Ayağa kalk ve insanları uyar!

725

Hira’da vuslat başlamıştı, ama günler geçmesine rağmen bu vuslatın arkası gelmiyordu. Yıllardır bu anı bekleyen Allah Resûlü, tam ‘Artık buldum.’ dediği böyle bir zamanda, Cibril’in hayat-bahş soluklarına hasret kalmanın sancısını yaşıyordu.

Vahyin inkıtaı üzerinden kırk gün daha geçmişti ki, semada Cibril-i Emîn’in sesi duyuldu:

– Ben Cibril’im, diyordu. Efendiler Efendisi, sesin geldiği yöne dönüp ve başını semaya doğru kaldırdı. Karşısındaki, Hira’da gördüğü Cibril’den başkası değildi; sema ile arz arasında bir kürsü üzerine kurulmuş:

– Yâ Muhammed! Sen, Allah’ın hak peygamberisin, diyordu.

Evet, sema ile yeniden bir ittisal kurulmuş, iki Emîn yeniden buluşmuştu. Gözü aydın, gönlü de huzurlu kılan bir gelişmeydi bu. Zaten bugüne kadar Allah Resûlü, yeni bir vuslat için iştiyaktan yanıp tutuşmuş, Cibril’le yeniden buluşmayı aşırı derecede arzular olmuştu. Aynı zamanda böyle bir fetret, bundan sonra gelecek vahyin de peyderpey ineceğinin bir işaretiydi. Çünkü Kur’ân, insanları bir hedefe doğru götürmek, asırlardır insanların şuuraltlarına işlemiş yanlış telakkileri söküp yerine kendi otağını kurmak için geliyordu. Öyleyse, yeni gelen her vahiy, toplum tarafından özümsenerek sosyal hayatta yaşanır hale gelmeliydi.

Bu, kendi cinsinden şükür isteyen bir nimetti ve Allah Resûlü de (sallallahu aleyhi ve sellem), önce yere kapandı ve şükür secdesinde bulundu. Ardından da, hiç vakit kaybetmeden hane-i saadetlerinin yolunu tuttu. Üzerine yeniden vahyin ağırlığı çökmüştü. Sıcak yaz günü olmasına rağmen tir tir titriyor, aynı zamanda buram buram ter döküyordu. Hatice validemize yöneldi ve yeniden üzerini örtmesini talep etti. Kalbine nakşedilen vahiyle yeni bir süreç başlıyordu. Zira Allah (celle celâluhû), O’nu muhatap alarak ona şunları söylüyordu:

– Ey örtüye bürünüp duran Nebi! Ayağa kalk ve insanları uyar! Rabbinin büyüklüğünü tazim ile haykır. Elbiseni tertemiz tut, maddi-manevi kirlerden arın. Pis ve murdar olan her şeyden de kaçın!1

Yine beş ayet gelmişti; ancak bu sefer arkası kesilmeyecek ve peşi peşine diğer ayetler de sıralanacak, Cibril’in soluklarıyla insanlık, külli bir aydınlanma yaşamaya başlayacaktı. Kısmî bir inkıtadan sonra yeniden gerçekleşen vuslatta dikkat çeken husus, tebliğ vazifesinin açıkça kendisine bildirilmesi, Rabbin büyüklüğünü tazim edip etrafına da bu azameti duyurması, son olarak da, maddi-manevi bütün olumsuzluklardan arınarak tertemiz bir dünya hayatı yaşayıp başkalarına da bunu teşmil etmesinin istenmesiydi.

Müddessir suresi, aynı zamanda bütün halinde inen ilk sure oluyordu. Zira, Alak suresinin ilk beş ayeti Hira’da gelmişti; ama geri kalan diğer ayetleri daha sonra inecekti.

Bir de, bu sefer gelen ayetler, Son Nebi’nin misyonunu belirginleştiriyor, O’ndan diğer insanların da elinden tutmasını ve Rabbinin adını herkese duyurmasını istiyordu. Zaten nübüvvet vazifesiyle birlikte, böyle bir sorumluluk O’na daha baştan yüklenmiş bulunuyordu. Artık O (sallallahu aleyhi ve sellem), Allah’ın varlığını ve bir olduğunu anlatacak, ahiret gününe inanmanın gerekliliği üzerinde ısrarla duracak ve iman hakikatlerinin bütününü toplumda ikameye çalışacaktı. Bunu gerçekleştirmek için ilk muhataplarından da benzeri şeyleri istiyor, kendini Hakk’a adamışların şahsi hazlardan uzaklaşarak varlıklarını toplumun salahına vakfetmeleri gerektiğini ifade ediyor ve sebeplere tevessülde kusur etmemekle birlikte, sonucun nasıl cereyan edeceğini Allah’a havale etmenin lüzumuna dikkat çekiyordu.

Anlaşılan artık, ferdi mânâda gelişme dönemine, sosyal inkişaf dönemi ilave edilmiştı. Bundan sonra her iki yönde de faaliyet yürütülmesi gerekiyordu. Açıkça bu, selim vicdan sahibi her insanı rahatsız eden olumsuzluklardan uzaklaşmaları ve Hakkın rızasını kazandıracak davranışlarla hemhal olmaları için insanları uyarmak gerektiği anlamına geliyordu. Bundan sonrası, öncesinden çok farklı olmalıydı. Zira, bu ayet Efendiler Efendisine, ‘kalk’ diyerek, her şeyiyle farklı yeni bir toplum inşa etme sorumluluğu yüklüyor; kalp ve kafadan vize almayan her şeye karşı da bir karşı duruş çizgisi belirliyordu.2

Gelen bu ayetlerde dikkat çeken bir diğer husus da, sabır üzerine yapılan vurguydu. Henüz her şey yeni başlamıştı. Alınacak mesafe çoktu ve bu işe gönül veren insanların sayısı belliydi. Mekke şiddetle karşı çıkıyor ve Mekkelilerin tavırları, daha sonrasında olabilecekler adına ip uçları veriyordu. Yol uzun, sular derin ve azık da sınırlıydı; öyleyse, bu sıkıntılı süreçten sağ ve salim sahil-i selamete erebilmek için, sabır denilen sihirli kuvvete çok sağlam yapışmak gerekiyordu. Zira o, gücü elinde bulunduranlara karşı kullanılabilecek en etkili cevap anlamına geliyordu. İbadet ü taat mükellefiyetini yerine getirirken, günahların cazibesine karşı dişini sıkıp harama tenezzül etmeden ve din düşmanlarının estirdiği havada başa gelebilecek her türlü sıkıntıyı daha baştan göğüslemeyi kabullenerek sabretme… Bütün bunları yaparken de, asla yerinde durmama ve mutlaka her dakikayı, Hakk’ı razı edecek bir aktivite ile dolu geçirme… İşte, Kur’ân çizgisinde karşılığını bulan sabır bu demekti ve Kur’ân, daha işin başında mü’minlere, ‘sabır’ tavsiye ediyordu.

Çok geçmeden, insanlardan gelebilecek tehlikelere karşı bizzat Allah’ın, kendisini koruyacağı da anlatılacak ve:

– Ey Resûl! Sen, Rabbinden Sana indirilen buyrukları tebliğ et; şayet bunu yapmazsan, risalet vazifesini yerine getirmiş olamazsın! Allah Seni, zarar vermek isteyen insanların şerlerinden koruyacaktır,3 denilecekti. Bundan sonra da, tebliğ vazifesinin Efendimiz’e ait bir görev olduğu sıklıkla hatırlatılacak ve hesap görme işinin ise Allah’a ait olduğu vurgulanacaktı.4

O’nu peygamber olarak görevlendiren Allah (celle celâluhû), bizzat teminat veriyor ve O’na Allah’ın adını herkese duyurabilmek için koşturması gerektiğini söylüyordu.5 Elbette böyle bir yolda, birileri rahatsızlık duyacak ve Hak katından gelen hükümleri, ağızlarıyla söndürmeye çalışacaklardı; ancak, inkârda başı çeken ve şirk bataklığına saplanmış küfür fanatikleri istemese de, Allah’ın teminatı vardı; kim ne yaparsa yapsın O (celle celâluhû) mutlaka nurunu tamamlayacaktı.6 Bunun için O’nun istediği ise, güçlü ve sarsılmaz bir iman, takva ölçüleri içinde bir hayat ve esbaba tevessülü ifade eden salih bir amel ortaya koymaktı.7 Öyleyse, başkalarının ne dediğine bakmadan Rahmânî çağrıya kulak verip, yeryüzünde O’nun adına yürümek gerekiyordu.

Sıklıkla tarihten örnekler veriliyor; risalet vazifesinin nev-zuhur bir yapı olmadığı ifade edilerek, hak düşüncenin karşısında yer alanların her zaman kaybetmeye mahkûm oldukları, misalleriyle ve defalarca anlatılıyordu. Hz. Âdem’den Hz. Nûh’a, Hz. İbrahim’den de Hz. İsa’ya kadar insanlık semasının ay ve güneşleri olan rehber şahsiyetlerden örnekler veriliyor, onların risalet vazifesini yerine getirirken nelerle karşılaştıkları ortaya konulup bundan sonra olabileceklere karşı hazırlıklı olunması isteniyordu.

Ölüm sonrası hayatla ilgili konular gündeme getiriliyor ve yaşanılan hayatın hesabının verileceği yeni bir dünyanın kapıları aralanarak, hayatı, hesabı verilecek tarzda yaşamanın gerekliliği ortaya konuluyordu.

Velhasıl, artık vahiy, süreklilik arz eden ve rıza ufkunun yeni toplumunu inşâda en etkin bir unsurdu. Anlaşıldığı üzere bu süreç, vahyin sağanak olup yağmaya başladığı süreçti. Böylelikle, Müzzemmil’i Müddessir; Tebbet’i Tekvîr takip edecek; A’lâ’dan, Leyl’e, Fecr’den de Mutaffifîn’e kadar neredeyse Kur’ân’ın yarıya yakın kısmı Mekke’de inmiş olacaktı.8


Dipnot:

  1. Müddessir, 74/1-5
  2. Bu ne hassasiyettir ki Allah Resûlü (s.a.s.), yüce dostluğa pervaz edeceği güne kadar bu gömleği hiç çıkarmayacak; ötelere giderken bile bu emri yerine getirme adına teşkil ettiği Üsâme ordusuyla Hak düşünceyi, daha da ötelere götürmenin sancısını taşıyacaktı.
  3. Bkz. Mâide, 5/67
  4. Bkz. Ra’d, 13/40; Bakara, 2/272
  5. Konuyla ilgili olarak bkz. Mâide, 5/55, 56; Nûr, 24/55; Sâffât, 37/171-173; Mü’min, 40/51, 52; Mücâdele, 58/20, 21
  6. Bkz. Âl-i İmrân, 3/139; Tevbe, 9/32, 33; Sâd, 38/8, 9; Saff, 61/9
  7. Bkz. Bakara, 2/212; A’râf, 7/128; Hûd, 11/49; Kasas, 28/83; Mümin, 40/51; Enbiyâ, 21/105
  8. İniş sırasına göre zikretmek gerekirse, Mekke’de şu sureler nazil olmuştu: Alak (Bazı rivayetlerde Alak suresinden sonra Nûn suresinin indiği anlatılmaktadır), Müzzemmil, Müddessir (Bazı rivayetler, Müddessir suresinin Kalem’den sonra inzal olduğu yönündedir), Tebbet, Tekvîr, A’lâ, Leyl, Fecr, Duhâ, İnşirah, Asr, Âdiyât (Bazı rivayetlerde Asr ile Âdiyât suresinin inişi yer değiştirilerek anlatılmaktadır), Kevser, Tekâsür, Mâûn, Kâfirûn, Fîl, Felak, Nâs, İhlâs, Necm, Abese, Kadr, Şems, Bürûc, Tîn, Kureyş, Kâria, Kıyâme, Hümeze, Mürselât (Bazı rivayetlerde Mürselât suresi Kıyâme suresinden sonra inmiş görünmektedir), Kâf, Beled, Târık, Kamer (Bazı rivayetlerde Kamer, Kâf suresinden sonra inmiş olduğu belirtilmektedir.), Sâd, A’râf, Cinn, Yâ-Sîn, Fürkân, Melâike/Fâtır, Meryem, Tâ-Hâ, Vâkıa, Şuarâ, Tâ-Sîn/Neml, Kasas, Benî İsrâîl/Sâf, Yûnus, Hûd, Yûsuf, Hıcr, En’âm, Sâffât, Lokmân, Sebe’, Zümer, Mü’min, Secde, Hâ-Mîm-Ayn-Sîn-Kâf/Şûrâ, Zuhruf, Duhân, Câsiye, Ahkâf, Zâriyât, Ğâşiye, Kehf, Nahl, Nûh, İbrâhîm, Enbiyâ, Mü’minûn, Secde, Tûr, Mülk, Hâkka, Seele/Meâric, Amme, Nâziât, İnfitâr, İnşikâk, Rûm, Ankebût ve Mutaffifîn. Bunların dışında kalan diğer sureler ise Medine’de nazil olacaktır. Uzun surelerin arasında bazı ayetlerin de Mekke’de iken indiği bir gerçektir. Bkz. Suyûtî, İtkân, 1/38, 39; Kurtubî, el-Câmi’ li ahkâmi’l-Kur’ân, 20/117, 118; Zührî, Tenzîlü’l-Kur’ân, 1/23-29
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.