkasından ashâbına dönecek ve:

– Bunun kim olduğunu biliyor musunuz, diye soracaktı. Belli ki bilmedikleri bir durum vardı ortada ve sözü yine kendisine havale etmişlerdi. Bunun üzerine O:

– O, Cibril’di; size dininizi öğretmek için geldi, buyuracaktı.

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.