Abdullah İbn-i Cahş’ın Nahle Seriyyesi

466

Hicretin üzerinden henüz on yedi ay geçmişti. Receb ayıydı. Kureyş’in Şam’a gönderdiği kervanın dönüş zamanıydı. Efendiler Efendisi, hala oğlu Abdullah İbn Cahş’ı yanına çağırıp eline bir mektup verdi. Abdullah İbn Cahş yanındaki on iki kişiyle1 birlikte Efendi­miz’in tarif ettiği istikamette iki gün gidecek ve iki gün sonra mektubu açıp okuyarak gereğini yapacaktı.

Denilen istikamette iki gün gidip de mektup açıldığında, Efendimiz’in Hz. Abdullah’a şu talimatı verdiği görülmüştü:

– Tâif ve Mekke arasında kalan Nahle’ye doğru yürü ve burada Kureyş’i bekleyip bize gelişmeleri haber ver.

Nahle, Mekke’nin dibi sayılırdı ve böyle bir hamleyi, ancak çelik gibi güçlü bir imana sahip insanlar yapabilirdi. Onun için Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), hem gidecekleri istikameti gizli tutmuş hem de bu iş için kimsenin zorlanmaması talimatını vermişti.

Efendiler Efendisi talep eder de sahabe durur muydu hiç! Hemen hedef belirlenmiş ve talep edilen yere doğru yol alınmaya başlanmıştı. Ancak Hz. Abdullah, bu yolda kendisiyle birlikte yürüme ya da geri dönme konusunda arkadaşlarını serbest bırakıyordu. Ne de olsa Allah Resûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) talimatı vardı. Ancak onlar, tereddütsüz yürüyen bir cemaatti ve aralarından geri dönme arzusunda olan bir tek sahabî bile çıkmayacak ve hedeflerine eksiksiz yürüyeceklerdi. Geri kalan iki kişinin de mazereti vardı; zira yol ilerleyip giderken, devenin birisi kervandan ayrılıp uzaklaşmış, Sa’d İbn Ebî Vakkâs ve Utbe İbn Gazvân da, kaçan develerinin peşinden gitmiş ve bu sebeple kervandan geri kalmışlardı.

Abdullah İbn Cahş ve arkadaşları, Nahle’de beklerken yakından geçen bir kervanla karşılaşmışlardı. Bu kervan da Kureyş’e aitti ve belli ki savaş için malzeme taşıyordu.

Kervanı gören mü’minler, ne yapmaları gerektiği konusunda istişare etmeye başladılar; zira Receb ayının son günüydü ve bu ayda savaş yapmak yasak sayılıyordu.2 Ayın çıkmasını bekleseler, bu sefer de kervan Harem sınırları içine girecek ve yine ellerinden bir şey gelmeyecekti. Göz göre göre kervan kaçıyordu.

Nihâyet, kervanı durdurmaya karar verdiler. Aralarından birisi ok ve yayını eline alıp kervana doğru fırlattı. Ok, Amr İbn Hadra­mî’ye isabet etti ve adam oracıkta ölüverdi. Bir anda ortam gerilivermişti. Çıkan arbedede, Osman İbn Abdullah ve Hakem İbn Keysân esir alınmış, Nevfel İbn Abdullah ise kaçmıştı.

Yeni bir dönemin başladığını gösteren hadiselerdi bunlar. İlk defa bir müşrik öldürülmüş, iki kişi de esir alınarak mallarına el konulmuştu. Hem de bu hadise, haram aylarda gerçekleşiyordu.

Medine’ye geri gelen Abdullah İbn Cahş ve arkadaşlarına Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) çıkışacak ve:

– Ben sizlere, haram aylarda savaşmayı emretmedim, diyerek tepki gösterecek, iki esir ve kervandaki mallar konusunda ise beklemeyi tercih edecekti.

Abdullah İbn Cahş ve arkadaşlarının moralleri çok bozulmuştu! Allah için çıktıkları yolda, Allah ve Resûlü’nün hoşuna gitmeyecek bir adım atmışlardı. Bütün genişliğine rağmen dünya kendilerine dar geliyor ve karşılaştıkları her sima karşısında mahcubiyet duyuyorlardı. Ne var ki artık, ok yaydan çıkmış ve pişmanlığın fayda vermediği bir süreç başlamıştı.

Öbür tarafta ise, kervandan canını zor kurtarıp da kaçan Nevfel İbn Abdullah Mekke’ye ulaşmış ve başlarına gelenleri anlatmıştı. Kureyş’i güçlendiren bir hadiseydi bu ve hemen konuyu propaganda malzemesi yapmaya başladılar. Müslümanların haram aylarda adam öldürdüklerini anlatıyor ve törelerini hiçe saydığını ileri sürerek Efendimiz’e dil uzatıyorlardı.

Çok geçmeden Cibril-i Emîn çıkageldi; yine vahiy getiriyordu. Gelen âyet, meâlen şunları söylüyordu:

“Sana, haram aylarda savaşmayı soruyorlar; de ki, “Bu aylarda savaşmak büyük bir günahtır. Ancak, Allah yolundan ve Mescid-i Haram’dan insanları alıkoymak, Allah’ı inkâr etmek ve Mescid-i Haram’ın ehlini oradan çıkarıp sürmek, Allah katında daha büyük bir günahtır. Fitne, öldürmekten daha büyük bir fitnedir!”3

Evet, haram aylarda savaşmak haramdı; ancak bu ilâhî yasak, sadece bundan ibaret değildi. Kendi vatanlarından insanları zorla çıkarmak, ellerindeki mal ve mülke el koyarak insanlara işkence etmek, Mescid-i Haram olmasına rağmen burada insanları öldürmeye kalkmak ve Allah’ın en sevgili kulunu öldürmek maksadıyla evine baskın düzenlemek de Allah katında, en az bu hadise kadar büyük bir günahı ifade ediyordu.

Efendiler Efendisi, bu süre içinde esirlerle görüşüp onları da İslâm’a davet ediyordu. Hatta, bunu gören bazı sahabîler, O’nun bu gayretlerini sonuç alınamayacak uğraşlar olarak değerlendirecek ve kendilerine bırakıp da başlarını vurmalarını talep edeceklerdi. Fakat, çok geçmeden Hakem İbn Keysân Müslüman oluverdi. Şefkat peygamberi Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem), bu durum karşısında ashâbına döndü ve şunları söyledi:

– Şâyet, az önce size uyarak onu öldürmüş olsaydım, Cehennem’e gidecekti!4

Adalet ve güvenin temsilcisi Allah Resûlü, henüz gelmeyen iki ashâbının öldürülmüş olabileceği endişesiyle bir müddet beklemeyi tercih etti ve bu âyet inip de Sa’d İbn Ebî Vakkâs’la Utbe İbn Gazvân da geri gelince, öldürülen Amr İbn Hadramî için diyet bedelini Kureyş’e gönderdi ve İslâm’ı tercih etmeyen Osman İbn Abdullah’ı da Mekke’ye geri gönderdi.

Artık mesele, biraz daha aydınlanmıştı; o ana kadar büyük bir manevi baskı altında kalan Abdullah İbn Cahş, Efendimiz’in huzuruna geldi. Boynu büküktü; yüzüne bakmaya çekiniyordu:

– Yâ Resûlallah, dedi, şimdi biz de, bu gazveden dolayı mücâ­hidlere vadedilen sevaptan hissedar olur muyuz?

Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) sessizliği tercih etmişti; zira, onun bu kadar içten ve muhasebe duygusuyla yoğrulmuş sorusuna cevap, konuyla ilgili olarak gelen âyetin içinde gizliydi. Şöyle diyordu:

“Hiç kuşkusuz iman eden, imanını hicretle taçlandıran ve arkasından da Allah yolunda cihad edenler, Allah’ın rahmetini beklemektedir; Allah ise, mağfireti bol ve rahmeti engin olandır.”5

Ancak mesele, henüz durulmuş değildi; Kureyş’in niyeti açıktı. Bugün olmasa da yarın mutlaka Medine’ye saldıracak. Ve Efendimiz, bir adım daha atacak, savaş hazırlığı yapmak ve malzeme tedarik etmek için Kureyş’in gönderdiği kervanın arkasından Talha İbn Ubeydullah ve Saîd İbn Zeyd’i de Şam’a göndererek, kervan hakkında bilgi toplayıp Medine’ye ulaştırmalarını talep edecekti.

Bu seriyye ve gazvelerle Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), artık Hicaz’ın sahipsiz olmadığını ve Müslümanların da kolay lokma olmadıklarını gösteriyor, dört bir tarafa gönderdiği vurucu timlerle on dört yıldır ölümüne ferman hazırlayanların faaliyetlerini izleyip önlem alıyordu. Aynı zamanda O, kılıç sahibi bir peygamber olarak gönderilmişti. Dolayısıyla, bunun gereğini yerine getiriyor, İslâm’ın izzetini ortaya koyma adına kimsenin beklemediği manevralar yapıyordu. Bu türlü yıldırım hareketleriyle çöldeki başıbozukluk sona eriyor ve insanlar arasında adalete dayalı bir güven ortamı tesis edilmiş oluyordu.


Yazar: Dr. Reşit Haylamaz

Dipnot:

  1. Bu sayının sekiz kişi olduğu şeklinde de rivâyet vardır. Bkz. İbn Hişâm, Sîre, 3/146
  2. Haram aylarda savaşmak, cahiliye döneminde de haram kabul edilmekteydi. Hatta Kureyş, savaşmak durumunda kaldığı zamanlarda zamanla oynuyor ve ayların yerini değiştirdiğini ilan ettikten sonra ancak savaşı başlatabiliyordu. Daha sonra gelecek âyetlerde Kur’ân’ın, ‘nesî’ olarak isimlendirdiği bu hadiseyle onlar, sözde haram işlemediklerini sanıyor ve kendilerini kandırıyorlardı. Bkz. Tevbe, 9/37; İbn Kesîr, Tefsir, 2/358; İbn Hişâm, Sîre, 1/161
  3. Bakara, 2/218
  4. Vâkıdî, Meğâzî, 1/15; İbn Sa’d, Tabakât, 4/137; Hakem İbn Keysân, bugünden sonra iyi bir Müslüman olarak hayatına devam edecek ve Bi’r-i Maûne hadisesinde şehit olarak ebedi aleme gidecektir. Bkz. İbn Hişâm, Sîre, 3/150; Vâkıdî, Meğâzî, 1/15; İbn Sa’d, Tabakât, 4/137
  5. Bakara, 2/218
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.