Bedir’den ayrılış ve ganimetler

241

Derken Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), ganimet olarak elde edilen yüz elli deve, on at ve diğer ticaret eşyalarını derleyip toparlama işini Habbâb İbn Erett’e vererek Bedir’den ayrıldı. Ebû Cehil’in geride bıraktığı deveye1 de kendisi binmiş; Medine’ye doğru hareket etmişti. Esirler konusunda ise, azatlısı Şükrân’ı görevlendirmişti. Onları da birlikte Medine’ye getiriyorlardı.

Esirler ve elde edilen ganimetler konusunda henüz net bir hüküm yoktu. Onun için Efendimiz, önce:

– Savaş sırasında sizlerden her kim, müşriklerden kimi öldürmüşse, onun kıymetli eşyaları ona aittir; kim de kimi esir almışsa, o da onun esiridir, buyurmuştu. Ancak, savaş bir noktaya gelip de kaçan müşriklerin peşinden gidenler, ganimet toplama konusunda pek bir şey elde edememişlerdi. Bunun için aralarında konuşuyor ve bir türlü ittifak edemiyorlardı. Savaş meydanında kalıp da ganimet toplayanlar, bu hakkın kendilerine ait olduğunu söylerken, kaçan müşrikleri takip edip de nihai zaferin ilanını temin edenler ise, toplanan bu mallarda kendi haklarının da olduğunu iddia ediyorlar ve tabii olarak bu haklarının kendilerine verilmesini talep ediyorlardı.

İşin içinden çıkılamayınca durum Allah Resûlü’ne arz edildi. Zaten bu sırada Cibril-i Emîn konunun çözümünü getirmiş ve ganimetlerin dağılımında dikkat edilecek hususları Efendimiz’e bildirerek bu konudaki belirsizliği ortadan kaldırmıştı. Buna göre Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), âyetle tespit edilen beşte bir payı ayırdıktan sonra geride kalanları ashâb-ı kirâm arasında eşit şekilde paylaştıracaktı.

Bedir savaşına gelemeyen bazı sahabîlere de ganimetten pay verilmesi dikkat çekiyordu. Bunlar, ayrılırken Medine’ye vali olarak tayin ettiği Ebû Lübâbe İbn Abdülmünzir, Ebû Süfyân’ın kervanını takip için Şam taraflarına gönderdiği Talha İbn Ubeydullah ve Saîd İbn Zeyd, Rukiyye Validemizin hastalığı sebebiyle gelemeyen Hz. Osman, Kuba’da vekil bıraktığı Âsım İbn Adiyy, Hâris İbn Hâtıb, Havvât İbn Cübeyr ve Hâris İbn Sımme gibi isimlerdi.

Bu arada, Bedir’de şehit olan on dört kişi için de pay ayrılmıştı Bunlar da onların yakınlarına verilmek üzere bir kenarda tutuluyordu.

Ganimetler taksim edilirken, daha fazla gayret gösterip de kendilerini riske atanlara farklı muamele beklentisi olanlar da vardı. Zira ganimet, hükmü âyetle sabit bir helaldi ve bununla ilgili akla gelebilecek her meseleyi o gün gündeme getirip doğrusunu bizzat Resûlullah’tan öğrenme imkânı vardı. Onun için Sa’d İbn Muâz sordu:

– Yâ Resûlallah! Savaşta süvari olarak önemli vazifeler yapanlara da zayıf ve güçsüzlere verdiğin kadar mı vereceksin?

Resûlullah önce, Sa’d İbn Muâz’a döndü ve ardından da, tatlı bir ses tonuyla:

– Hay annesi evlatsız kalasıca, dedi. Sizler, zayıf ve güçsüzleriniz vesilesiyle nusrete mazhar olmuyor musunuz?

Safrâ denilen yere geldiklerinde, Efendimiz’in işaretiyle mübarezeye çıkan ve ayağına aldığı kılıç darbesiyle yaralanan atmış üç yaşındaki Ubeyde İbn Hâris’in takati kalmamıştı. Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem) şefkat dolu bakışlarıyla onu teselli ediyordu ama belli ki Ubeyde (radıyallahu anh) çok acı çekiyordu. Gerçi o, şehit olarak gideceği için çok huzurluydu; zira mübarezenin hemen sonrasında bu müjdeyi bizzat Allah Resûlü’nden almıştı. Şimdi ise, bu müjdenin tahakkuk vaktiydi ve başı Efendimiz’in dizinde olduğu hâlde orada vefat edecekti.

Revhâ denilen yere geldiklerinde, kendilerini karşılamak için Medine’den çıkıp gelen kalabalıkla karşılaştılar. O gün Revhâ, âdeta bayram yerini andırıyordu. Mekke ordusuna karşı kazanılan zaferi kutluyor ve çoluk çocuk bu mutluluğu birbirleriyle paylaşıyordu.

Onların bu kadar içtenlikle kendilerini yücelttiklerini gören Seleme İbn Selâme şunları söyleyecekti:

– Neden bunu bu kadar büyültüp bizi böyle kutluyorsunuz ki? Allah’a yemin olsun ki biz, sanki saçları dökülüp beli bükülmüş ihtiyarlar veya ayakları bağlanmış kurbanlık develerle karşılaştık! Bize sadece boyunlarına vurmak kalmıştı; biz de onu yaptık!2

Aynı zamanda bu, kendilerini öne çıkarıp da inâyet-i ilâhîyeyi görmezden gelmemek için gösterilmiş önemli bir hassasiyetti ve bunu duyan Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem), önce tebessüm edecek ve ardından da şunları söyleyecekti:

– Ey kardeşimin oğlu! Aslında onlar, seçkin kimselerdi; onları uzaktan gördüğünde heybetten irkilir, sana bir şey emrettiklerinde de onu hemen yerine getirirdin! Onların ortaya koydukları gayretlerle kendine ait fiillerini kıyasladığında kendi yaptıklarını azımsar ve onları gözünde büyütürdün! Ancak onlar, Nebîlerine karşı olmadık kötülük içine girdiler!

Bunlar, aynı zamanda Kureyş’in başına gelenlerin gerçek sebebini de ortaya koyan net ifadelerdi.

Efendimiz, esirlerden bir gün önce bir çarşamba günü Medi­ne’ye gelmişti. Vedâ tepesinde toplanan insanlar, dolunay misali üzerlerine doğuveren Allah Resûlü’ne neşideler okuyor ve O’nu sinelerine basıyorlardı.

O’nun, muzaffer ve mansûr bir şekilde Bedir’den döndüğünü gören birçok insan, gelip Müslüman olduğunu ilan ediyordu. Çünkü küfür adına tutunabilecekleri bir dal kalmamış ve içinde nifak taşıyanların umutları da tükenmişti. Abdullah İbn Übeyy İbn Selûl de bunlar arasındaydı.

O’nun gelişini gören Yahudiler ise:

– İşte, Tevrat’ta vasıflarını gördüğümüz peygamber bu peygamber, diyor ve teslimiyetlerini ifade ediyorlardı.


Yazar: Dr. Reşit Haylamaz

Dipnot:

  1. Daha sonraki gazvelerinde bu devenin üzerinde savaşacak ve nihâyet Hudeybiye günü bu deve, kurban edilenler arasında yer alacaktır. Bkz. Ahmed İbn Hanbel, Müsned, 1/261, 314; İbn Sa’d, Tabakât, 2/95, 103; Taberânî, Mu’cemu’l-Kebîr, 11/92
  2. Bkz. İbn Hişâm, Sîre, 3/193; Taberî, Tarih, 2/38
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.