Batılın Zail Oluşu ve Kâbe

380

Artık ortalık durulmuştu; Mekkelilerde derin bir sessizlik hâkimdi. Allah Resûlü, çadırında gusül abdesti aldı ve Allah’ın lutfettiği bu neticeye bir şükür ifadesi olarak önce sekiz rekât namaz kıldı ve ardından da devesini getirmelerini emretti. Kasvâ, çadırın kapısına kadar getirilmişti ama Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), zırhıyla miğferini de giymek için yeniden çadırına dönecekti! Şimdi silahını da kuşanmış, tam tekmil Kâbe’ye yürüyordu!

Bu sırada ashâb, Handeme ile Hacûn arasında gidip geliyor ve Allah Resûlü için güvenli bir yol oluşturmaya çalışıyordu. Kâbe, bayrama hazırlanıyordu!

Yolda giderken çocuklar iki tarafa dizilmiş Allah Resûlü’ne sevinç gösterisinde bulunuyorlardı; bilhassa kız çocuklar, başlarındaki bağları çözmüşler ve ellerine aldıkları örtüleriyle yanlarından geçen atların yüzlerine doğru sallıyorlardı.

Artık Allah Resûlü’nün hedefinde Kâbe vardı; Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), ehlullah tarafından ikizi olarak telakki edilen mekana doğru ilerliyordu! Bu sırada yolları, Hz. Hâlid ile birleşmişti; ona:

– Ben, savaşmaktan nehyettiğim hâlde sen niye kılıç kullandın, diye çıkıştı.

– Çatışmayı önce onlar çıkardılar, diye başladı sözlerine Hz. Hâlid. Bize ok yağdırıp kılıç çektiler! Hâlbuki ben, mümkün olduğunca çatışmadan uzak durmaya çalışıyordum; onları, insanların girdiği dine İslâm’a davet ettim ama onlar, bunu reddettiler. Bu durumda onlarla çarpışmaktan başka çare bulamadım; zaten bu çarpışmada Yüce Allah da bizi muzaffer kıldı ve onlar dört bir yana kaçışıverdiler, yâ Resûlallah!

Bu sefer de Allah Resûlü ona:

– Öyleyse onları takipten vazgeç, buyurdu. Sonra da ashâbına:

– Silahlarınızı bırakın, diye seslendi. Bu genel tamimden sadece, kendilerine saldırıp da yirmi üç Huzâalıyı öldüren Benî Bekr’lere karşı Huzâalıların istisna olduğunu bildiriyor ve onların da ikindi vaktine kadar zamanlarının olduğunu ilan ediyordu.

Derken Medine’deki minber Mekke’deki mihrapla buluşmuş ve Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) de Kâbe’ye gelmişti. Resûlullah, onu görür görmez, önce elindeki bastonuyla uzaktan selamladı ve ardından da tekbir getirmeye başladı. Efendiler Efendisi’nin tekbirini duyan herkes, avazı çıktığı kadar tekbir getiriyordu; O kadar ki, Mekke’de yer yerinden oynuyordu. Bu sırada dağ başlarına çıkıp da kaçan müşrikler, Kâbe’deki bu tekbir sesleriyle irkilecek ve duyup gördükleri bu manzara karşısında oldukça etkileneceklerdi. Her geçen dakika, merakları daha da artıyordu ve gelişmeleri daha yakından takip etmeyi can ü gönülden istiyorlardı! Sonun da Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), mübarek parmağını dudaklarına götürerek:

– Susunuz, diyecekti. Zira şimdi tavaf başlıyacaktı. Kasvâ’nın yularını Muhammed İbn Mesleme tutmuş, Resûlullah devesinin üzerinde tavafa başlıyordu! Önce Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), Hacer-i Esved’in yanına geldi ve yine onu uzaktan istilâm ettikten sonra da tavafa başladı.

O gün, Kâbe’nin etrafında, her biri kurşunla kaplanmış üç yüz atmış tane put vardı. Müşrikler, kurbanlarını gelip bunların yanında keser, ihtiyaçları olduğunda bu putların önünde diz çökerek taleplerini dile getirirlerdi. Kâbe artık İslâm’la bütünleştiğine göre onun, en büyükleri sırasıyla Hübel, İsâf ve Nâile diye adlandırılan bu putlardan da temizlenmesi gerekiyordu. Nitekim Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), her birinin yanından elinde tuttuğu yayıyla geçerken işaret ediyor, işaret ettiği put da yüz üstü yere düşüyordu. Bunu yaparken de:

– Artık hak geldi ve bâtıl da zâil oldu; zaten bâtıl zâil olmaya mahkûmdur,1 meâlindeki âyeti okuyordu.

Her şavtta Hacer-i Esved’i selamlıyordu ve nihâyet Kâbe’yi yedi kez tavaf etmişti. Devesinden inecekti; orada Kasvâ’yı yaklaştırıp da üstüne basarak inebileceği bir yer bulamamıştı ve elleriyle ashâbı O’nun inmesine yardım ediyorlardı. Bineğinden iner inmez Makam-ı İbrâhîm’e doğru yöneldi; zırhıyla miğferi hâlâ üzerindeydi; mübarek başlarına sardığı sarık da omuzlarından aşağıya doğru sarkmış vaziyetteydi. Burada iki rekât namaz kıldı ve sonra da Zemzem’in olduğu yere doğru hareket etti.

– Şâyet Abdulmuttaliboğulları Bana baskın gelecek olmasalardı, ondan bir kova su çekerdim, diyordu. Bunun üzerine Hz. Abbâs,2 hemen bir kova Zemzem çıkarıp Allah Resûlü’ne ikram etti; ondan içiyor ve abdest alıyordu. Bu sırada ashâb, Efendimiz’in etrafında halkalanmış, abdest suyundan bir parça alabilmek için birbirleriyle yarışıyorlar; onu yüzlerine gözlerine sürerek teberrükte bulunuyorlardı.

Daha sonra da Resûlullah Hubel’in parçalanmasını emretti; Mekkelilerin ‘ilah’ diyerek önünde el pençe divan durdukları Hübel artık, tuz buz olmuş bir taş yığınından ibaretti. Şimdi de yanına Hz. Ali’yi çağırıyordu; bir çırpıda gelip huzurda emrini bekleyen Hz. Ali’ye:

– Yere çömel, diye seslendi. Resûlullah’ın emri hemen yerine getirilmeliydi ve Hz. Ali de, Allah Resûlü’nün tarif ettiği şekilde yere çömeldi. Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Hz. Ali’nin omzuna çıkıyordu! Sonra ona:

– Haydi, ayağa kalk, buyurdu. Daha Hz. Ali ayağa kalkmaya başlamıştı ki, nebevî şefkat buna müsaade etmedi ve bu sefer de ona:

– Otur, diye emretti. Hz. Ali yeniden yere çömelip oturmuştu. Bu sefer Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), bizzat kendileri yere çömeldi ve Hz. Ali’ye:

– Ali! Şimdi sen Benim omzuma çık, dedi. Bu da bir emirdi ve Hz. Ali artık, Allah Resûlü’nün omuzlarındaydı; onu yukarıya, Kâbe’nin üstüne doğru kaldırıyordu! Sanki Hz. Ali kendisini, eliyle semalara ve hatta ötesine ulaşacakmış gibi hissediyordu!

Nihâyet Hz. Ali’yi Kâbe’nin üstüne çıkarmış ve bir kenara çekilerek:

– Onların oraya koydukları büyük putu aşağıya at, diyerek orada bulunan putları temizlemesini emretmişti. Ancak Efendi­miz’in gösterdiği bakır put, demirlerle Kâbe’nin üstüne çakılıp iyice tutturulmuştu; bir türlü hareket etmiyordu. Bu sefer Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), Hz. Ali’ye nasıl yapacağını hareketleriyle de tarif ederek:

– Onu böyle söküp at, buyurdu. Bu noktadan sonra putu söküp atmak, Hz. Ali için çok daha kolaydı!

Şimdi Kâbe, aslî hâline dönme yoluna girmişti ve burada ibadetin nasıl yapılması gerektiğini fiilen gösteren Allah Resûlü, artık bir kenara çekilmiş oturuyor, her ihtimale karşı Hz. Ebû Bekir de O’nun başında kılıcıyla nöbet tutuyordu.

Bütün bunları pür dikkat seyreden Mekkeliler, büyük bir şaşkınlık içindeydi. Bir taraftan:

– Bu zamana kadar bizler, böylesine el üstünde tutulan bir melik ne gördük, ne de duyduk, diyorlar, diğer yandan da, bunu yapanları akılsızlıkla suçluyorlardı.

Bir aralık Efendimiz’in gözü, yakınında duran Ebû Süfyân’a takıldı ve ona şöyle seslendi:

– Sen Hind’e, “Sen bu işin, gerçekten Allah tarafından olduğunu düşünüyor musun?” diye sordun; o da, “Evet, gerçekten de bunlar Allah tarafından, diye cevapladı.” Öyle değil mi?

Gerçekten de öyle olmuştu; Hind de, üst üste yaşadığı bu şokların neticesinde aklını başına toplayıp yumuşamış ve kocası Ebû Süfyân gibi teslim olmaya karar vermişti. Hatta bir aralık, evlerinde bulunan ve gelip de üzerine mendiller bağladıkları putun yamacına geçmiş ve elindeki keserle ona vurarak bugüne kadar kendilerini nasıl olup da aldattıklarını sormaya başladı. Bütün bunları, fırsat buldukça kendi aralarında konuşup duruyorlardı ama bunu, bir Hind bir de Ebû Süfyân biliyordu! Sanki Efendiler Efendisi, Ebû Süfyân’ın kemal noktasında bir imana ulaşması için onu yakın takibe almıştı ve nefes alıp verişlerinden bile haberdar olduğunu gösteriyordu. Ebû Süfyân:

– Ben şehâdet ederim ki Sen, Allah’ın kulu ve Resûlü’sün, diye seslendi önce. Ardından da, “Adına yemin edilene and olsun ki, benim bu sözümü, bir Allah ve bir de Hind duymuştu.” dedi.

Süheyl İbn-i Amr’dan Gelen Haber

Bir aralık Efendimiz’in yanına, Süheyl İbn Amr’ın, kendisine rağmen Müslüman olduğu için yıllarca işkence ettiği ve Bedir’i fırsat bilerek Allah Resûlü’nün yanına sığınan büyük oğlu Abdullah yaklaştı:

– Yâ Resûlallah, diyordu. “Bugün babam Süheyl İbn Amr da gelse, onu da affeder misin?”
Süheyl İbn Amr, Allah Resûlü’nün yıllardır gelişini gözlediği bir adamdı. Daha Mekke’ye girmeden birkaç gün önce, İslâm’a girmek için hazırlandıklarını haber verdiği dört kişiden biri de oydu. Hâlbuki o sıralarda Süheyl, İkrime İbn Ebî Cehil ve Safvân İbn Ümeyye ile birlikte Allah Resûlü’ne nasıl karşı koyacaklarının planlarını yapmakla meşguldüler. Nihâyet karşılarına Hz. Hâlid gibi birisi çıkıp da mukavemet gösteremeyeceklerini anlayınca dağılmış ve her biri bir kenara kaçmaya başlamış, İkrime İbn Ebî Cehil ve Safvân İbn Ümeyye Mekke dışına kaçarken Süheyl İbn Amr, Mekke’de bir yere gizlenmeyi tercih etmişti.

Ancak onun gibi hep önde olan bir adam, böylesine önemli bir günde kaçıp da gizli kapaklı kalmamalıydı ve işte Süheyl İbn Amr da, bu mertliği seçerek oğlu Abdullah’a haber gönderip:

– Benim için Muhammed’den emân talebinde bulun; zira bugün ben, öldürülmeyeceğimden emin değilim, diyerek Resûlul­lah’ın kendisi hakkındaki kanaatini öğrenmek istemişti. Hz. Abdullah’ın getirdiği haber karşısında tebessüm eden Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), etrafındakilerin duyacağı bir ses tonuyla:

– Süheyl İbn Amr da, Allah’ın emânıyla emniyettedir, buyurdu. Konuştuklarının burada kalmayacağını biliyordu ve yıllardan beri geleceği günü beklediği Süheyl için şu cümleleri de ilave etti:

– Bugün kim Süheyl İbn Amr’la karşılaşırsa sakın kötü nazarla bakıp onu gözleriyle incitmesin; ömr-ü hayatıma yemin olsun ki, Süheyl, akıllı ve şeref sahibi birisidir! Zaten Süheyl gibi birinin İslâm’a cahil kalıp ondan uzak kalması düşünülemez! Anlaşılan o da bugün, şimdiye kadar bulunduğu yerin kendisine bir fayda vermediğini çoktan anlamış bulunuyor!

Bunları duyan Abdullah’ın sevincine diyecek yoktu. Hemen bir çırpıda koşarak babasının yanına geldi ve duyduklarını anlattı bir bir…

Süheyl, aradaki farkı çok net görüyordu! Her şeye rağmen bu nebevî iltifat karşısında erimişti âdeta ve dudaklarından şu cümleler döküldü titreyerek;

– Vallahi de O, küçük ve büyük bütün iyiliklerin sahibi!

Bulunduğu yerde bir müddet ileri geri yürüyüp durdu ve ardından da kararını verip davetin geldiği yere, Kâbe’ye yöneldi. Gelecek ve o engin şefkati daha yakından görüp Resûlullah’ın huzurunda teslim-i silah edecekti!


Dipnot:

  1. İsrâ, 17/81.
  2. Efendimiz’e Zemzem ikram eden şahsın, Efendimiz’in bir diğer amcası Hâris İbn Abdilmuttalib olduğu da anlatılmaktadır. Bkz. Vâkıdî, Meğâzî, 1/833; Sâlihî, Sübülü’l-Hüdâ ve’r-Reşâd, 5/235.
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.